Seyyid Kutub’un şehadetinin üzerinden elli dört yıl geçti. Oysa onun dünyaya anlattıkları hâlâ dün yazılmış gibi. Her gün okunuyor; her gün övülüyor, her gün aleyhinde konuşuluyor.
Seyyid Kutub, elli dört yıl önce, 29 Ağustos 1966’da bir sabaha doğru darağacında can verdiyse de anlattıkları ve yaşadıkları ile hâlâ aramızda. Onun yaşadığına inanan sadece biz sevenleri değiliz. Düşmanları da yaşadığına inanırlar. İnanmasalardı ona düşmanlığı bu kadar güncel tutmaz; hâlâ ondan bu kadar ürkmezlerdi.
Seyyid Kutub’a bu sadaka-i cariye’yi sağlayan nedir? Bugünkü analizimizde şehadet yıldönümü münasebetiyle Seyyid Kutub’dan söz edeceğiz.
DÜNYAYI GÖREN BİR ALİM
20. yüzyılda alimlerimizin önemli bir bölümü dünyadaki gelişmeler konusunda sorunluydular. Aydınlarımız ise dünyayı görmüşler, lakin bizden habersizdiler. Seyyid Kutub’un en nadide niteliklerinden biri, dünyayı gören bir alim ve aydın olmasıdır. Meselelere vakıf olmasında bu özelliğinin önemli bir katkısı vardır.
Seyyid, Şazelî tarikatına mensup bir baba ve annenin evladı olarak 1906’da dünyaya geldi. Babasının, tarikatın temsilcisi olduğu köyden Hafız-ı Kur’an olarak Kahire’ye açıldı. Kahire’de hem modern fikirlerle tanıştı hem halkın dindarlığını dışlayan yapılarla.
Modern fikirler, İslamî terbiyeyle büyüyen pek çok kişiyi İslam’dan uzaklaştırdı. Halkın dindarlığını dışlayan yapılar da pek çok kişinin ömrünü dindar insanları eleştirmekle heba etmelerine yol açtı. Halbuki ne modern fikirler Seyyid’i İslam’dan uzaklaştırdı ne de halkın dindarlığını dışlayan yapılar, onun anne-babasının temsil ettiği halka özgü dindarlığa karşı düşmanlık beslemesine neden oldu.
Seyyid, ilk İslamî eseri “Kur’an’da Kıyamet Sahneleri”ni kendisi Kahire’de öğrenci iken vefat eden babasına ithaf etti. İthaf metninde onun her akşam yemeğinden sonra dedelerinin ruhuna ulaşması dileğiyle Fatiha okumasını kendisinin Kur’an’la ilk tanışma vesilesi olarak andı. İkinci kitabı “Kur’an’da Edebî Tasvir”i ise 1940’ta vefat eden annesine ithaf etti. Onun evdeki etkinliklerde özellikle Ramazan boyunca Kur’an okuması ve okutmasının kendisinin Kur’an ilimlerine yönelmesi üzerindeki etkisini dile getirdi. Ebü’l-Hasan en-Nedvî, kendisinin nasıl olur da gençliğinde Mısır’ın modern çevreleriyle bu kadar haşir neşir olmasına rağmen İslamî kişiliğini koruduğunu sorduğunda da Seyyid, annesinin kendisi üzerindeki etkisini hatırlattı. Seyyid, elbette bir devrimcidir. Ama onun devrimciliği, eksiği ve fazlasıyla toplumu ıslah eden İslamî yapılara değil, küfre karşıdır.
Seyyid, edebiyatla içli dışlı oldu, Mısır ve Arap dünyasının en büyük edebiyatçıları arasında yer aldı. Ama edebiyat için fikri ihmal eden pek çok simanın aksine, edebiyata yönelirken fikri ihmal etmedi. Aksine edebiyatçılığını adeta fikri için geliştirdi, fikri için büyüttü. Seyyid, bu yolculuğunda henüz 1940’lı yıllarda Müslümanlar için bir çözüm yolu bütünlüğüne sahip tutarlı bir fikriyata ulaştı.
