Fuat Sezgin'in adını ilkin muhtemelen 2000 yılında Kanal D'de şimdi CHP Milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı olan Tuncay Özkan'ın programında duydum. O günlerde Kanal D'nin Genel Yayın Yönetmeni olan ve 28 Şubat'ın sosyal mühendisleri arasında görünen Özkan, programa eski Başbakan Yardımcısı ve SHP Genel Başkanı Erdal İnönü'yü de çağırmış, programına popüler bir boyut katmıştı.
İnönü, siyasi görüşü bir yana, ODTÜ'de rektör vekilliği yapmış, Boğaziçi Üniversitesi'nde bulunmuş, TÜBİTAK'ta çalışmış önemli bir bilim adamı olarak biliniyordu.
Siyasetle uğraşırken de bilimden kopmadığı bilinen Erdal İnönü, İsmet İnönü'nün oğlu olsa da fazlasıyla mütevazılığıyla bilinirdi. Ama programda o yönünü de geçecek kadar Fuat Sezgin'e karşı saygılıydı. Özkan, Fuat Hoca karşısında düğmelerini iliklemiş, sorularını sorarken İnönü program boyunca neredeyse hiç doğrulmamış, Fuat Hoca'nın söylediklerini onaylayıp onu sürekli övmüştü.
Programı izlememi sağlayan da ekranda görmeye hiç tahammül edemediğim Özkan'ın tutumu değil, İnönü'nün o saygısıydı.
Kimdi bu adam? İsmet İnönü'nün oğlu ona karşı neden bu kadar saygılıydı? Bir bilim insanı olarak Erdal İnönü, bu adını sanını duymadığım adamı niye bu kadar takdir ediyordu?
Asıl şaşkınlığım ise Fuat Hoca'yı dinledikten sonra hasıl olmuştu: Ben, öyle bir programdaki adamı, 28 Şubat koşullarında fena bir şekilde İslam düşmanlığı yapacak diye düşünüyordum, Hoca'nın dış görünüşü de bendeki peşin hükmü destekliyordu, kim bilir belki o günlerin öfkesi içinde hakarete bile hazırlanmıştım. Oysa Fuat Hoca, İnönü ve Özkan'ın karşısında hiç ara vermeden İslam medeniyetinin Batı'dan üstünlüğünü, üstelik çok ikna edici bir dille anlatıyor. 28 Şubat'ın iki destekçisi de onu hiç itirazsız onaylıyorlardı. Ortada yaman bir çelişki vardı.
Program bittikten sonra da Ankara'nın yalnızlığı içinde bulduğum fırsatla konuyu anlamaya çalıştım. Özkan, sonradan “Biz Kaç Kişiyiz?” programlarının öncülüğünü yapacak, meşhur Cumhuriyet mitinglerinin başaktörleri arasında yer alacak ve nihayet Ergenekon davasının büyük sanıkları arasında yıllarını cezaevinde geçirecekti. O günlerde böylesine ünlü değildi ama siyasi görüşünü iyi biliyordum, Erdal İnönü'nün siyasette “devletin kurucu aklı” açısından “simge” işlevinin ise fazlasıyla farkındaydım. Özellikle PKK'nin siyasi kanadının sosyalist milletvekillerini 1991'de Meclis'e taşıması zihnimin bir yerinden hiç çıkmıyordu.
28 Şubat'ın karanlığında bu ışık, hem de Kanal D ekranlarından neden yakılıyordu? Sorunun cevabını 28 Şubat generallerinin arayışında bulmuştum. israil'le yaşadıkları bütün yakınlaşmaya rağmen kendilerini israil ve ABD'ye beğendirtemeyen, aksine “Batıcı sol veya liberal ulusalcılık”la şekillenen bağımsızlık hülyalarını, subaylık gururlarını inciterek ayaklar altına alan Batı, kendilerine dost olamazdı. Generaller bunun için “Avrasyacılık”tan söz ediyorlardı, Batı'nın hiçliğini kavratma, Doğu'nun üstünlüğünü ortaya koyma derdine düşmüşlerdi.
