İki gün önce Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş'ın verdiği rakamlar ilginçti: “Yüzde 99'u Müslüman olan bir ülkenin yüzde 59'u Kur'an-ı Kerim'i yüzüne okumasını bilmiyor. Yani Kur'an okuyabilenlerin oranı yüzde 40 civarında. Türkiye'deki genel öğrenci sayısına göre İmam Hatiplerin oranı yüzde 15. Yaz Kur'an kurslarına ise 18-20 milyon gençten sadece 3-4 milyonu geliyor.” Yine Sayın Erbaş'ın beyanına göre Türkiye'de 25 bini aşkın Kur'an kursu var.
Peki o zaman neden rakamlar yaklaşık 10 yıldır pek değişmiyor?
Toplumun belli hamaset kalıpları ile aşırı politize edildiği dönemlerde ortaya çıkan yönelimlerin sebeplerini yukardaki rakamlarla birlikte okumak gerekir.
Tefsirini yahut mealini hiç merak etmeden Kur'an harflerini bilmenin de yeterli olmadığı açıkken sadece yüzde 40'ının yüzüne okuyabilmesi hakikaten kritik zamanlar için çok büyük bir güvenlik açığı gibi durmaktadır.
Kaldı ki, İmam Hatip Liselerindeki öğrencilerin yalnızca yüzde 14'ünün namaz kıldığı gerçeğinden de hareketle, okumasını bilenlerin de Kur'an hatmine/tilavetine ne kadar zaman ayırdıkları da ayrı bir muamma ve daha büyük bir risk faktörü olsa gerek.
Sadece elif-ba ve tecvid öğretmek değil aynı zamanda Kur'an'dan her gün belli bir miktar okumanın özendirilmesi ve bunun yanında tefsirlerin de yaygınlaştırılması için herkese büyük görevler düştüğü açıktır.
Bediüzzaman; “Her bir has talebenin mühim bir vazifesi, bir çocuğa Kur'ân öğretmektir” der. (Barla Lahikası)
Devlet denilen aygıt, Kur'an öğretiminde, okunmasını teşvik etmede çok şey yapabilir ve yapmalıdır ancak, bu sorumluluk öyle birilerinin tekeline, insafına ve anlayışına devredilemeyecek kadar önemlidir.
Resmi ideolojinin Kur'an'a adeta savaş ilan ettiği 1930'lu yılların sonlarında Kur'an Kursu mezunlarının sayısı iki haneliydi. Sadece o yıllar değil sonrasında da bu tavrın acımasızlığı devam etti. Mesela yirmi yıl öncesinde Batman, Diyarbakır gibi bölgelerde çok yoğun biçimde Kur'an dersi veren gönüllü sivil yapıya o dönemdeki devlet yetkililerinin nasıl muamelede bulunduğu ve hâlâ bu yüzden birçok kişinin zindanlarda tutulmaya devam ettiği de herkesin malumu.
Kur'an'ın öğretilmediği, okunmadığı, anlaşılması için çaba gösterilmediği zamanlar, cehaletin fay hatlarının kırılmaya müsait olduğu vakitlerdir.
Şüphesiz, insanlar Kur'an okumalılar ki, üstünlüğün ırkta, soyda, kabilede, makamda, mevkide, malda, mülkte değil takvada olduğunu hatırlasınlar.
Müslümanlar Kur'an'dan her gün bir parça okumayı kendilerine kırmızıçizgi olarak belirlemeli ki, Allah-ü Teâla'nın sınırlarını aşmasınlar, kardeşliğe zarar vermesinler.
Peygamber Efendimiz(sav)'i tanımak da Kur'an okumaktan geçiyor. Çünkü O(sav), yürüyen Kur'an idi, O'nun ahlakı Kur'an idi.
“En hayırlınız Kur'an'ı öğrenen ve öğreteninizdir.” (Buhari, Fedailu'l-Kur'an 21) Hadis-i Şerifi, bu işin belli bir yaşla, belli kişilerle, belli dönemlerle sınırlanamayacağını da anlatmaktadır.
Toplumda koruyucu hekimlik ne kadar önemli ise, Kur'an öğretimi de o kadar önemlidir.
Çünkü menfi milliyet gibi, cehalet, zaruret, ihtilaf gibi, duyarsızlık, şükürsüzlük, değer tanımazlık, dünyevilik gibi birçok marazdan tutun madde bağımlılığı, eğlence düşkünlüğü, aile faciaları, hedef ve ideal yoksunluğu gibi birçok sosyal yıkım da Kur'an'ı gereği gibi okumama, öğretmeme ve Kur'an'a vakit ayırmama ile alakalıdır.
Bu toplum, geçmişten bugüne, içindeki farklı ipleri, kumaşları hep Kur'an'la dokumuş, onunla nakşetmiştir.
Kur'an'ı bilenlerin sorumluluğu ise kat kat fazladır. Çünkü onlar içinde bulundukları ahval ve şeraiti düşünmeden, kendilerini bu vazifenin sağlam bir neferi olarak görmek durumundadırlar.
Bu rakamlar bizim toplum olarak karnemizdir. Gemi dalgalarla boğuşurken de, bir yere demirlediğinde de yapılacak olan bellidir: Kur'an okumak, öğretmek, amel etmek.