Amerikan-Suudi kaynaklarından beslenenlerin kapıldıkları dezenformasyonun aksine Seyyid, İslam’da Sosyal Adalet’i Amerika’ya gittikten sonra değil, daha önce yazdı. 1980 öncesinin dünyaya dar ve yönlendirilmiş Amerikan sağcılığı aklıyla bakanlar, onu İslam’da sosyal adaletten söz ettiği için sosyalist olmakla itham ederken ABD’de gördüklerinin onu bu eseri yazmaya götürdüğünü öne sürerler. Tamamen uydurulmuş bir bilgiden ulaşılmış, kasıtlı bir kanaat! Seyyid, söz konusu kitabı, ABD’ye gitmeden önce 1948’de tamamladı.
Seyyid’in bütün düşünceleri o kitapta tamamlanmıştır; Seyyid’in düşünce bağlamında ondan sonra yazdıklarının tamamı onda anlatılanların izahı gibidir.
Seyyid, sadece Amerika’yı değil, Avrupa’yı da görmüş, kapitalizm gibi sosyalizm hakkında da geniş bilgi sahibi olmuş ve bizzat sahada da İslam’ın en yüce nizam olduğuna şahitlik etmiştir.
SEYYİD’E KİMLER DÜŞMANLIK EDİYOR?
Seyyid’i sosyalistler idam ettiler. Onu idam eden Cemal Abdünnasır tipik bir İslam dünyası sosyalistiydi. Nasır, Sovyet Rusya ziyaretinden hemen sonra Seyyid’i idam etti. Ama Seyyid’e yönelik düşmanlığı, şehadetinden sonra, onun fikri bütünlüğünden ürken Amerika organize etti.
Seyyid, İslam dünyasının üzerinde en çok çalışılan, aleyhinde en çok yayım yapılan 20. yüzyıl İslam alimidir. Bu çalışma ve yayımların tamamına yakını Amerikan kurumları tarafından yapılmıştır. Bilindiği kadarıyla işgalci israil de Telaviv Üniversitesi’nde Seyyid üzerine bir tür araştırma merkezi kurmuştur.
Böylece dünya küfrü Seyyid aleyhine birleşirken onunla ilgili en kapsamlı karalama propagandasını ise Suudi’nin Medine İslam Üniversitesi’nden Rebi Hadi Medhali geliştirdi. Medhali, üniversitede dekanlık yapan Muhammed Aman Cami’nin talebesidir. Cami, henüz 1950’li yılların başında eğitim için Suudi’ye geldi; Mekke’de dönemin Müftüsü Bin Baz’la tanıştırıldı. Bin Baz, onu Riyad’a götürüp özel eğitime tabi tuttu. Cami, Bin Baz’ın kontrolü altında, 1961’de açılan Medine İslam Üniversitesi’nde Suudi Başmüftüsü Muhammed Al Şeyh’in yanında bulundu ve 1970’li yıllarda doktora için Kahire’ye gönderildi. Suudi’ye Medhalî’yi yetiştirdi. Medhalî’nin ise neredeyse bütün mesaisi, Seyyid Kutup aleyhinde yazmaya ayrıldı. Medhalî’nin hayatı, Seyyid aleyhine yazmakla tüketildi.
İslam dünyasında Seyyid’e yönelik tekfire varan ithamların tümü, Medhalî ve asistanları tarafından oluşturulup ABD istihbarat örgütü CIA maharetiyle dünyaya servis edildi. Bu servis işinde ne yazık ki özellikle Türkiye ve Mısır’da kendisine sufî süsü veren CIA çalışanları veya hakikaten sufi olup meselenin arka planını bilmeden hareket eden kişiler kullanıldı.
ABD, bu operasyonu geliştirirken resmen, Müslümanlarla alay etti: Zira malzemeyi Vehhabîlere hazırlatıyor ama Sufilere Seyyid, Vehhabî’dir, dedirtiyordu. Operasyonda çatışan iki zıt kutup buluşturulup başka bir kutbun yıkılması için kullanılıyordu. Türkiye’de bu yönde yayın yapan bir sufi sitesini okuduğumda ellerindeki bütün malzemenin CIA ile birlikte çalıştığı bilinen bir müteveffa asker üzerinden Medhalî’ye dayandığını bizzat gördüm, gencecik medrese talebelerinin o bilgilerle zehirlendiğine de tanıklık ettim!
