Tarifini yapmaya çalıştığımız fıkhi kaidelerin neler olduğu hususunda bir izahat yapılmadan meramın tam olarak anlaşılmayacağı malumdur. Bu vesile ile bu kaidelerden bazılarını alıp izaha çalışmakta yarar vardır. Özellikle günümüzde din bilgini etiketiyle dini anlayışı tahrif etmek isteyen ve ruhları batı kültürü ile kirlenmiş olan bir takım gafil veya hainlerin istismara çalıştıkları kaidelerden bahsetmek istiyoruz. Bununla beraber bazı fıkhi kavramları da izah etmekte yarar vardır. Şimdi ayrı ayrı bunlardan birkaç tanesinin tanım ve mahiyetini okuyalım.
1- Zamanın değişmesi ile ahkâm’ın değişikliği
En çok ‘zamanın değişmesi ile ahkâm’ın değişmesi inkâr olunmaz’ kaidesi istismar edilmeye çalışılmaktadır. Oysa bu kaidenin ikinci şıkkı durumunda olan ‘sarih nass’ta ictihad olmaz’ kaidesi bu kaidenin sınırlarını net bir şekilde belirlemektedir. Fakat zihinlerini batı kültürü ve felsefesiyle bulandırmış ve kalplerinde eğrilik bulunanlar bu hususta Bektaşilik oyunu oynuyorlar. Yani “...Namaza yaklaşmayın” kısmını alıp “sarhoş olduğunuz halde...” kısmını ketmeden gibi. Kaldı ki, birinci kısım olan ‘zamanın değişmesiyle hükmün değişmesi inkâr olunmaz’ kaidesini de yanlış yorumluyorlar.
Kur’an ve sünnette, hakkında kat’i bir delil (nass) bulunan bir hüküm hiçbir zaman ve mekânda değişmez. Ve kıyamete kadar da değiştirilemez. Değiştirmeye kalkışanlar ancak kendi itikatlarını değiştirmiş olurlar. Çünkü Allah (cc)’ın bu hususta kesin emri vardır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de:
“Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman gerek mümin olan bir erkek, gerek mümin olan bir kadın için içlerinde kendilerine muhayyerlik (istediğini seçme hakkı) yoktur. Kim Allah ve Resulüne isyan ederse muhakkak ki, o apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır”[1] diye buyrulmakla Allah (cc)’ın, Resulü (sav)’nün belirtmiş olduğu herhangi bir hükmü zaman ve mekân ne olursa olsun değiştirmeye çalışanların sapıtmış olacağı apaçık beyan olunmaktadır. Böylece nass’ın bulunduğu bir konuda ictihada mesağı (izin, ruhsat) Allah(cc) vermemiştir.
Ferdi ve içtimai olarak insanlığın yegâne hayat nizamı ve bu nizamın bütün hükümlerinin delil kaynağı hiç şüphesiz Kur’an-ı Kerim ve Resulullah (sav)’ın sünnetidir. Bu kaynaklardan sarih nass ile sabit olan hükümler iptal edilmeden ve değiştirilmeden olduğu gibi “ilayevmilkıyame” geçerlidir ve bağlayıcıdır. Sarih olmayan (kinayeli kaviller) deliller ve zamanla yeni meydana gelen meseleler ise yine Kur’an ve sünnetin ışığında ehil olanlar tarafından icma-ı ümmet de nazarı dikkate alınarak ehil olan müçtehitler tarafından kıyas yapılarak hüküm istinbat edilir. Aksi takdirde şer’i delile dayanmadan yapılan bir ictihad ile amel olunmaz.
Kısaca nass’a ait olan hükümler; ayet ve hadislerle doğruluğu sabit olan her türlü şüphe ve tereddüdün ve de tenkidin üstünde tutulacak şekilde olan keskin, kat’i açık ve bedihi hükümlerdir. Beşerin hayatını ilgilendiren hangi husus olursa olsun, İslam’ın hükmü budur. Bu keyfiyet apaçık iken nassları tevile kalkışmak veya zamanın değişimi ile bunları değiştirmeye çalışmak beşeri heva ve hevesleri Allah(cc)’ın hükümlerinin önüne geçirmek olur. Bu durum ise iblisin yolunu takip etmektir ve küfürdür.
