Gazzâlî, Miladî 1058 yılları ile 1111 yılları arasında yaşamıştır. Onun doğumundan henüz yüz elli yıl önce İslam dünyasının krizi, bölünmeye yol açmıştı.
İslam dünyasını krizden kurtarma çabaları, Kuzey Afrika’da bir Fâtımî Devleti ihdas etmişti. Ancak bu devlet, çözüm olmak bir yana fay hatları daha derin bir bölünmeye yol açmış, İslam dünyasının krizini karmaşıklaştırmıştı.
Fâtımî Devleti, başlangıçta İtalya üzerinden Katolik Avrupa’ya karşı bir fetih hareketine girişmiş görünmüştü. Ama bu girişimiyle bile, İslam dünyasının büyük kazanımı Sicilya’nın kaybına ve Endülüs’te Müslümanların ağır darbeler almasına neden olmuştu.
O dönemde Karamatîler, Hacerülesved’i bile yerinden söküp götürmüş, yirmi yıl gibi bir süre Bahreyn’deki Hecer’de alıkoymuşlardı. Haşhaşîler de İslam dünyasında kendisine umut bağlanan her Müslüman önder ve âlimi katlediyorlardı.
Bu karanlık günlerde bir ışık olarak beliren Selçuklu Devleti de Vezir Nizâmülmülk’ün katli ve Sultan Melikşah’ın ölümü üzerine taht kavgaları içinde boğulup kalmıştı.
Bu koşullar içinde Haçlılar, Fâtımîlerin elindeki Kudüs’ü almış, Fâtımîlerden ele geçirdikleri hazinelerle zenginleşmiş, onlardan elde ettikleri silahlarla İslam dünyasının Asya ve Afrika kıtası arasında önemli bir varlık elde etmişlerdi.
Gazzâlî, ömrünün ilk yıllarında İslam’ı dış etkilere açtıklarına inandığı felsefeciler ve etki alanları gittikçe büyüyen Batınîlikle uğraşmış, onları ilmî muhalefetle epey yıpratmıştı. Ama onları yıpratmanın çözüm olmadığını da görmüştü.
İslam dünyasının içinde bulunduğu durum, Doğu’da Çin’e doğru fetih düşüncesini gündem dışı tutmuş; Hindistan’ın fethedilemeyen yerlerinde Hinduluk varlığını sürdürmüştü. Batı’da ise Ortodoks Bizans ve Katolik Avrupa, Müslümanlara karşı büyük kazanımlar elde etmişti.
Bu hazin vaziyet içinde, bütün Müslümanların dikkati ise birbirlerinden kazanım elde etmeye yönelikti.
Gazzâlî bu koşullar içinde, kendisi gibi düşünmeyen Müslümanlara cevap yetiştirmekten vazgeçti. Büyük alim, Müslümanların, tahribat yapıyor görünen kısmına cevap yetiştirilerek inşa yapan kısmının güçlendirilemeyeceğini görmüştü. Zira esasen inşa ediyor görünen Müslümanlar da pek çok yönden sorunluydular.
Gazzâlî, aynı koşullar içinde silahını alıp küffara karşı cihada da gitmedi ya da oturup İslam düşmanları üzerine büyük tahliller yapmadı. O, ifade uygunsa, kulaklarını tıkayıp sıfır noktasına döndü ve çocuklardan başlayarak yepyeni bir Müslüman toplumun inşasına yöneldi.
Dıştan bir bakışla onun yaptığı, İslam can çekişiyorken Müslümanlar için yıllar sonrasına yönelik azık hazırlamak gibi bir şeydi. Dolayısıyla bir tür “işten kaçış”tı. Ama Gazzâlî, hiçbir kınamaya aldırış etmedi ve o büyük inşanın temellerini atmaya yöneldi. Zira o, ancak yeni bir inşanın İslam dünyasını ıslah edebileceğine inanmıştı.