SEYYİD KUTUB’A NEDEN DÜŞMANLIK ETTİLER?
İlim çevreleri içinde çağa uyanlar vardır. Bir de çağı, İslam’a göre değiştirmek isteyen alimler… Birinci kesimin simge ismi, Türkiye açısından Ebü’l-Ulâ Mardin’dir. Rivayetlere göre Şapka Kanunu’ndan bir gün sonra, sarığını çıkarıp dersine fötr şapka ile geldi, öğrencileri şaşkınlıklarını ifade edince o gitti, bu geldi; diye cevap verdi. Mısır’da ise yöneticiye göre fetva hazırlayan kimi el-Ezher hocaları, ilim çevreleri içinde çağa uyan tiplerdir. Seyyid, onlarla tam zıt kutupta yer alır. Rivayetlere göre idam sehpası önünde, din işleri görevlisi kendisine “Lâ ilâhe illallah de!” deyince Seyyid, “Ey kardeş! Biz, Lâ ilâhe illallah için idam ediliyoruz, sen ise Lâ ilâhe illallah’la karnını doyuruyorsun!” der. Onunla söz konusu kişiler arasındaki mesafe işte bu kadar büyüktür.
Lâkin, Seyyid Kutub’un Lâ ilâhe illallah için canını vermeye hazır asrî alimlerden de farklı yönleri vardır. Bu farkların bazılarını şöyle ifade etmek mümkündür:
-20. yüzyılın büyük alimlerinin çoğu, belli bir konu üzerinde yoğunlaşmışlardır. Bunun için kendilerini izleyenler de kendilerini belli konularla sınırlı tutmuşlardır. Seyyid Kutub ise, İslam ve küfür mücadelesine bir bütün olarak bakmış, sorunu bütün olarak tespit etmeye çalışmış, çözümü de o ölçüde kapsamlı tutmuştur.
Seyyid üzerine çalışan Batılıların, onunla ilgili en çok rahatsız oldukları husus budur. Onlara göre Seyyid, sosyal, siyasal, ekonomik… hayatın bütünüyle ilgili ve bütünleşik çözümler getirerek İslam’ın zamana hitap eden düşünce sistemi (ideoloji) yanını keşfetmiş, dolayısıyla liberalizm ve sosyalizme karşı İslam’ın gençler arasında tutulmasını sağlamıştır. Böylece modern ideolojilere karşı, hem fikir hem kadro bazında alternatif oluşturmuş ve İslam dünyasına kendisini o alternatif üzerinden ifade etme imkânı vermiştir. Onlara göre bu yönüyle İslamcılığın ideoloğu ve kutbudur ve aynı zamanda en tehlikeli ismidir.
-Alimlerin ezici çoğunluğu, kavimlerine seslenmişlerdir. Seyyid ise milliyet ve mezhep farkını gözetmeksizin bütün ümmete seslenmiş, ümmet coğrafyasının her yanında okunmuş ve sevilmiştir.
-Alimlerin yine ezici çoğunluğu, kendilerini bir mezhep çerçevesinde ifade etmişlerdir. Seyyid, “mezhepsizdir” eleştirilerine aldırış etmeden Müslümanların mezhepleri de kapsayan en üst sorunlarıyla uğraşmış, böylece İslam dünyasının dikkatini stratejik meselelere çekmiştir. Ne var ki Seyyid, bu hususta hakikaten çok mağdurdur. Zira kendisi “Küfür, İslam dünyasının canını alıyor!” derken meseleye bulundukları küçücük hanenin dar penceresinden bakanlar, “Ama Seyyid Kutub’un şu harfin mahreci ile ilgili söyledikleri yerinde değil!” deme noktasında kalmış gibiler. Bundan dolayı Seyyid’in İslam dünyasına yönelik çağrısı en çok, bu tür, noktalara odaklanıp büyük resmi görmeyenlere takılmış ve bundan nihayetinde Müslümanlar zarar görmüşlerdir.