Zamanın değişmesi ile değişen hükümler; şer’i nasslar üzerine bina edilen asli hükümler olmayıp örf ve adetler, maslahatlar üzerine bina edilen ictihadi hükümlerdir. Şüphesiz ki bu değişebilecek olan hükümler hakkında lehte ve aleyhte (emir veya nehiy gibi) bir nass bulunmayan hükümler olup nassların ışığında olarak İslam’ın ruhuna, gayesine aykırı değil, uygun olması şeklinde olur.
Mesela şehitlerin daha önce olmadığı halde sonradan yıkanıyor olması, ölçü-tartı aletlerindeki değişiklik, tartı kaplarında dara’nın tahmini düşürülmesi, inşaat şeklinin değişmesiyle daha önce evlerin bir odasının yarısının görülmesinin bey’(alış-veriş) için yeterli olup şimdi tamamının görülmesi gerekmesi gibi hususlardır. Kat’i deliller(nasslar)’le yasaklanmış olan içki, faiz ve zina gibi haramlar bütün toplumlar tarafından yaygınlaşıp örf-adet haline gelmiş olsa dahi haramlığı (yasaklığı) değişmez, kıyamete kadar yasaklığı devam eder. Hakeza kat’i delil ile sabit olan bir emir de bütün toplumlar tarafından terk edilse farziyetten ilga olmaz, bu hükümler dünya durdukça geçerlidir.
Allah (cc) kendi hükmünü ancak kendisi değiştirir. Kur’an-ı Kerim’den önceki nazil olan kitap ve şeriatların ahkâmında neshedilen hükümler olmuştur. Buna işaretle Kur’an-ı Kerim’de “Biz neshettiğimiz (hükmünü diğer bir ayetle değiştirdiğimiz) veya unutturduğumuz bir ayetin (yerine) ya ondan daha hayırlısını yahut onun benzerini getiririz. Allah’ın her şeye kemaliyle kadir olduğunu bilmedin mi? (elbette bildin)”[2] diye buyrulmaktadır.
Yüce Allah’ın iradesine hiçbir güç ve irade sınır koyamaz. “O dilediğini yapandır” kendi nazil kılmış olduğu hükmünü kaldırıp yerine kullar için daha kolay ve daha hayırlı bir hüküm nazil kılar. Bununla beraber Kur’an-ı kerim, beşeriyete nazil olan son kitap ve şeriat içeren son nizamdır. Din tamamlanmış bundan sonra değişmeyecektir.
Nitekim bu hususu beyanla yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de;
“Bugün dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Din olarak sizin için İslam’ı seçtim ve ondan razı oldum.”[3] diye buyurmaktadır.
Dinin asli hükümleri tamamlanmış ve bu hükümler hiçbir surette değiştirilemez. Kıyasa dair hükümler de esasen dini ahkâmın kaynakları olan Kur’an ve sünnette dolaylı olarak mevcuttur. Değişebilen hükümler örf-adet ve maslahat üzerine bina edilen bazı hükümlerdir. Zira zaman değiştikçe insanların bazı ihtiyaçları, isti’malleri ve örf-adetleri değişebilir. Ancak bu fer’i değişiklikler yine edile-i şer’iyye dairesinde, ehlince hükme bağlanır. Aksi takdirde toplumlar kendiliğinden hiçbir hüküm tayin edemezler. Konunun başında değindiğimiz üzere bazı kimseler; hakkında nass bulunan hususların dahi zamanla değişebileceğini ve bu iddialarına Hz. Ömer (ra)’in ‘Müellefe-i Kulub’a zekât verilmesini kaldırarak değiştirdiğini delil getirmeye çalışıyorlar. Fakat o hadisenin çarpıtılması ve hakikatten saptırılarak art niyetli bir istismar söz konusudur.
