Elimde bavulumsu, küçük bir çanta vardı. İçinde bir iki çamaşır, çorap vs. ihtiyaçlarım. Gece yarısı beni indirdiler otobüsten. “Kardeşim bak şurası otogar” dedi muavin. “Biraz yürüyeceksin o kadar.”
Neden beni otogarda indirmiyorsunuz diye itirazda dahi bulunmadım. Yürüdüm. Bir süre sonra otogardaydım. Gidecek yerim yoktu. En iyisi mescide gitmekti. Ama daha sabah namazına çok vardı.
Vardım mescide. Çantamı bir yastık gibi başımın altına koydum. Kafamda bin bir düşünce. Bundan sonra ne olacak? Bu şehirde ne yapacağım? Birden eşim, çocuklarım gözümün önüne geldiler. Onlar da benden farksızdılar ya. Babasına göndermiştim. “Bir süre orada kal, bakalım ne olacak?” demiştim.
Kayınbabamlar kalabalık bir aileydi. Bizimkiler de işin tuzu, biberi olmuşlardı. Sonra; “Bu böyle gitmez, en iyisi sen memlekete geri dön, babamlarda kalırsın” diye karar almıştım. Onlar memlekette, ben ise şu an bu otogar mescidindeydim.
Dalmışım. Eskiden beri uyku bir sığınaktı benim için. Başım dara düştüğünde uyumaya çalışırdım. Sonra da dua ederdim. “Ya Rabbi! Uyandığımda bu derdimden eser kalmasın” diye. Fakat bu kez dua etmeye fırsat bulamadan uyumuşum.
Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum. Güzel bir ezan sesi ile uyandım. Oldum olası sabah ezanlarından etkileniyordum. Ama bu bir başkaydı. Çünkü bizim memlekette imamlar ezanı kısa tutarlardı. Burada ise uzatıyorlardı. Müezzinin maşallahı vardı. Güzel sesini uygun bir makam ile birleştirince, içimde dertlerimden eser bırakmayacak bir iç huzur oluşuyordu.
Abdest için dışarı çıktım. Hava serindi. Hâlbuki daha yazdan kalma günleri yaşıyorduk. Ama bu memleketin seher yeli vardı ve içimi ürpertiyordu. Soğukça bir su ile abdest aldım. Damlalar yüzümden düştükçe; “Allah'ım! Şu başımdaki gaile de böyle akıp gitsin” diyordum.
Sabah namazını cemaatle kıldık. Tabi ben Şafii'yim. Hanefilerle birlikte sabah namazını, bizimkinden biraz farklı eda ettik. Namazdan sonra mescitte oturmaya devam ettim. İki genç bana bakıp, konuşuyorlardı. Kulak kabarttım: “Adam nasıl namaz kılıyor? Şehadet getirirken parmağı yukarıda kaldı. Olur mu öyle? Hem kıyam ederken ellerini havaya kaldırdı. Bu ne biçim namaz?” diyorlardı.
Yaklaştım gençlere: “Bakın gençler. İslam'da mezhepler var. Bunlar itikadi olarak bir, işte bazı meselelerde farklı davranabiliyorlar.” Bu girişten sonra onlara biraz mezheplerden bahsettim. Onlar cevaben: “Hocam, siz din görevlisi misiniz?” dediler.
Hava aydınlanmıştı. Mescitten ayrıldım. Bir iş için para yatırmam gerekiyordu. Baktım ki iki taksitte yatırmam gereken parayı birleştirmişler ve o kadar param yoktu. Bana “itiraz et” dediler. İtiraz edeceğim kişiye yönlendirdiler. Aman Allah'ım! Adamı tanıyorum. Ama ismini unutmuşum. Birine sordum. İsmini öğrendikten sonra yanına vardım.
Varır varmaz: “Vay falankes, sen misin?” dedim. Adam suratıma uzun uzun baktı. Tanıyamadı tabi. Kendimi tanıttım. Sarıldı bana: “Hayırdır, nereden böyle?” Hoş beşten sonra: “Çantanı alalım, benim arabaya atalım, akşam eve gideriz” dedi.
Derin bir nefes almıştım. Bu akşam bir yastığa baş koyacaktım. Bana kalacak bir yer ayarlayana kadar 15 gün misafir ettiler. Evleri üç katlıydı. Her bir katta ailenin farklı bireyleri kalıyordu. Eşi ile birlikte çalıştıklarından, ben yaşlı anne ve babasının yanında kalıyordum. Evlatları gibi baktılar bana.
Bizim arkadaş, şu an tövbe etmiş ama o zamanlar içki içiyordu. Fakat evinde değil. Özellikle maç seyrederken. Maç gecelerinde dışarı çıkar, ben ise dindar, mütevekkil ve yaşlı anne-babasının yanında kalıyordum.
Arkadaşla bazen sohbet ederdik. Bana: “Abicim tanıdık dinci, cemaatçi, Hizbullahçı var mı? Valla şu an onları şikâyet etmenin tam zamanı. Çünkü kimi şikâyet etsen, gümbürtüye gidiyor.” diyordu. Bense kendi kendime: “Valla sen de kiminle konuştuğunu bilmiyorsun amma…” diyordum. Sadece hidayeti için dua ediyordum. Allah'a şükür dualarım kabul oldu. Hala görüşüyoruz. Minnettarım.
Yıl 2000 idi. Şu an 2018. Resulullah (sav)'in Mekke'den Medine'ye hicretinin 1440. yılı mübarek olsun.