Kâinatın yaratıcısı olan ve yoktan var ettiği varlıklara sonsuz nimetler bahşeden yüce Allah, buna karşılık biz kullarından kendisine her zaman ve şartta şükretmemizi istemiştir. Yüce Rabbimiz elçileri aracılığıyla bu hakikati insanlığa bildirerek Nebilerini tasdik edenleri cennetle müjdelemiş, sunduğu lütufları inkâr edenleri ise cehennem ateşi ile uyarmıştır.
Allah (c.c) son elçisi olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’e indirdiği Kur’an-ı Kerim’de de yarattıklarına verdiği nimetlerden ötürü kullarından kendisini zikretmesini istemiş, onları bu minval üzere imtihan edeceğini bildirmiştir. Nitekim Mülk Suresi 2. Ayette “O ki, hanginizin daha güzel işler yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı…” şeklinde buyrulmuştur.
Allah’ın çağrısına kulak vermeyen nice kavimler gibi Mekke toplumu da Allah’ın kendilerine ihsan ettiklerini unutup fıtratından uzaklaşmıştı. Adalet duygusunun dip yaptığı, insana malı ve soyu ölçüsünde değer verildiği, müstehcenliğin ayyuka çıktığı bir coğrafyada tüm insani ve medeni değerler ayaklar altına alınmıştı. Bu vahim durumun en bariz özelliklerinden ikisi kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi ve kölelerin mal gibi alınıp satılmasıydı.
Mekke’nin ekonomi ve ticaret ağını tekeline alan zengin aile grupları uyguladığı faiz sistemiyle mazlum tebaanın kanını emiyor, bir süre sonra borcunu ödeyemeyenler kapitalist zenginlerin eline köle olarak düşüyor ve böylelikle ömür boyu özgürlüklerinden yoksun bırakılıyorlardı. Geleneksel şiir söyleşileri ve eğlence kültürünün yaygınlığı, toplum bireylerinde zevk ve sefaya düşkünlüğü tavan noktasına getirmişti. Mekke ve dünyanın birçok yerinde hem bireysel hem de toplumsal yozlaşma alabildiğine çoğalmış, insanlığın büyük bir kısmı yaratıcısını unutmuştu.
Rabbimizin kurtuluş önderi olarak gönderdiği rahmet elçisi Fahr-i Kâinat efendimiz (sav), insanlığın gaflet bataklığında yüzdüğü bir dönemde Mekke halkına hak din olan İslam’ı tebliğ etmeye başlamıştı. Onun nebevi çağrısına ilk kulak veren topluluk içerisinde çoğunluğu mustazaflar oluşturuyordu. Sonraki süreçte efendimizin mesajının evrensel nitelikte ve adalet temelli olduğunu idrak eden diğer toplum kesimleri de Müslüman olmaya başlamıştı.
Mekke’deki büyük baskı ve zulümler aziz İslam dininin yayılmasını önemli oranda engellemiş, Peygamber Efendimiz (sav) kendisine iman edenlerle birlikte Medine’ye hicret etmek zorunda kalmıştı. Medine’deki mevcut şartlar İslam’ın daha hızlı yayılması ve İslam toplum düzeninin uygulamaya konulması kolaylaştırmış, yüce dinimizin gittiği her beldeye adalet götürdüğü geniş kitleler tarafından fark edilmiştir. Öyle ki Medine’ye uğrayan bir kısım tüccarlar memleketlerine Müslüman olarak dönmüş, Efendimiz (sav)’e İslam’ı öğretmeleri için farklı coğrafyalardan öğretmen talep edilmiştir.
Peygamber Efendimiz (sav)’in vefatından sonra dört halife döneminde de İslam geniş coğrafyalara yayılmaya devam ediyordu. İslam’ın öngördüğü vasat hayat anlayışı hem bireyin iç dünyasına mutluluk getiriyor, hem de sosyal ilişkilerde düzenli bir işleyiş söz konusu oluyordu. Dört halifeden sonra hüküm süren İslam devletlerinde de zaman zaman aksaklıklar yaşanmış, bunun nedeni elbette ki devleti yöneten zümrenin dünyevi hesap gütmeleri ve toplum içerisindeki bireysel anlamda meydana gelen bozulmalar olmuştur.