Müellefe-i Kulub; henüz iman etmemiş, İslam’a karşı gelmeyen (karşı gelmeyi bırakmış) iman etmek ve etmemek sınırında olan kimselerdir ki bunların kalplerinin İslam’a ısındırılması ve iman etmelerine vesile olabileceği babından zekât verilecek yedi sınıftan biridir. Mekke’nin fethinden sonra Kureyş’ten de Ebu Süfyan bin Harb, Safvan bin Ümeyye, Akra bin Habis, Uyeyne bin Hıns, İbni Fezari, Abbas bin Mitrat ve Malik bin Avf Müellefe-i Kulub’tan idiler. Bunlar aynı zamanda Kureyş içinde nüfuz ve çevre sahibi kişilerdi. Bizzat Resulullah (sav) bunlara zekât hisselerinden vermiştir. Daha sonra Hz. Ebu Bekir (ra)’in hilafeti döneminde kendilerine zekât verilmediğini gören Akra b. Habis ve Uyeyne Bin Hıns bu hissenin kendilerine verilmesini talep edince devletin kadılık görevini yürüten Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: “Artık yüce Allah Müslümanlara kuvvet ve kudret vermiş, Müslümanlar İslam ile aziz kılınmışlardır. Bundan böyle Müellefe-i Kulub olanlara zekât verilmeyecektir” demiştir.
Zekât’ın verileceği kimseleri belirleyen ayet-i kerimeyi okuyalım: “Zekât, Allah’tan bir farz olarak ancak fakirlere, yoksullara, zekâtı toplayan memurlara, kalpleri İslam’a ısındırılmak istenenlere, kölelere, borçlulara, Allah yolunda (olanlara) ve yolda kalanlara verilir. Şüphesiz Allah, her şeyi çok iye bilen, hüküm ve hikmet sahibidir.”[4] diye buyrulmaktadır.
Hz. Ömer (ra) Müellefe-i Kulub olan kişilere zekâtın verilmeyeceğini ifade eden sözüyle bu Ayet-i Kerimedeki hiçbir hükmü değiştirmiş olmamaktadır. Bu durumu birkaç cihetle izah etmek mümkündür.
1-Müellefe-i Kulub; İslam’a ısındırılmak istenenlerdir. Bunlar da birkaç gruptur. Bir kısmı bu (zekât) vesilesiyle kalpleri İslam’a ısındırılmak istenenlerdir. Bir kısmı İslam’a yeni girmiş olup kalplerinin İslam’la bütünleştirilmesi istenenlerdir. Bir kısmı ise, iman etmemiş bulunan bazı kişilerin onun hayatına özenerek İslam’a girmelerinin sağlanması istenenlerdir. Bu şekilde (her üç sınıfta olan) Müellefe-i Kulub’a İslam (devleti) güçlendikten sonra zekâtın verilip verilmemesi hususu İslam fıkhında ihtilaflıdır. Hz. Ömer (ra) de bu duruma atıfta bulunmuştur.
2-Ayet-i Kerimede zekâtın kendilerine verilebileceği yedi sınıf zikrolunmuştur. Zekâtın bunlardan bir tanesine verilmesi de caizdir.
3-Zekât, Allah(cc)’ın şeriatında ve İslam nizamında, içtimai yönü de bulunan farz-ı ayn bir hükümdür. Onu ilgili yerlere dağıtmak üzere devlet toplar, tasarrufu tayinde İslamî idare otoritesinin (emir-il Müminin) maslahat yetkisi vardır. Mesela seferberlik zamanında hepsini İslam mücahitlerine de tahsis edebilir.
