Psikolojide şöyle bir ibare vardır: Herkes bakar fakat herkes farklı görür. Beni bu kutlu mevsimde en çok etkileyen iki şey vardı. Birincisi Batman ilinde platformda olan çocuk sayısı; ikincisi Bingöl'de oynanan tiyatro gösterisi. Bu iki incelik imanımızı tazelemiştir. Bu kutlu mevsimle birlikte örnek şahsiyet Efendimize (a.s) olan ilgimiz ve duyarlılığımızdan dolayı Efendimiz 'in dilinden dökülen sözleri daha iyi anlamaya tezahür etmeye başladık.
Nasıl acaba?
Efendimiz: “Birbirinizi sevmedikçe iman, iman etmedikçe cennete giremezsiniz.'' İçeriği derinlemesine incelediğimizde birbiriyle bağlantılı koşulların olduğunu görürüz. Yani gerçek bir şekilde iman etmek istiyorsak her şeye rağmen birbirimizi sevmekten başka çaremiz yoktur. Ne kadar mantıklı, meşru haklılıklarımız olsa da cenneti arzuluyorsak birbirimizi sevmek zorundayız. Hümanist yaklaşımcılardan Maslow konuyu anlamış olmalı ki sevmeyi bir ihtiyaç olarak anlamış ve bir zorunluluk olarak izah etmiştir.
Hem teolojik hem sosyolojik zorunluluk olan ‘'sevme'' kavramı bir binanın tuğlalarını kaynaştıran harçtır. Bunu gerçekleştirebilen bireylerin ve toplumların refah ve huzur seviyeleri yükselecek, buna bağlı olarak birçok hastalık kendiliğinden kaybolacak bireysel ve toplumsal anlamda sağlıklı bir inşa ortaya çıkacaktır.
Sevmenin ve buğz etmenin Allah rızası için olması müthiş bir izah. Ancak bu anlayışla ‘'empati'' kültürü ön plana çıkabilir. Empatinin en güzel örneğini görmek istiyorsak Yermük Savaşını hatırlayalım. Savaş bittikten sonra başından geçeni, şu kardeşliğe örnek teşkil edecek hadiseyi Huzeyfetü'l Adevî (r.a.)'ten dinleyelim. “Yermük muharebesinde idim. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan Müslümanlar, düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı.
Bu arada ben de, güçlükle kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihayet aradığımı buldum. Su istiyor musun? Bir kan seli içinde yatan amcamın oğlu, göz işaretleri ile bile zor konuşabiliyordu. Daha evvel hazırladığım su kırbasını göstererek dedim ki: Su istiyor musun? Belli ki, istiyordu. Çünkü dudakları hararetten âdeta kavrulmuştu. Göz işareti ile “Çabuk, hâlimi görmüyor musun?” der gibi bana bakıyordu. Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru uzatırken, biraz ötede yaralıların arasında Hz. İkrime'nin sesi duyuldu: Su! Su! Ne olur, bir tek damla olsun, su! Amcamın oğlu Hâris, bu feryadı duyar duymaz, göz ve kaş işaretleriyle suyu hemen Hz. İkrime'ye götürmemi istedi.
Kızgın kumların üzerinde yatan şehitlerin aralarından koşa koşa, Hz. İkrime'ye yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım. İkrime hazretleri elini kırbaya uzatırken, Hz. Iyas'ın iniltisi duyuldu: Ne olur bir damla su verin! Allah rızâsı için bir damla su! Bu feryâdı duyan Hz. İkrime, elini hemen geri çekerek suyu Iyas'a götürmemi işaret etti. Suyu o da içmedi. Hepsi şehit oldular. Ben kırbayı alarak şehitlerin arasından dolaşa dolaşa, Hz. Iyas'a yetiştiğim zaman, son nefesini Kelime-i Şehadet getirerek tamamladı. Derhal geri döndüm, koşa koşa Hz. İkrime'nin yanına geldim. Kırbayı uzatırken bir de ne göreyim?
Onun da şehit olduğunu müşahede ettim. Bari dedim, amcamın oğlu Hz. Hâris'e yetiştireyim. Koşa koşa ona geldim, ne çare ki, o da ateş gibi kumların üzerinde kavrula kavrula ruhunu teslim eylemişti. Müslümanların bu güzellikleri tekrar görmesi dileğiyle.
Selam ve dua ile...