Bir yandan savaşı İslâm dünyasının enerjisini tüketecek şekilde zamana yayan Amerika, diğer yandan tarihte pek çok kez olduğu gibi dış düşmanı ittifaka çağıran ve böylece Rusya'yı sürece dahil eden yapı... İki yapı savaşıyor mu, ittifak içinde yeni bir ortam mı oluşturuyor? Bunu seçmek zor olmasa bile anlatmak zor…
Tarihî İslâm coğrafyası Miladî 19. yüzyıla hazırlıksız yakalandı. İslâm'ın Hindistan'ı elden çıkmış; Orta Asya'sı Rus işgali ile küçülmüş. Malezya ve Endonezya'sı ayaklar altına alınmış. İşgal Doğu Afrika'dan Afrika'nın içlerine uzanmış. Ama Müslümanlar, ancak Fransız İmparatoru Napolyon bir anda Mısır'da göründüğünde karşı karşıya oldukları yenidünyayı fark etmişlerdi.
İngiltere ve Fransa'nın başını çektikleri, İtalya, Portekiz ve Hollanda'nın dahi rol üstlendiği işgal sürecinde Rusya'nın komşu güç olarak her gün bir dilim daha kopardığı İslâm dünyası aç kurtların saldırısına uğrayan yaşlı bir kadın gibiydi; çığlık atıyor, elindekileri kurtlara doğru savuruyor, figan ediyor ama kendisini parçalanmaktan koruyamıyordu.
O günler şairlerin “Vaveyla” başlığı ile
Git vatan! Kâbe'de siyaha bürün
Bir kolun Ravza-i Nebi'ye uzat
Birini Kerbela'da Meşhed'e at
Kâinatta o hey'etinle görün
.......
Aç vatan göğsünü İlah'ına aç!
Şühedanı çıkar da ortaya saç!
De ki Yâ Râb bu Hüseyn'indir
Şu mubârek Habib-i Zişanın
Şu kefensiz yatan şehîdânın
Kimi Bedr-in kimi Hüneyn'indir
Tazelensin mi kanlı yâreleri?
Mey dökülsün mü kabr-i eshâba?
Yakışır mı sanem bu mihrâba?
Haç mı konsun bedel şu mîzâba? (Kâbe'nin oluğunun yerine haç mı konsun?)
Dininin kalmasın mı bir eseri?
Âdem evlâdı bir takım cânî
Senden alsın mı sâr-ı şeytânı?
diyerek çığlık attıkları günlerdi.
Müslümanlar, bu işgale karşı, İslâm'ın sağladığı özveri enerjisiyle toparlandılar; 20. yüzyılın başında imkânları ile ölçülemeyecek; ancak Sünnetullah'a uymaları ile kavuştukları ilahi yardımla açıklanabilecek başarılar elde ettiler. Ama I. Dünya Savaşı çatıverdi. İşgal bir anda büyük bir alana yayıldı. İslâm dünyasında işgal edilmemiş çok az yer kaldı.
1930'lu yıllara gelindiğinde savaş çoktan bitmiş ancak hesaplaşma bitmemişti, I. Dünya Savaşı'ndan yaralı çıkan ve intikam için günden güne sabırsızlanan Almanya'nın başını çektiği yeni bir dünya savaşının ayak sesleri kapıdaydı.
Durumu ilk kavrayan uzun bir sömürge tecrübesi bulunan İngiltere'ydi. Bu yaşlı kurt, İslâm dünyasında, kabile yapısından da yararlanarak el çabukluğuyla krallıklar kurdu.
Napolyon sonrası işgal dalgası, 1930'lu yılların sonunda Avrupa'nın insanlığa verdiği zararın karşılığını görürcesine yüz yüze kaldığı II. Dünya Savaşı ile durdu. İngiltere'den sonra Fransa da işgal ettiği İslâm topraklarını fiili olarak terk etti.
Ne var ki İslâm dünyasını fiili olarak terk edenler, ardlarında “kukla rejimler” bırakmışlardı. Yönetim biçimleri farklı, tutumları aynı olan rejimler... Dış güçlere vekâlet eden küçük bir azınlığa maddi refah sağlayan, halkına düşman; halkının düşmanına dost devletçikler... İslâm dünyası tarihi boyunca hiç bu kadar küçük parçalara bölünmemiş; Müslümanlar, hiçbir zaman böyle dışa bağlı rejimlerle yönetilmemişti.
Bu rejimlerin kirli yüzü, Filistin'de İslâm'ın bağrına saplanan israil hançeri karşısındaki tutumları ile avama beyan oldu. Onlar dış güçlerin yönlendirmesiyle israil karşısında suskun ve israil'in yanında durdukça Müslümanlar onlardan nefret etti. O gün henüz geçmişlerinden kopmamış olan Müslüman halklar, açlığa tahammül ediyor ama başlarındaki rejimlerin Kudüs'ün işgali karşısındaki duyarsızlıklarına tahammül etmiyorlardı.
israil, yerini genişletip Müslümanlara verdiği acıyı artırdıkça İslâm dünyasındaki uyanış arttı. İslâm dünyasındaki uyanış arttıkça Müslümanlarla başlarındaki yönetimler arasındaki gerginlik büyüdü.