4- Hz. Peygamber(sav)’in zekât vermiş olduğu söz konusu zevat ilk sıralarda o durumda idi. Ancak Müellefe-i Kulub dönemi kısa ve geçici bir dönemdir. Şemsin tuluu ve gurubu anı gibidir. Ya gündüzün aydınlığı kaplar ya da gecenin karanlığı basar. Yani fazla sürmez. Hakeza bir kalp iman ve küfrün (mayınlı) sınırında uzun süre bekleyemez. Ya iman’ın manyetik alanına girer ya da küfrün bataklığına batar. Söz konusu kişiler o hal üzere devamlı zekâttan hisse almaya ilânihaye devam etseler idi sırf o hisse için Müellefe-i Kulub halinde beklemek, nefsanî bir arzu olarak, İslam’la şereflenmeye bile tercih edilmiş olurdu. Oysa onlara zekât verilmesi onların İslam’a ısınarak Müslüman olmalarını teşvik içindir. Hz. Ömer (ra)’in o şahıslara öyle bir tavırla cevap vermesi onları nefsin hilesinden kurtarmak amacını da taşır. Zaten İslam devletinde idarecilerin hem Allah (cc)’ın hükümlerini en güzel şekilde icra etme hem de Müslümanlar üzerine farz olan zekât vb. ibadetlerin en faziletli bir şekilde ihya edilmesini sağlama gibi mesuliyeti vardır. Durum bu minval üzere olduğu halde Hz. Ömer(ra)’in, zamanın değişmesiyle Allah(cc)’ın kat’i hükmü (sarih nassı) değiştirdiğini iddia etmek hakikati bilerek istikametinden saptırma art niyetinden başka bir şey değildir. Şurası muhakkak ki, İslam’ın ahkâmını Resulullah (sav)’tan sonra en iyi muhafaza ve icra edenler Hulefa-i Raşidin (r.anhüm)dir.
Bütün yönleriyle her zamana göre değişime mahkûm olan hükümler ancak beşeri sistemlerin kanun ve hükümleridir. Esasen her gün de değişse yine de isabetli ve faydalı hükümler olamaz. Çünkü yarınını göremeyen gününe tam vakıf olamayan hatta kendi varlığının mahiyetini kamilen idrak edemeyen mahluk, insanlık kitlelerine hayat sistemi hükümlerini tayin etme gayretinde, iddiasında ve inadında ne kadar isabetli ve haklı olabilir ki?!
İnsanlığın gerçek ve yegâne hayat nizamına ancak bütün kâinatı ve aklı yaratan zerreden kürreye, maddeden manaya her şeyden haberdar olan, ezelden ebede her şeyi hakkıyla bilen Allah (cc) bilir ve belirleme yetkisine sahip olan da O’dur.
Akıllarını beşeri ideolojilerin ve felsefelerin girdabına atanlar, İslam’ı da zamane müstekbirlerinin arzuları doğrultusunda yorumlama gayretinde bulunmanın etkisiyle ilahi ahkâmı beşeri düzenlere uydurmaya çalışıyorlar. Bu ameliyelerine de ümmet içerisinde hüsn-ü kabul görmüş bazı isim ve terimleri kılıf olarak giydirmek suretiyle meşruiyet kazandırmak istiyorlar. Böylece ilahi nizam ve şeytani düzen (hak ile batıl) arasındaki büyük mesafenin ortadan kaldırılarak hak ve batılın birbirine karıştırılmasının yolu açılmış olacaktır. Oysa hak ile batıl birbirine karıştığında batıl galebe eder. Tıpkı temiz ile necis karıştığı zaman hükmen necis olduğu gibi. Veya bal ile zehir karıştığında zehir etkisi yaptığı gibi.
Allah(cc), beşeriyete teşri-i hâkimiyet hakkı (kanun koyma yetkisi) vermediği gibi ilahi kanunları değiştirme yetkisi de asla vermemiştir. Hülasa, zamanın değişmesiyle değişebilen hükümler nasslarla sabit olan İslami hükümler değil, İslam’a aykırı olmayan ve maslahat kapsamında İslam toplumunca ihtiyaçlar nedeniyle zamanla yaygınlaşan örf ve adetler üzerine bina olunan hükümlerdir.
İnzar Dergisi
[1] Ahzab Suresi: 36. Ayet
[2] Bakara Suresi: 106. Ayet
[3] Maide Suresi: 3. Ayet
[4] Tevbe Suresi: 60. Ayet