Yöremizin fethiyle sadece bir dine kavuşmadık. Aynı zamanda bir kurtuluş hareketine kavuştuk. Bunu bilmeyenler, bizimle İslam arasındaki bağı anlayamaz.
27 Mayıs, İslam ordularının adaletin simgesi Hz. Ömer (ra)’in hilafeti döneminde, Diyarbakır’ı fethettikleri gündür.
Fetih yıldönümleri, fetihlerin hatırlanması ve kazanımlarının değerlendirilmesi için bir imkândır. Bu vesileyle geçen hafta değindiğimiz fetih konusuna bu hafta ve gelecek hafta devam edeceğiz.
Fetih, bir memleket için yeni bir dönemdir. Bir dönemin değeri ancak öncesinin bilinmesiyle bilinir.
Biz İslam’dan önce ne durumdaydık? İslam olmakla ne olduk? İslam, bize ne verdi ki Müslüman oluşumuzu her hatırladığımızda “Elhamdülillah” deriz? Bu, nasıl bir nimet ki onu her anışımızda onun sahibine “Elhamdülillah” ile şükrümüzü bildiririz? O nimete vesile olana salat ve selam ederiz? O mübarek ordu, bizi nasıl bir zulümden kurtardı ki onun büyük şehidlerini, onun yüce kahramanlarını aradan geçen bunca zamana rağmen minnetle anarız?
Gelin tarih sayfalarına bakalım ve bu gerçeği görelim. Ama önce fetih destanını özetleyelim. Ondan sonra fetih öncesini ele alalım.
TARİHE DESTAN BİR FETİH YAŞADIK
Hicri 18. Miladi 639... Antakya, Antep, Maraş yöresi fethedilmişti. Mardin, Urfa (Ruha), Harran, Rasul Ayn, Tilmevzen (Viranşehir) yöreleri fethedilmişti...
Bu, öylesine kolay bir fetih olmuştu ki tarihçi İbn-i Esir, onu tarihe “En kolay fetih” diye kayda geçirdi. Yöre insanı, kendilerine gelen o yüce misafirleri öylesine coşkuyla karşılamıştı ki bütün dünya tarihçileri o günden bugüne hayretler içindeler. Nasıl bir zulüm görüyordu, bu ordu ona ne va’d ediyordu ki bu halk fetih ordusunu bu kadar heyecanla karşılıyor ve sadece canını değil, geleceğini de ona teslim ediyor, kendisini onun getirdiği hayat nizamının emirlerine bırakıyordu.
İslam Halifesi Hz. Ömer (ra) ve İslam orduları genel komutanı Hz. Ebu Ubeyde bin Cerrah (ra)’ın emirleriyle yöreyi fetheden fatihimiz İyaz b. Ganm (ra) ile Urfa halkı, arasında “Ruha Şartları” üzerine yapılan fetih antlaşması, İslam fethini tanıtmış, memleketimizde İslam’la karşılaşanların nasıl bir muamele göreceklerine dair sağlam bir vesika olmuştu. Böylece memleketimizin fethi için siyasi ve sosyal anahtar oluşmuş, sıra coğrafik anahtardaydı. O anahtar Amed’di (Diyarbakır’dı).
Nitekim, İyaz b. Ganm (ra) fetih öncesinde komutanlarına yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Burası zor bir şehirdir. Bölgenin gözdesidir; burayı aldık mı tüm diyar fethedildi, demektir.”
Şehrin hakimesi Meryem ed-Dariye de bu gerçeğin farkındaydı. Meryem ed-Dariye, patriklerine yaptığı konuşmada “Siz de biliyorsunuz ki bu şehir bölgenin kilididir. Onu alan, bütün bölgeyi ele geçirir” diyordu.
Fatihimiz Hz. İyaz (ra), Diyarbakır’ı yaklaşık bin sahabenin bulunduğu sekiz bin kişilik ordusuyla kuşattı. Kendisi Mardin Kapı’yı, Said b. Zeyd Urfa Kapı’yı, Muaz bin Cebel Dağ Kapı’yı, Halid b. Velid ise Yeni Kapı’yı tuttu.