Osmanlı da dâhil olmak üzere günümüze değin hüküm süren İslam devletlerinde mikro ölçekte sorunlar olsa da genel anlamda İslam’ın ilke ve esaslarına uygunluk göze çarpmaktadır. Nitekim İslam dünyası 9. ve 17. asırlar arasında devasa medreseler inşa etmiş, nice alim ve bilim adamı yetiştirmiş, medeniyet anlamında dünyayı yönlendiren global bir etkiye sahip olmuştur. Toplum içerisinde diğerkâmlık ve hoşgörü egemen olmuş, ahlaklı birey yetiştirmek amaçlanmıştır. Bu olumlu gelişmelerin en önemli nedeni kuşkusuz ki Allah’ın emirleri ve Peygamber Efendimiz (sav)’in sünnetinin ikame edilmesi, fıtrata uygun yaşama realitesidir.
18. asrın başlangıcından itibaren Osmanlı toprakları başta olmak üzere İslam dünyasında aşırı özgüvenden kaynaklanan rehavet baş göstermiş, bu durum toplumda zevk ve eğlenceye olan yönelimi artırmıştır. Nitekim Osmanlı’da 1718-1730 yılları arasını kapsayan meşhur Lale Devri Müslüman toplumdaki yozlaşma emarelerinin belirgin şekilde hissedildiği bir dönem olmuştur. İdarecilerin toplumun gündemini bir kenara bırakıp ünlü şairler eşliğinde saray şölenleri düzenleyip halkın malını bu tür malayani işlere harcaması haklı bir tepkiye neden olmuştur. Neticede patlak veren bir isyan halk ile devlet arasındaki psikolojik kopukluğun başlangıcına zemin hazırlamış, toplum içerisinde de fıtrattan uzaklaşmaya dönük eğilimler görülmeye başlanmıştır.
Ümmet olarak medeniyette gelinen zirve noktasına yeniden kavuşmak adına yapılan çalışmalar, fabrika ayarlarına dönme gayreti yerine Batı’yı taklit etme çerçevesinde gerçekleşmiştir. Bu uğurda yapılan yenilikler sadra şifa olmadığı gibi Batı ahlakının Müslüman toplumda rahatça yayılmasına neden olmuştur. Özellikle Fransa’dan getirilen hocalar eşliğinde çeşitli kültürel aktiviteler düzenlenerek gençliğe egoist yaklaşım benimsetilmiştir.
Gerek özel yaşamdaki tahribatlar açısından, gerekse de sosyal ilişkilerdeki yozlaşmalar günümüze gelindikçe daha vahim bir hal almıştır. Bugün İslam dünyasının dört bir yanında kan ve gözyaşının hâkim olması, aile içi huzursuzluk ve cinayet oranların giderek artması, toplumdaki aşırı bencillik ve güvensizliğin başat nedeni fıtrattan uzaklaşmaktır. İslam topraklarında savaşların durması adına birçok zirve düzenleniyor fakat akan kan durmuyor ve gözyaşı dinmiyorsa; cinayet ve boşanma oranlarının sıfıra inmesi için yapılan yasal düzenlemeler şiddetin artmasına yol açıyorsa, intihar ve depresyonların önüne geçmek amacıyla yapılan eğitimler sonuç vermiyorsa bunun esas nedeni fıtrata uygun olmayan yöntemlerdir.
Müslümanlar olarak İslam âlemi ve tüm insanlığın huzur bulmasını istiyorsak fabrika ayarlarımıza dönmemiz, sorunların nedeninin fıtrattan uzaklaşmak ve çözümünün ise tekrardan fıtrata dönmek olduğunu bilmemiz gerekmektedir.
Allah’a emanet olun, selam ve dua ile.
Yusuf Bingöl