Bu anlayışla Gazzâlî, sağlığında Kudüs’ü istila eden Haçlılara karşı verilen mücadelenin neresindeydi? Bugün bile bunu bilmek imkânsızdır. Eldeki hiçbir veri, onun bu mücadeleye umut bağladığını göstermiyor. Peki, Kudüs, 1187’de yeniden fethedildiğinde Gazzâlî neredeydi? Bedenen 76 yıldır mezardaydı. Ama inşa projesiyle, Kudüs’ü fethe giden her Müslüman askerin bizzat kalbindeydi, daha doğrusu Kudüs’ü fethe giden ordunun stratejisti ve manevi komutanıydı. Aynı durum, Endülüs’teki yeni zaferler ve Osmanlı zaferleri için geçerlidir.
GAZZÂLÎ NE YAPTI?
Bugün pek çoğumuz, İslam dünyasını değerlendirirken “Müslümanların düşmanlarıyla uğraşmadan önce dönüp kendilerine bakmaları lazım” deriz.
Gazzâlî, işte bunu yaptı, bütün Ümmet adına “önce kendine bakma” eylemini gerçekleştirdi. Ama manen o, “önce kendine bakmayı” bugün kullandığımız anlamda anlamamıştı. Onun “kendine bakma” eylemi, Katolikliği, ana yurdu Avrupa’da bitiren modernist eleştiri ya da kapitalizme karşı anarşizme dönüşen sosyalist eleştiri değildi; Sosyalizmi etkisizleştirmek üzere geliştirilen bir sosyal demokrat eleştiri de değildi.
Bu tür yıkıcı bir bakışla Müslümanların ihya edilemeyeceğini görmek, İslam’ın sabitlerine kesinkes iman eden Gazzâlî’nin bugüne kadar yeterince tahlil edilmemiş en önemli özgünlüğüdür.
Gazzâlî, eleştiri yapmıyor muydu?
Gazzâlî, büyük projesi İhyâʾü ʿulûmi’d-dîn’in Mukaddimesi’nde Müslümanlara yönelik şu önemli eleştirileri yapmaktan geri durmamıştır:
“Şu bir gerçektir ki, çoğu kimse ince düşünmekten aciz ve din işinin ciddi ve onunla ilgili tehlikenin büyük olduğundan gafildir.”
“Bu yolun kılavuzları peygamberlerin varisleri olan gerçek alimlerdir. Zamanımızda ise bu alimler azalmış, geride görünüşü ve günü kurtarmaya çalışanlar kalmıştır. Bunların çoğu dünya mülahazasını ve hesabını öne almış, doğruyu yanlış ve yanlışı doğrunun yerine geçirmişlerdir. Bu sebeple, gerçek din ilmi ortadan kalkmış, yeryüzünde hidayet ışığı sönmüştür.”
Fakat Gazzâlî, eleştiriyi kısa tutmuş; uzayan bir eleştirinin inşadan değil, tahribattan olduğunu görmüş, hastalığın özce tespitinden sonra günün gerçekliğine uygun geliştirdiği kurtuluş reçetesini ayrıntılı olarak yazmıştır.
Gazzâlî, “kendine bakmayı”, olanı eleştirmek olarak değil, kendini inşa etmek olarak anlamıştır. O, önce kendimize bakmamız gerektiğine inanmış; ama kendimize bakmamızı sair kişilerden farklı olarak kedimizi güçlendirmek için çalışmak olarak kavramıştır.
İşte bu kavrayışla İslam dünyası ıslah olmuş ve küfre karşı yeniden ayağa kalkmıştı.
BUGÜN “KENDİNE BAKMAK”
Bugünkü anlamda “kendine bakmak”, 19. yüzyılda İslam dünyasına modernist bir yaklaşım olarak Batı’dan ihraç edildi.
Çoğumuz, o yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın ortalarına kadar uzanan İslam dünyası özeleştiri fırtınası diyebileceğimiz harekâtı, Müslümanları ihyaya yönelik anladık. Oysa bu harekât, bize yıkımdan başka bir şey getirmedi.
