“İslam, bu memleketin harcıdır” sözü, bu ülkenin İslam'la ilişkisiyle ilgili yapılmış en büyük ve doğru tespitlerdendir.
İslam, bir memleketin sadece namaz ve oruçla “bir arada tutan yapı unsuru” anlamında harcı olmaz. İslam, zekâtla, hac seferleri ve diğer ibadetlerle iç içe bütünleştirici akidesiyle harç olur, farklı köklerden gelen unsurları kendi potasında buluşturur, onların her birinin geçmişlerinden bir şeyler eleyip onlara yeni bir şeyler kazandırarak onları bir arada yaşayacak konuma çıkarır.
Toplumlar, İslam potasına dâhil olmadan onların bazı hâlleri vardır. İslam'ın o hâllerden onayladıkları vardır ve onaylamadıkları vardır. İslam, onayladıklarını muhafaza eder, onaylamadıklarının terkini talep eder. Bununla birlikte o toplumlardan daha önce sahip olmadıkları bazı faziletleri edinmelerini ister. İslam potasına dâhil olmak isteyen toplumlar, İslam'ın bu terk ve alışı kapsayan önerilerini gönülleri razı olmasa da kabullenmek durumundadırlar.
İslam, adaletin simgesi hâline gelen dosdoğru halife Hz. Ömer devrinde kitlesel anlamda Arap toplumunun ötesine açıldı. Hz. Peygamberin yolunu hayranlık uyandırıcı ve örnek alınması icap eden bir imanla sürdüren Hz. Ömer, Arap olmayan toplumlara “Araplaşın!” çağrısında bulunmadı, toplumların dillerini, İslam'ın giyim esasları ile uyuşan kıyafetlerini değiştirmeye kalkışmadı, onların cömertlik, savaşçılık, devlet kurma, idarecilik gibi maharetlerini tasfiye etme yoluna gitmedi. Onun bu yaklaşımıyla fiilî anlamda ümmet oluştu.
İslam ümmeti, nüfusları ve nüfuzları farklı olan toplumların İslam potasında buluşmasıyla yeryüzünün en etkin insan unsuru hâline geldi. Bu buluşmadan bütün etnik yapılar, güçleri ve çabaları ölçüsünde istifade ettiler. Öte yandan zamanla İslam içinde bölgesel kültürler oluştuysa da İslam'ın buluşturma gücü, bütün ümmet çağında “etnik isyan” meselesini tamamen ortadan kaldırdı.
Emevîlerde görülen Araplık yönündeki kimi sapmalara karşı Müslümanların kahredici kınamaları, bir daha hiçbir İslam devletinin ümmet devrinde etnik bir unsuru diğer unsurları rahatsız edecek kadar kayırmasına izin vermedi.
Müslüman idareciler, kendileri ile ilgili etnik adlandırmalardan özenle kaçındılar, etnik köklerini asla inkar etmemek ve unutmak için çaba göstermemekle birlikte kendilerini hangi unsurdan gelirlerse gelsinler, Müslümanların emiri olarak tanıttılar.
Bununla birlikte ifade etmek gerekir ki İslam, çoğunluğu teşkil eden unsurların dillerinin buluşturan ve kaynaştıran bir unsur olarak ortak dile dönüşmesine de karşı durmadı, bunu tabii bir gereksinim olarak gördü. Dolayısıyla Selçukluların İran coğrafyasında Farsçayı; Osmanlıların Anadolu'da Türkçeyi ortak dil edinmeleri hiçbir Müslüman unsuru rahatsız etmedi. Müslümanlar bu bağlamda göç veya başka sebeplerle bir Farsın zamanla Türkleşmesini ya da bir Türkün Farslaşmasını da ümmet devrinde tabii gördü. O günlerde bu yönde bir dayatma hiçbir zaman vuku bulmadığı için, bu konuda ümmet içinde hiçbir tartışma da yaşanmadı. Bundan dolayı toplumları buluşturacak pota arayışında olanlar liberal ve sosyalist enternasyonalistler, önlerinde en mükemmel buluşturma potası olarak İslam'ın potasını buldular. İslam'ı kabul etmedikleri hâlde İslam'ın farklı toplumları buluşturma kabiliyetinden istifade ettiler, kendi çözümlerini İslam'ın tecrübesine dayanarak ürettiler. İslam, insanlığın son dinidir ve insanlık, büyük sorunlarının çözümlerini ona iman etsin veya etmesin ona bakarak bulmaktadır.
İslam dünyasında bugünkü anlamda ilk milliyetçi hareketlilik, Müslüman öğrencilerin Paris'e gitmeleri ve orada Fransız Mason Locası'nın ağlarına takılmaları ile görüldü. Locanın tamamı Yahudi veya Yahudi kökenli mensupları, Kahire ve İstanbul'dan gelen farklı ümmet unsurlarına ait genç öğrencilerin hatta onların başlarındaki Mısırlı el-Tahtavî gibi hocaların bile etkilendiğini gördükçe milliyetçiliğin İslam dünyasını parçalama kabiliyetine inandılar ve bu yönde üretimlerini artırdılar.
Fransız Mason Locası'nın üretimleri II. Meşrutiyet yıllarına kadar Türk ve Arapların İslam öncesi ile ilgili, önemli bir kısmı efsanelerden oluşan üretimleri mühim bir yekûna ulaştı, devlette ve kültür sanat alanlarında etkili genç bir kesim için idealler meydana getirdi, o idealler için güçlü bir romantizm oluşturdu.
