Kürtler, Miladî 16. yüzyılın başında bugünkü durumlarını da etkileyen bir yol ayrımı yaşadılar. O dönemde bir yanlarında Yavuz Sultan Selim'in Osmanlı'sı, diğer yandan Şah İsmail'in Safevîleri vardı.
Akkoyunlulara galip gelen Şah İsmail, Kürtlerin coğrafyasına yönelmiş, Kürt beyleri ile anlaşmalar yapmış hatta ilgili kayıtlara göre kız kardeşini Hasankeyf Eyyûbî beyi Melik Halil ile evlendirmiş; Kürtleri kendisine tabi durmaya çağırmıştır.
Şah, Kürtlerden mezheplerini değiştirerek ve geleneksel yönetimlerini terk ederek Safevî birliğine katılmalarını talep etmiş; siz bana dönüşerek bana katılın, bir olalım, demiştir. Bu talebi tereddütsüz reddeden Kürt beylerinin bütün önde gelenlerini, bir iki bey dışında, eniştesi de dahil, Tebriz'de hapsetmiş, burada kuracağı baskıyla onları itaate razı edeceğini düşünmüştür.
Bu süreçte aslında önce Akkoyunlu hizmetinde bulunan İdris-i Bitlisî, Yavuz'a ulaşmayı başarmış; ona meseleyi izah edebilmiştir.
Yavuz Sultan Selim, Türklüğünün bilincindeydi ama Türklüğünü Kürtlüğü imha etmek için bir sebep olarak görmüyordu. Yavuz, Hanefi'ydi. Hanefiliğini Kürtlerin Şafiiliğini imha için sebep saymıyordu. Kendisinin sultan konumunda kendi olarak onların da kendileri kalarak buluştuklarında bir büyük güce ulaşabileceğine inanmış, Şah İsmail, onlardan neyi sakınmışsa onlara onu vermişti. Kürtler ikna olmuş ve 1789'daki Fransız İhtilali'nin etkileri Osmanlı üzerinde görününceye kadar Osmanlı'nın sadık tabileri olarak kalmışlar, Osmanlı'nın bütün doğu coğrafyasının bekçileri oluvermişlerdir. O tarihten sonra sorunlar yaşanmışsa da söz konusu Mısır'ın Kavalalı'sı veya Rus Çarı olsun düşman olunca en önemli savaşçı birlikler içinde yerlerini almışlardır.
I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı ordularını dağıttığı hâlde, Kürtler, kadim düşman bildikleri emperyalist güçleri bulundukları coğrafyaya sokmamışlar ya da onları bir yerde durdurmayı başarmışlardır. Ruslar, Bitlis'te dururken Fransızlar, Antep, Urfa, Mardin hattını aşamamışlar; bütün Güney ve Batı Suriye'yi ellerini kollarını sallayarak işgal ederken Kuzey Suriye'nin özellikle batı kesimine adım atamamışlardır. İngilizler, Bağdat'a gelip oradan Musul'un güneyine kahramanlık türküleri bile söyleme gereksinimi duymadan girerken Süleymaniye hattından yukarı çıkamamışlardır.
Bugün geldiğimiz noktada İslam dünyasını yönetenler, kendilerini nasıl tarif ederlerse etsinler, Fransız İhtilali düşünürlerinin mantığıyla yönetiyor; Müslümanca bir itaat bekliyorlar. Yönetim tarzlarını açıklarken kurdukları cümlelerin, öğrettikleri sloganların kotlarını Kur'an-ı Kerim'de, Hadis-i Şeriflerde değil, Rousseau'nun, Victor Hugo'nun, Voltaire'in eserlerinde kolayca bulabilirsiniz. Halktan itaat beklerken ise ayet, hadis okuyorlar, karşılık bulamayınca da öfkeleniyorlar. Artan iletişim ortamında halkın da kendileri gibi Fransız İhtilalinin düşünürlerine kapılmış olabileceğini düşünmek dahi istemiyorlar. Neticede bu sahadaki sorunlarımıza beklenen çözümü getiremiyorlar.
Bu mantıkla bölgede kurulacak her ittifak, yapılacak her tehdit Kürtleri artık pek de uzaklarında olmayan ve I. Dünya Savaşı'ndaki duruşlarını sürekli yüzlerine vurarak kendilerinden farklı bir tutum bekleyen bölge dışı emperyalist güçlere yaklaştıracak, onların müttefiki haline getirecektir.
Emperyalist güçler, İran-Irak Savaşı, Saddam'ın Kuveyt saldırısı, Suriye'de iç savaş, bölgedeki bütün ihtilafları bu bölgeye daha çok yerleşmek için kullandılar. Kürt sorununda da muhtemelen birbirleriyle ittifaka istekli bölge ülkelerini izleyecekler, sorun uygun tabirle piştiğinde müdahil olup meseleyi bölgedeki konumlarını güçlendirmek için kullanacaklar.
Mevcut yol, kimse için yol değildir. Artık hep birlikte Fransız İhtilali mantığını terk edip kendi değerlerimizle ve o değerlerini pratiğini gösteren tarihsel tecrübemizle sorunlara yaklaşmak durumundayız. Birimizin emperyalist güçlerle işbirliğini başkasına karşı fırsat bilip diğerimizin kuramadığı işbirliğini başkasını suçlamak için kullanmasının işimize yarar hiçbir tarafı olmamıştır, olmayacaktır.
Hep birlikte aklımızı başımıza toplayıp emperyalistlerin işine yarayacak yaklaşımlardan vazgeçmeli, kendimize ait üst aklımıza yönelip birlikte güçlenmenin yolunu aramalıyız. Aksi halde hep birlikte, belki birimiz sabah, diğeri öğlen, öbürü akşamüzeri bu doyumsuz dış güçlere yem oluruz. Büyüklerimiz onlara direnemeyecek, küçüklerimiz onların yanında mutlu olmayacaktır.