Hz. İyaz (ra), Ebu Ubeyde’nin fetih tarzı üzerine hareket etti, acele etmedi. Şehri işgalci-sömürgeci Bizans İmparatorluğu adına yöneten Meryem’e “Teslim ol” mektubu gönderdi. Ancak şehri hileyle ele geçiren Meryem, teslim olmak yerine civarda bulunan Bizans işgali altındaki diğer şehirlerden yardım istedi.
Kuşatma uzun sürdü. İslam orduları, kuşatma sürerken boş durmadı; Palu, Hanî, Lice, Siverek, Ergani gibi Bizans işgali altındaki kalelere hücumlar düzenledi. Meyyafarkin’i (Silvan’ı) tarihte benzeri görülmemiş bir şekilde fethetti. Böylece işgalci Meryem ed-Dariye ve taifesinin Bizans yardımını alması engellendi.
İşgalci Bizans’ın bölgenin “gözdesi” ve “kilidi Diyarbakır’ı bırakmaya niyeti yoktu. Bizans inadı beş ay sürdü. Nihayet büyük komutan Halid b. Velid hazretleri surun Dicle vadisine bakan yönünde (eski Adliye’nin bulunduğu bahçeler tarafında) sur duvarlarında keşfettiği gizli bir su deliğinden şehre girilebileceğini tespit etti.
Komutan Hz. İyaz (ra) ile yapılan istişarenin ardından Hz. Halid, bir gece yaklaşık yüz mücahitle birlikte bu delikten şehre girdi. Sonradan Fetih Kapısı adını alan su kapısını açarak İslam ordusunun şehre girişini sağladı. Kapının açılışı sırasında işgalci Bizanslılarla çıkan çatışmada yirmi beş sahabe şehid oldu. Bu kısa süreli çatışmayla Bizans direnişi kırıldı; İslam’la Diyarbakır halkı arasındaki engel ortadan kalktı. Diyarbakır halkı Hz. Muhammed Mustafa (sav)’nın elini tutan, Onunla Bedir’de, Uhud’da, Hendek günlerinde Rıdvan Biatı’nda, Mekke’nin fethinde, Veda Hacc’ında bulunan o yüce insanları görmeye nail oldu.
Diyarbakır halkı, İslam’ı bulmuşken Bizans adına savaşır mıydı? Kendisini o anda İslam’ın adaletine teslim etti. Pek çok kişi Kelime-i Şehadet getirdi. Geriye kalanlar ile Hz. İyaz (ra) arasında ‘Ruha Şartları’ üzerinde anlaşma yapıldı. Buna göre Müslüman olmayanların dahi canına ve malına dokunulmayacak. Heykeller ve onların etrafındaki nesneler sahiplerine ait olacak mevcut kiliselerden başka kilise yapılmayacak. (Müslüman olmayanlar da) İslam düşmanlarına karşı Müslümanlara yardım edecek.
Hz. İyaz (ra), Diyarbakır halkını bir yana, fethin gecikmesine yol açanları dahi “Rabbimiz, bize öfkemizi yenmemizi ve bağışlaycı olmamızı emretmiştir” diyerek affetti.
İşte o fetih böyle bir fetihti. Hz. İyaz, fethin nişanesi olarak Mar Thomas Kilisesi’nin bir kısmını anlaşma yoluyla olarak camiye çevirdi. Bir kısmı, cami oluş döneminde bile kilise olarak kullanılmaya devam edilen o yapı, Diyarbakır Ulucami olarak bugünlere kaldı.
DİYARBAKIR İSLAM’DAN ÖNCE ZULÜM İÇİNDEYDİ
Fethin o büyük sahnesine tanıklık ettikten sonra şimdi Diyarbakır’ın İslam öncesi haline bakalım. İslam’ın, bu “gözde” ve “kilit” şehri nasıl bir zulümden kurtardığını görelim:
Diyarbakır, İslam’dan önce Sasani ve Bizans zulmü altında esirdi. Bir onun işgaline giriyordu, bir bunun ve her işgal; binlerce, on binerce insanın katline yol açıyordu:
Milat’tan sonra 359’da Sasani Kisrası II. Şapur, büyük bir orduyla Diyarbakır’ı kuşattı. O günleri kuşatma sırasında şehirde bulunan Antakyalı tarihçi Ammianus Marcellinus, anlatıyor: “Akşama kadar uzayan öldürücü savaşla güçlükle savunulan Amida (Amid-Diyarbakır), ölü yığını ve kan çanağı haline geldikten sonra kralın oğlunun cesedi karanlıkta sürüklenerek çıkarıldı. Sonra taş yığını gibi kafalar yarıldı. Şimdi şehir düşman (Sasoni) kuvvetleriyle doluydu. Her taraf kan çanağına büründü. Kaçış ve savunma umudu bitmişti. Asker olsun olmasın herkes davar gibi kılıçtan geçirildi. Ben, iki kişi ile birlikte şehrin bir yerinde saklanıp gecenin karanlığında kaçtım.”