Sosyal bilimleri sihirli bir alet gibi kullanan Batı, bu gerginlik karşısında çözüm olarak ulusal solu buldu. Müslümanları kurtuluş adına, özgürlük adına özünden koparacak ve kurtuluşa götürme umuduyla kalıcı bir esarete götürecek bir ideolojiydi bu.
SURİYE-IRAK PROBLEMİ
Ulusal sol, İslâm dünyasında çok ağır yaralar açtı ama hiçbir yerde Suriye'de yetişip Irak'a geçen Mişel Eflâk'ın açtığı yara kadar büyük yara açmadı.
Mişel Eflak, ardında iki ulusal sol ideoloji evladı bıraktı: Hafız Esad ve Saddam Hüseyin. Biri Alevî, diğeri Sünni kökenli.
Saddam Hüseyin'in devrimden sonra 1979'da İran'a açtığı savaş, sekiz yıl boyunca maddi olarak çok tahribat yaptı. İslâm dünyasında Acem-Arap, Kürt-Arap bağlamında parçalayıcı bir rol oynadı. Sünni-Şii bağlamında ise kötü tohumlar atsa da tahribatında sınırlı kaldı. Müslümanlar, 20. yüzyılın İttihad-ı İslâm önderlerinden öğrendikleri ile bir oranda mutedil olmaya çalışmışlardı.
Saddam'ın katliamlarına Araplık görüntüsüyle oysa gerçekte dış güçlerin yönlendirmesiyle destek verenler, Irak-İran savaşının hemen ardından kendilerini onun saldırıları ile yüz yüze buldular. Saddam, Kuveyt'e saldırmakla kalmamış, çevresindeki İngiltere kalıntısı diğer emirlik ve krallıkları da tehdit etmişti.
Bu süreç içinde Mişel Eflak'ın diğer evladı Hafız Esad, Hama katliamı ile Suriye'deki İslâmî birikime ağır bir darbe vurmuş, israil'e karşı başarı umutlarını zedelemiş ve PKK'ye fizikî alan sağlayarak Türkiye odaklı yeni bir çatışmanın ortamını oluşturmuştu.
Ama Mişel'in İslâm âlemini alt üst edecek çılgın bombası Saddam'dı. Saddam'ın 1991'de Kuveyt'e yönelik saldırısı İslâm âleminde yepyeni bir tarihin başlangıcı oldu. O güne kadar Rusya'nın Afganistan işgali durdurulmuştu. Bosna'da, Moro'da ve Çeçenistan'da şanlı bir mücadele oluşmuştu.
Ama şimdi Amerika Birleşik Devletleri, II. Dünya Savaşı'ndan bu yana biriktirdiği ve Vietnam Savaşı'nda çok azını kaybettiği bütün gücüyle İslâm âleminin kalbine geliyordu.
Amerika, buna rağmen istediği işgali gerçekleştiremedi. Ancak Irak'ta Sünni ve Şii Araplar arasında korkunç bir parçalanmanın tohumlarını attı. 2001'deki 11 Eylül vakasından sonra Irak'ta yeniden harekete geçti ve İngiltere'nin işgal tecrübesinden yararlanarak İslâm dünyasının enerjisini tüketecek bir fitnenin tohumlarını serpti.
Amerika, Irak'ta renk olarak Şii ağırlıklı ama gerçekte klasik bir sömürge hükümeti konumunda bir iktidar oluşturdu. Bu iktidarla İslâm dünyasında uzun süredir sakınılan Şii-Sünni ayrışması yeniden dirildi, katliamlara yol açacak boyutlara vardı.
Amerika'ya bağlılığı tartışmasız olan Suudi Arabistan da bu yeni süreçte çok aktif bir rol üstlendi. Bu rejimin Afganistan ve Çeçenistan mücadelesinin kaybedilmesindeki rolü biraz örtük kalmıştı. Somali'de ise her şey açıktı.
Somali'de klasik İhvan-ı Müslimin ve tasavvuf kültürü üzerinden sağlanan mutedil ortam, Afrika'da konuşulmaya başlanmış; burada sivil olarak kurulan İslâm mahkemelerinin dağıttığı adalet Orta Afrika halkları için İslâm'a bağlanan umudu bir anda artırmıştı.