Daha açık bir ifadeyle 28 Şubat karanlığının en koyu noktasında “Devlet”, Doğu'dan yana bir dönüşüm kararı almıştı, bu dönüşüm kararında Fuat Sezgin bir simge olarak sunuluyordu, o simge, “Türkiye'ye komünizm lazımsa onu da biz getiririz” diyen İsmet İnönü'nün oğlu Erdal İnönü simgesi üzerinden bir “Devlet” kararı olarak ekrana veriliyordu.
Programla ilgili bütün yorumum bittiğinde “Direksiyon İslam'dan yana çevrilmiştir, bakalım ne zaman somut adımlar göreceğiz?” demiştim.
Pazar günü Fatih Camisi avlusunda Fuat Hoca'nın cenaze merasiminde beni en çok sevindiren hususlardan biri Özkan ve İnönü'nün siyasi görüşünü temsil eden tek bir kişinin dahi bulunmamasıydı. Bu koca âlimin sol tarafından sahiplenilmemesinden nasıl anlaşılırsa anlaşılsın sevinç duydum. Bu yazıyı yazarken Kılıçdaroğlu, seçim öncesinde “Mevlanalaşma” azizliği rolünü oynayan Muharrem İnce ve Fuat Hocayı Türkiye'ye tanıtan Tuncay Özkan'ın Twitter hesaplarına baktım, tek satır taziye dahi yayımlamamışlardı. Bir kat daha sevindim. Bunlar her ne kadar 1991'de olduğu gibi PKK'nin siyasi kanadını Meclis'e taşımışlarsa da demek ki artık “memlekete komünizm lazım olsa onlar getirmiyorlardı.” İşler onların elinden çıkmıştı.
Ve meselenin daha mühim yönü…
Kimdi Fuat Sezgin?
24 Ekim 1924'te Bitlis'te doğmuştu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Şarkiyat Enstitüsü'nde İslami Bilimler ve Doğu araştırmalarında adını duyuran Alman Şarkiyatçı Hellmut Ritter'in asistanlığını yapmıştı. Dolayısıyla ilim hayatına bir Oryantalist olarak başlamıştı. Bildiğim kadarıyla aynı zamanda Sol görüşlüydü. Dolayısıyla biyolojisi Doğu'ya, fikrî Batı'ya ait bir Şarkiyatçı olarak kimlik bulmuştu. Doktorasını “Buharî'nin Kaynakları” başlığı altında yapmış, Batı'da Oryantalistler arasında kendisinden söz ettirmişti. Ama 1960 İhtilali, bu beyni beğenmemiş, 8 Ekim 1960 tarihinde Resmî Gazete'de yayınlanan 114 sayılı yasayla üniversiteden uzaklaştırılan 147'ler arasına almış, üniversiteden ihraç etmişti.
Fuat Hoca, Resmî Gazete'deki kararla üniversiteden atılmış ama “Resmî” kararı ilim hayatına devam ederek ekarte etmişti, kendisini tasfiye edenleri iradesiyle tasfiye etmişti. O irade sayesinde gün gelecek kendisini atanlar, tarih çöplüğünde bile yer bulmayacak ama kendisinin naaşı, İstanbul'un en nezih noktalarından birine gömülecekti. Bu, iradenin karşılığıdır ve asıl resim her zaman “irade”dir. İlahî iradeden bir cüz olan o var olunca, bütün resimler boşa çıkar, bütün “resmî”ler iflas etmeye mahkûmdur.
“Allah'ın arzı geniş” olduğundan Hoca, Almanya'ya gitmiş ve binden fazla cilt eser yazarak dünyanın en büyük Doğu bilimcileri arasında yer almıştı. Ama 2000'li yıllardan sonra “Medeniyetler Çatışması”, sırf Batı düşman bulup ayakta kalsın diye canlandırıldığında Fuat Hoca “Şarkiyatçı-Oryantalist-Doğu Bilimcisi” unvanlarını bir kez daha iradesine sarılarak terk etmiş, Batı'nın bütün tepkisini göze alarak bir “İslam alimi” gibi konuşmuştu. Batı, onu hemen defterden silmiş, açtığı enstitülerden adını bile silmişti ama onu yolundan döndürememişti.