Bugün dahi, “önce kendimize bakalım” diyenlerimiz, “kendine bakmayı”, aslında modernizmin Katolikliğin ana yurdu Avrupa’ya yönelik eleştirisi gibi bir eleştiri ile Müslümanları ve hatta İslam’ı eleştiriye tabi tutmak olarak anlıyor veya sosyalizmin kapitalizme yönelik eleştirisi gibi bir eleştiri ya da sosyal demokrasinin sosyalizme karşı eleştirisi gibi bir eleştiri…
Bu anlayış İslam dünyasına öylesine yayıldı ki bugün herhâlde Müslümanların en çok yaptığı iş eleştiridir. Bu eleştiri öylesine rahat, öylesine ucuz ve öylesine rahatlatıcı ki ona dört elle sarılıyoruz ya da bu eleştiri her haram gibi doyumsuzluğa yol açıyor ve biz ona yöneldikçe daha da yönelmek istiyoruz. İçkinin içeni doyurmaması gibi, içenin daha çok içmeyi istemesi gibi eleştiri de bizi doyurmuyor ve eleştirdikçe daha çok eleştiresimiz geliyor.
Hangi meclise gitseniz Müslümanlar eleştiriyor. Üstelik her Müslüman, başka bir Müslümanı eleştirileriyle saf dışı ederek haklılığını ispatlama ve zafer elde etme hevesini icra ediyor. Her Müslüman, başka bir Müslümanı saf dışı bırakabilirse yol alacağına inanıyor ve siz kim olursa olun ancak eleştirirseniz dikkate alınıyorsunuz, “cesur” sayılıyorsunuz, saygıdeğer kabul ediliyorsunuz. Aksi hâlde gününü yaşayan bir pısırık sayılıyorsunuz.
Gazzâlî’nin kendisini beri tuttuğu tam da bu hâldi.
Eleştirmeyecek miyiz? Elbette eleştireceğiz:
Bugün en klas Müslüman “aydınlarımız” merhum Seyyid Kutub’un bütün karşı duruşuna rağmen, “bir Batılı”dan alıntı yapmadan sözlerine başlamıyor veya sözlerini bitirmiyor.
Vaizlerimiz, cemaatin dikkatini çekmek için “bir Batılı”dan resmen menkıbe uyduruyor.
Nihayetinde onları titizlikle okuyup dinleyen gençlerimiz, onların yazıp anlattıkları ile mest oluyor ama “en güzel günlerini” bir Batılı gibi yaşamaya çalışıyor. Gençlerimiz, Batı tarzını “mükemmel” ile eşanlamlı görüyor, bütün gayretiyle ona ulaşmaya çalışıyor; bundan alıkonduğunda baskıya uğradığını düşünüyor.
Ne var ki bu hâle karşı çıkış yolu, Müslümanları ve hatta İslam düşmanlarını eleştiriye devam değildir. Böyle bir tutum, idama ağlayarak veya nihayetinde düşmana küfrederek gitmekten başka nedir ki?
Bütün mücadelemiz hâlimize ağlamaktan ve “düşmanımıza küfretmekten” ibaret kalacaksa ihya zaferi bizim için ne anlam ifade eder?
Bu aldatıcı hâlden vazgeçip kendimize Gazzâlî’nin Kur’an ve Sünnet esaslı geliştirdiği bir kendine bakmaya, dolayısıyla kendimizi inşa etmeye yönelmek durumundayız.
Müslümanların öncelikleri, büyük hedefleri ne olmalı? Önce bunu birbirimize kavratmalıyız. Bugün İslam dünyasında, ilkeleri belli, açık seçik bir anti istila fikriyatı dahi yok. Sadece bir istila karşıtı eleştiri var. Daha doğrusu sadece istilacıları eleştirmek ya da onlara ağız dolusu küfürler etmek söz konusudur. Bununla vardığımız yer bellidir ve varmamız gereken yerin bu olmadığı da açıktır.
Bizi bu istiladan ne kurtaracak? Bakmamız gereken yer burasıdır. Bu bakışı yıkıma değil, inşaya yönelttiğimizde ise Sıratülmüstakim’i bulmuş oluruz.