O yıllara kadar kendilerini tanıtırken Müslüman olmayı en önde ifade eden gençler, Müslüman olmayı etnik aidiyetlerinin ardında ifade etmeye başladılar. O yıllara kadar halklarının tarihlerini, kısa bir mukaddimenin ardından İslamlaşmayla başlatanlar, artık İslam öncesine ait ulusal efsanelere genişçe yer verdiler, örneklerini sahabelerden değil, o efsanelerden aldılar. Sultan Abdülhamit, çok sayıda Arap gencini askeri okullara ve dolayısıyla orduya almıştı. Daha önce omuz omuza Batı'ya karşı savaşan ve hatta İttihat ve Terakkî'yi birlikte kuran Türk ve Arap subaylar, İttihat ve Terakkî'nin iktidarı ile birlikte farklı cemiyetlere yöneldiler, o cemiyetlerde Kur'an-ı Kerim ayetlerinden ve hadislerden çok efsaneleri andılar.
Selim el-Cezairî, Cezayir asıllı ama Şam doğumlu bir Araptı. İttihat ve Terakkî'nin önemli isimlerinden biriydi. 1909'da İttihat ve Terakkî'ye karşı gelişen isyanların bastırılmasında önemli bir rol oynamış, Hareket Ordusu'nun başarısına katkıda bulunmuştu. Ama Aziz el-Mısrî ile birlikte Arap milliyetçiliği söylemlerine yöneldi. Aziz el-Mısrî de 31 Mart hareketinin bastırılması sırasında Hareket Ordusu'nun bir kanadına komutanlık etmişti, daha sonra da Trablusgarp Savaşı'nda Enver Paşa ve Mustafa Kemal'le Libya'da görev yapmıştı.
el-Cezairî ve el-Mısrî'nin kurdukları ilk cemiyetin (1909) adının el-Kahtanîye olması da kayda değer bir vakadır, zira bu isim Arapların İslam öncesi ataları Beni Kahtan'a dayanıyordu.
Fransız menşeli fikirlerle Turanizmi benimseyen Enver Paşa, el-Cezairî ve el-Mısrî'nin Arabizmden söz etmelerini tehlikeli buldu, el-Mısrî onun emriyle Divân-ı Harb'e sevk edilip idam cezasına çarpıtıldı, daha sonra kurtuldu ama Cemal Paşa'nın takibine uğrayan el-Cezairî nihayetinde idam edildi ve idam, İttihat ve Terakkî'nin Arap subayları ile Türk subayları arasında bir yol ayrımına dönüştü. Teşkilat-ı Mahsusa'nın mühim simalarından Iraklı Nuri Said Paşa örneğinde olduğu gibi Arap subaylar, doğdukları topraklara gidip Osmanlı'yı paylaştırmak isteyen güçlerle işbirliği yaptılar ve kendilerince Milli Arap devletleri kurdular.
I. Dünya Savaşı'na gelindiğinde Osmanlı'nın bir imparatorluk olarak varlığını sürdürmesinden rahatsız olan iki temel yapı vardı, bu bloklardan birini İngiltere, Fransa ve Rusya'nın başını çektiği uluslar arası güçler oluşturuyordu, diğer bloğu ise kendilerini Türk milliyetçisi olarak adlandıran Fransız kültürü etkisindeki subay, bürokrat ve aydınlarla Rusya'dan kaçan kimi yazarlar oluşturuyordu.
Osmanlı'yı paylaşmak isteyen uluslar arası güçler, Osmanlı'nın bir türlü sonlandırılamayan büyük devlet yapısının çözülmesinde milliyetçiliği en iyi çözünür olarak görmüş ve hem Arap kıtası hem İstanbul'da birbirine karşıt olarak beslemişlerdir. Buna daha sonra Kürt milliyetçiliği katılmış ve Kürtlerin İslam öncesi ile ilgili ilk üretimleri istilacı Ruslar tarafından yapılmıştır.
O devirde Arap milliyetçiler de Halide Edip gibi aydınların da dile getirdiği belirtilen Türk-İmparatorluğu'nu gündeme getirirken bu görüş kabul görmediğinde Osmanlı'nın tarihe karışması için çalıştılar.
Turancılıktan Anadolu Türk milliyetçiliğine yönelen Türk milliyetçileri ise Osmanlı'nın imparatorluk olmakla Türk unsuru mağdur ettiğini öne sürüyor; çok garip bir şekilde Şam'ı, Bağdat'ı, Mekke, Medine'yi yönetmeyi Türklük için bir büyüklük ve geleceğin büyük avantajı değil; yük, dolaylı sömürü olarak görüyorlardı.
Dolayısıyla Türk ve Arap milliyetçilerinin söylemleri nihayetinde uluslar arası güçlerin Osmanlı'yı bitirme projeleri ile örtüşüyordu ve nihayetinde aynı yönde işlemiştir.
Bundan alınacak büyük bir ders vardır. Milliyetçilik büyük devlet ideali olanların teşvik edecekleri bir duygu değil, onunla ilgili romantizmin setleri yıkıp tahribatlarda bulunmaması için kontrol altında tutmaları gereken bir eğilimdir. Milliyetçi dalganın riskleri, kazanımlarını yerle bir edecek kadar büyük olabilmektedir. İngilizlerin büyük devlet olmayı başarırken onlardan daha milliyetçi Fransızların geride kalması, onlardan da milliyetçi Almanların ise bütün tarihsel birikimleri, yüksek becerileri ve çalışkanlıklarına rağmen geride kalmaları, duygularını kontrol etmeyi başaran akıl sahipleri için bir yakın dönem tecrübesi oluşturmuş olmalıdır.
Türkiye'de milliyetçi kesimler, birkaç kez güçlü özeleştiriler yaptılar ve bu özeleştiriler mühim ve olumlu sonuçlar ihdas etti, bugün daha büyük bir milliyetçi romantizme değil, milliyetçi bir özeleştiriye ihtiyaç vardır.