Batı, bundan rahatsızdı. Ama onlardan çok Suudi Arabistan, yanı başındaki Somali'de böyle mutedil bir yapının inşasından ürkmüştü, oraya el attı ve oradaki savaşı Çeçenistan ve Afganistan noktasına sürükledi. Somali meselesi, çok fark edilmese de Suudi Arabistan'ın İslâm dünyasındaki mutedil hareketlere yol kazaları yaşatmakta Batı için bulunmaz bir müttefik olduğunu ortaya koydu. Yeni süreçte her mutedil hareket, Suudi'nin oyunları ile yüz yüze kalacaktı.
İslâm dünyasında diktatör ve krallar yaşlandıkça halkların sabırsızlığı da artıyordu. İslâm dünyası fırsat bulduğu ilk anda sorunsuz bir dönüşüm yaşayabilir. Sömürgecilerin ardlarında bıraktıkları devlet yapıları İslâmî uyanışla verimli bir kaynağa bürünebilirdi.
2011…Önce Tunus, sonra Mısır... Halkın rızasına dayalı idare karşısında şizofrenik bir tepki içinde olan Suudi Arabistan tekrar hareket geçti. Mısır ve Tunus'taki hareketlenmeyi engellemek için dış düşmanların emirlerini uyguladı.
Aynı dönemde Suriye'de görülen hareketlilik ise çok daha ağır bir tehlike ile yüz yüze kaldı. Irak'ta işgal süreci boyunca oluşan ve oluşturulan öfkenin yönü bir anda Suriye'ye çevrildi. Tarihî Irak fitnesi, sükûneti daima çatışmaya tercih etmiş Şam topraklarına taşındı ve bugünkü kanlı resim oluştu. Bir yandan Mişel'in yetiştirmesi Hafız Esad'ın ardında bıraktığı rejim, diğer yandan Mişel'in diğer yetiştirmesi Saddam'ın ardından oluşan ortamın ürünü bir yapı... İslâm dünyası tarihinin en kanlı, en kirli, en tehlikeli süreçlerinden birine girdi.
Bugün Mişel Eflak'ın yol açtığı ortamda yeni ve çok tehlikeli bir cepheleşmeyle yüz yüzeyiz. Hiçbir ilke tanımayan, herkesin kendisi için İslâm düşmanı bir müttefik, daha doğrusu bir patron aradığı bir ortam...
Fitnenin ilk döneminde Suriye, Irak'a benzemez, dendiğinde bu pek anlaşılmıyordu. Belki bugün biraz daha anlaşılıyor. Ama fitne, ağırlığını gittikçe artıran bir bedelle devam ediyor.
Bir yandan savaşı İslâm dünyasının enerjisini tüketecek şekilde zamana yayan Amerika, diğer yandan tarihte pek çok kez olduğu gibi dış düşmanı ittifaka çağıran ve böylece Rusya'yı sürece dahil eden yapı... İki yapı savaşıyor mu, ittifak içinde yeni bir ortam mı oluşturuyor? Bunu seçmek zor olmasa bile anlatmak o kadar zor ki... Derin bir İslâmî eğitimden kopan Müslüman kitleler, her şeyi yüzeysel düşünüyor. Bugünle dün arasında bağ kuramıyor, hileleri çözemiyor, duyurmaya çalışanlara derin bir uykudan uyandırılıp sorunlarla göz göze getirilen adamın öfkesiyle hücum ediyor. Uyarıların altında art niyetler arıyor.
UMUT İTİDALDİR
Umut itidaldir. İslâm dünyası ne zaman mümkün olduğu kadar çok sayıda rengi bünyesinde bir anda barındırmayı sağlayan itidali bulduysa o zaman güçlendi ve öne geçti. Çözüm, ne değdikçe kanatan ve onulmaz yaralar bırakan keskin bıçaktır ne de iş görmez kör bıçağa benzeyen denge politikasıdır. Çözüm, itidaldir. Ama itidali nasıl öğreneceğiz?
Bir tutumu öğrenmenin üç yolu vardır:
1. Vahye bağlanarak,
2. Hem tecrübe ederek hem vahye bağlanarak,
3. Sadece tecrübe ederek.
Biz Müslümanlar, eğitim kurumlarımızın önce uyuşması; sonra, bizim eğitim kurumlarımızı terk etmemizle vahiyden öylesine uzaklaştık ki artık aynen vahiyden uzak olan diğer dünya toplulukları gibi her şeyi ancak tecrübe ederek öğreniyoruz.
Galiba itidali ancak, aşırılığın, farklı olana tahammülsüzlüğün, tek bir yapının asla kendisini herkese kabul ettiremeyeceği ve asla huzuru sağlamayacağının son noktaya ulaşmasıyla uçurumun kenarında iken öğreneceğiz.
Yanlış bir eğitimle yol almış, o yanlış eğitim içinde yol aldıkça bizden uzaklaşan ön cephe adamlarında itidal işaretleri görünmüyorsa da ümmetin velut bağrında itidalin tohumları hâlâ diridir. Keşke o tohumlar böyle bir ağır musibet tecrübesiyle değil, vahyin nasihatiyle yeşerseydi...