-Alimlerin çoğu, sosyal bilimlerdeki sorunlarından dolayı toplumsal sistemle birey arasındaki ilişkiyi izahta sorun yaşamışlar, bundan dolayı bazı hususları açıklayamamışlardır. Seyyid, sosyal bilimlere vukufiyetiyle siyasi nizamdan öte, toplumsal sistemle o sistemin içindeki birey ve hatta kitle arasındaki farkı görmüş ve “cahiliye toplumu” kavramını üretmiştir. Kendisini eleştirenlerin en çok malzeme bulduğu bu kavram, onun İslam dünyasının önünü açan üretimlerindendir. Seyyid, bununla İslam’ın siyasi hakimiyetini kaybettiği bir çağda birey ve kitlelerin tekfirinin önüne geçerken cahiliyenin toplumsal sistem hâlini de tarif etme imkânı vermiştir. Seyyid, bununla aynı zamanda sentezci yaklaşımların da önünü kesmiştir.
-Alimlerin çoğu, geleceğin en büyük tehdidi olarak sosyalizmi görürken Seyyid, en büyük tehlikenin liberalizm olduğu tespitinde bulunmuş ve görüşünde isabet etmiştir. Bu ferasetten beslense de bir sosyal bilimci için elbette keramet değildir. Sosyal bilimcinin görevi, geleceği tahmin etmektir. Seyyid, neredeyse her gün bir sosyalist devrimin yapıldığı günlerde, her tür eleştiriyi göğüsleyerek, korkusuzca; sosyalizmden değil, liberalizmden endişe duyun çünkü sosyalizm bitti, diyebilmiş büyük bir önder şahsiyettir.
-Alimlerin çoğu, ilimde ihyayı herhangi bir İslamî ilmin hakkıyla öğrenilmesi olarak anlamışlardır. Halbuki Seyyid Kutub, İslam’da Sosyal Adalet kitabının son kısmını konuya ayırarak Müslümanların bütün ilimler konusunda kendi bakış açılarını oluşturmalarını önermiş ve bunun gerekçelerinde de henüz 1940’lı yıllarda isabet etmiştir.
Belki, bu Seyyid’in en özgün ve en kıymetli yanıdır. Müslümanlar, belki en çok bu hususta ona borçlular. 1970’li yılların sonunda tasarlanan İslam Üniversiteleri onun bu görüşünü esas alırken bugün İslam dünyasının tamamı, onun bu görüşü doğrultusunda bir bilgi siyaseti geliştirmektedir; zira emperyalizmden kurtuluş için bundan başka yol yoktur.
-Alimler, genellikle şehadeti dileseler de söyleyecekleri bir şeylerin kaldığına inanarak daha fazla yaşamayı isterler. Seyyid ise şehadete adeta koşmuştur. Bu, onun söylediklerinin yeterliliği kadar hakikatine de ne kadar inandığını göstermektedir.
Seyyid, adeta fikirleri uğruna can vermemiş; fikirlerini kanıyla sulayarak onlara süreklilik kazandırmıştır.
Ve son söz:
Türkiye’den sufî bir grubun sitesinde yazılanları okudum. Seyyid, Vehhabî olmak ve aynı zamanda Şiiliğe yakın olmakla itham ediliyordu. Aynı onun mezhepsiz olduğu anlatılıyordu. İnsan, nasıl hem Vehhabî hem Şii hem mezhepsiz olur? Vakanın garip yönü, bu yapı, kurumlarında bir de mantık dersleri okutuyor!
Selefi Vehhabîlerin yazdıklarını okudum. Seyyid, Vahdet-i Vücut’a inanacak kadar tasavvufa yakın, dolayısıyla haşa müşrik olarak tanımlanıyor, aynı zamanda Seyyid’in Şiiliğe yakın olduğu da söyleniyordu.
Arap-İslam aleminde sesi çıkan ve akademisyen geçinen bir Şiinin videolarını izledim. Söz konusu kişi, Seyyid’i seven bütün Şiilerin kafir olduğunu söylüyordu.
Zannederim, bu tiyatro tek başına Seyyid’in nasıl da her tür uçtan uzak ve dolayısıyla İslam’ın merkezinde yer aldığını göstermeye yeterdir.
Seyyid, bir ilim ehlidir, isabetmiş olabilir, etmemiş de olabilir. Ama şehadeti ihlasına şahit olarak yeter…
Allah rahmet eylesin…