Giyim, insanoğlunun sosyal statüsünü, rolünü ve kültürünü belirleyen yegâne unsurdur. Avrupaî yaşam; dünyaya yayılmadan önce her coğrafyanın giyim tarzı, çeşitlilik açısından zengin bir görsellik içeriyordu. Dünya, tek tip giyim baskısına maruz kaldığından bu yana giyimde öze dönüşler, sadece folklorik gösterilerde kaldı.
Giyimin kültürel kaynaklı olmasında en etkin unsur dindir. Din ya sınır çizip giyimi bir forma sokmuştur ya da sadece belli kurallar getirmiştir. Şunu da unutmayalım ki giyimde özne olarak yalnızca kadın değil, aynı zamanda erkek de muhataptır.
Erkek olarak kendi örf ve kültürümüz çerçevesinde, şimdiki zamanın giyim tarzı ve modelinin karşılığını elbette bulamıyoruz. Dar pantolonlar, kısa ceket ve kadın giysilerini andıran çeşitlilik; erkek fıtratının karşıtı olup aynı zamanda sağlıksız giyimdir. Fakat rol model olarak gözlerimize sokulan aktrisler, sanatçılar ve moda gibi unsurlar, gençliği peşinden sürüklüyor. Giyim mağazalarına gittiğinizde bol değil, vücuda yapışmayacak kadar geniş pantolon bulamıyoruz. İnancımızın gereği olan kurallara göre giyinemiyoruz.
“Sarığı” geçeyim “külahı” bile takmayan ve inancının emrini yaşantısına yansıtmayan bizler, gittikçe küresel organize bir baskı altında batılı tarzda giyinmeye mahkûm ediliyoruz. Bol giyecekler sadece kadınlar için değil, erkekler için de geçerliyken bundan kendimizi müstağni görmek, kadına yüklenmek uygun değil elbette.
Her ne kadar arz-talep meselesi gibi dini değil, ticari olarak olaya yaklaşım gösterenler olsa da bir papazın şu sözü aklımdan çıkmıyor: “Gençler, haç takın! Artık Müslüman gençlerle sizi ayıramıyoruz.”
Peki, erkekler giyimde böyleyken kadınlar nasıllar? Nenemi hatırlıyorum. Başında kırmızı rengin hâkim olduğu pullu bir başlık vardı. Annem ise at üzerinde gelin olduğunda kırmızı duvağın altında allı pullu bu şekilde giyinmiş, sonraları kenarı işlemeli beyaz tülbent giymişti. Henüz bilinçli bir giyim tercihinin olmadığı bu süreç, geleneksel çarşaf giyimiyle devam etti. Ortaokul günlerinde bilinçlenmeye başladığımız süreçte annemin geleneksel çarşafı, yerini bilinçli bir örtünmeye bıraktı. Vücudu boydan boya kaplayan, bol ve kalın çarşaf. Neticede günümüze kadar bu şekilde giyiminden taviz vermeyen bir şuur, İslami endişesi olanlarda köklü bir hal aldı. Elbette pardösü –ki artık çok az görüyoruz- ve Ferace gibi farklı giyimler de bu görevi görüyor.
Toplum olarak çarşafın kalıcılığı devam etse de ona paralel diğer caiz giyimler gittikçe yerini ev içi elbiseye terk etti. Zaman, kadının erkek elbisesi giymesini normalleştirirken temsilcisi olduğumuz değerlerin/dinin; bu konuda bizlere yüklediği misyon, nefsin tercihlerini bir türlü aşamadı. Arzu ve istekler başı örtmeyi yeterli gören bir cehalete bürününce, örtüyü de sorgular olduk. Öyle ki örtümüzden/giyimimizden utanan bir nesil türedi.
Karşısında olduğumuz ve durmaya çalıştığımız gayri İslamî giyim şeklinin yaygın olmasında öncelikle ailelerin, kendini Allah’tan daha merhametli görmenin de payı var. Pencerenin önündeki çiçeğin bakımı için her türlü girişimi daha tohumken yapan ve özen gösteren bizler, çocuklarımızın akıl ve ruh gelişimi ve bakımı için giyimi, içimi, yiyimi gibi hayatını etkileyen yaşam tarzını, inancımıza göre yapmayıp “henüz küçüktür” deme merhametini gösteriyoruz. Merhametten zamanla marazın doğduğuna şahitlik ederken ortaya çıkan neslin önde giden şikayetçisi oluyoruz. Yaş iken eğilmeyen ağaç kuru iken kırılır.
Hayat, inanca göre şekil aldığında akıl da ruh da uyumlu olur. Huzur, bu şuur ve bilincin gölgesinde yaşar. İnancın şekil almadığı bir hayat, disiplinsiz ve huzursuz bir ömrün rahat görmeyen yüzüdür. Hiçbir bitkinin içi ayrı dışı ayrı değildir. Elma, armut ağacında yetişmez. Fıtratı bozulanın yani aşılanan meyvelerin garip karşılanması bundandır.