Fuat Hoca, ilme Batı'nın penceresinden girmiş, İslam'ın penceresinin önünde durup dünyaya bakmaya başlamıştı. Son dönemde çok az İslam alimi, onun kadar İslam'ın bilimle ilişkisini doğru izah edebilmiştir. Onun tutumu ne İslam'ı anlamlı anlamsız Batı'nın karşısında dikenlerin ne de bilim adına ne bulsa “Yahu bu Kur'an'da var!” diyen “Dindar modernistler”in tutumuna benziyordu.
Hoca, her beşer gibi elbette kimi noktalarda yanılmıştır. Ama onun esas açısından bize getirdiği en önemli husus herhalde, Şarkiyatçıların İslam biliminin tükeniş tarihiyle ilgili tespitlerine reddiyedir. Şarkiyatçılar, İslam biliminin Gazzalî ile bittiği gibi yersiz bir iddiayı bize kabul ettiriyorlar; İbn Teymiyye fikriyatının İslam aleminde yaydığı Gazzalî karşıtlığından da yararlanarak bizi Gazzalî'nin Haçlı ve Moğol karşıtı zaferlerin kazanılmasını sağlayan ve nihayetinde bizi Viyana kapılarına götüren İhya'sından yoksun bırakıyorlardı. Dahası İslam tarihinin en karanlık yüzyılı olan Hicri 4 / Miladî 10. Yüzyılı “İslam'ın Altın Yüzyılı” diye bize dayatıyorlar, kelli felli adamlarımız da buna alasıyla inanıyorlardı.
Fuat Hoca, “İslam'da Bilim ve Teknik” kitabının 1. Cildinin “Duraklamanın Başlangıcı ve Yaratıcılığın Son Bulmasının Nedenleri” başlığı altında özetle anlattığı üzere Müslümanların bilimdeki ilerleyişinin Miladî 16. Yüzyıla kadar sürdüğünü ortaya koyuyordu. Bu, Gazzalî'yi yeniden kazanmamız demekti, zira bu tarih artık Gazzalî'nin yolunun izlendiği tarih değil, işlevsiz bir kutsallıkla kutsanıp kör bir taklitle taklit edildiği tarihti.
Fuat Hoca'nın önümüze koyduğu diğer bir husus ise pratikle ilgiliydi. “İslam'ın bilimle ilişkisi Batı'dan üstün ama biz bunu nasıl anlatacağız?” Fuat Hoca, bu konuda “İslam medeniyetinin büyüklüğünü kendi insanımıza anlatmak, Batı'ya anlatmaktan daha zor” sözüyle nasıl bir çıkmazla karşı karşıya olduğumuzu göstermiş, tek sözle İslam dünyasının kendisine nasıl yabancılaştığını ve bundan sonra ayağa kalkmak için ne kadar uğraşmamız gerektiğini ortaya koymuştu.
Gelecek yılın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından “Fuat Sezgin İslam Bilim Tarihi Yılı” olarak ilan edilmiş olması güzel bir karardır; inşaallah bu çerçevede yapılacak etkinliklerle genç neslimiz İslam medeniyetinin üstünlükleri ile tanışacaktır. Zira iki yüz yılı aşan bir eğitim serüveniyle başta Sarbone aydınlarının etkisindeki gençler olmak üzere İslam dünyasında bizzat “İslamcı” gençlik de zihnen sekülerleşmiş, Batı'nın mutlak üstünlüğüne inanmıştır, Batı'ya küfrederken bile Batı'yı kutsayacak kadar Batı'ya bağlanmıştır.
Fuat Sezgin'in İslam'a yönelişte bir simge olarak ölümünden sonra da korunması bilimle ilişkimizi yeniden düzenlememiz için hayırlı olacaktır inşaallah.