Diyarbakır, Miladi 503’te Sasoni Kisrası I. Kavad’ın saldırısına uğruyor. Adı kötülükle özdeşleşen bu (sosyalist-komünist ahlâklı) Mazdekçi zalimin şehre yaşattığı, daha önce yaşananlardan da beterdir.
Diyarbakırlı Mâr-Yeşua, İslam fethinden 136 yıl önce yaşanan o günleri şöyle anlatıyor: “Cesetleri kuzeykapısı (Dağkapı) dışına taşıdılar, üst üste atarak iki yığın yaptılar. Şehir dışına taşıdıklarından, yapmış oldukları yığmatepenin üzerinde boğazladıklarından, anlatmaya muktedir olamadığımız türlü türlü ölümlerle öldürülenlerden başka, buraya (Kuzeykapısına) taşınan ölülerin sayısı seksen binden çoktu.”
Aynı yazar, bu olay sonrasında yaşananları, o açlık günlerini şöyle anlatıyor: “Birçok kadın birleşerek akşamları veya sabah erkenden gizlice şehre iniyorlar, rastladıkları kadın, erkek veya çocuk kime güçleri yeterse onu bir eve çekip öldürüyor, etini kaynatıyor veya kızartıyor ve yiyordu. Şehrin yöneticisi o kadınların bir kısmını tespit edip öldürdü, gerisine ise cesetleri yeme izni verdi. Bunu artık açıkca yapıyorlar, insan cesetlerini yiyorlardı. Bir takımı da eski çarık ve köseleleri ve buna benzer kötü nesneleri sokaklardan, mezarlıklardan toplayarak yiyorlardı.” Halk bu haldeyken Roma askerleri ne yapıyorlardı? “Hiçbir şeyleri eksik değildi. Her şey mevsiminde tedarik ediliyor, imparatorun buyruğu üzerine özenilerek kendilerine getiriliyordu.”
Bu klasik bir vakadır; işgalci zalimler tok, halk aç ve perişan. O tok işgalciler, adet üzere, boş durmuyor; çevre köylere saldırarak on iki yaşını geçmiş erkekleri tek tek bulup kılıçtan geçiriyordu.
İşte İslam fethi, Diyarbakır ve çevresini böyle bir zulümden böyle bir açlıktan, böyle bir katliam serisinden, böyle işgalcilerden kurtardı. O mazlum halkı Hz. Ömer’in adaletiyle buluşturdu; ona dünya ve ahiret saadetini verdi.
Bizimle İslam arasındaki karşılaşma, bir toplumun sadece yeni bir dinle yüz yüze gelme hadisesi değil; zulüm altında inim inim inleyen bir halkın hem yeni bir dinle tanışması hem de bir kurtuluş ordusuyla karşılaşmasıdır. O büyük fatihler, bize Kur’an’ı getirdi, bize Sünneti getirdi, bize ezanı getirdi ve bizi o gaddar işgalcilerin oyunlarından, katliamlarından kurtardı. Diyarbakır halkı, o tarihten sonra İslam’a öylesine sarıldı ki şehir bir daha asla bir Hıristiyan işgali yaşamadı.
Bizimle İslam arasındaki bu bağı bilmeyenler, bizi yalanlar uydurarak, tarihi çarpıtarak İslam’dan başka kurtuluş yollara koymaya çalışıyorlar. Aldanmışlar, bizi de aldatmaya çalışıyorlar. Beyhude bir iş peşindeler. Tez zamanda nasıl bir aldanış içinde olduklarını anlayacak ve bu halkın İslam sevdasından asla vazgeçmeyeceğini görecekler.
Doğruhaber Gazetesi