Toplumsal/sosyal olaylar, birbirinden bağımsız değildir. Gelişmeler, leh veya aleyhte olunca başta iktidar olmak üzere birçok kurum ve kuruluşun, örgüt ya da bireyin kendini haklı çıkardığını görüyoruz. Ne yazık ki toptancı bir mantıkla olaya yaklaşılıyor ve o olayda haksız, yanlış ve mağdur eden taraf dahi olunsa yağ misali suyun üzerine çıkılmaya çalışılıyor. Oysa bu böyle değildir!
Her olay, kendi bağlamıyla birlikte yakın ve uzak ilgili birçok bağlamdan bağımsız değildir ve onlardan ayrı düşünülerek değerlendirilemez. Vaka fotoğrafının sağlıklı okunabilmesi için fotoğraf kadrajının kuşatıcı bir bakışla alabildiğine büyütülmesi ve geniş tutulması lazımdır. O kadrajdaki her görüntü, renk, şekil o bütünlüğün doğru yorumlanmasında önemlidir ve gereklidir.
Ülkemizde ve ümmet coğrafyasında Tanzimat'tan bu yana batı(l) standartlarına göre öğretilmiş ve dayatılmış bir algı vardır:
Sen bir ulussun, senin bir kimliğin var, mezhebi bir çerçeven var. Buna sahip çıkmalısın, buna dört elle sarılmalısın; bayraklaştırmalı, sloganlar üretmeli, kutsallaştırmalısın. ‘Ne mutlu Fars'ım diyene, Bir Türk dünyaya bedeldir, Kürt bana ihanet etti ve Arab beni arkadan vurdu; Sen de Kürtlük onuru yok! Ha sen Şafii misin ben de sandım ki Müslümansın! Şii hilali' gibi söylemlerle kendine bir ‘beyaz'(!) vasfı yakıştırmalısın ve diğerlerine de ‘hep göbeğini kaşıyan, kırro, dağdaki çoban, köle İsaurra' muamelesi yapmalısın.
“Ankara'nın Nallıhan ilçesinde 100 kişilik bir grup gece saatlerinde şantiye basarak Bingöl'den gelen inşaat işçilerine saldırdı. Bir işçiyi inşaatın üçüncü katından aşağıya atan ırkçı grup, işçilere işkence yaptıktan sonra İstiklal Marşı okuttu.”(9 Haziran 2017)
“İstanbul Bağcılar'da motosikletli bir polis ekibinin HÜDA PAR'lı vatandaşı öldüresiye darp etmesi, güvenlik kameralarına yansıdı. Evinin önünde, iftara az bir zaman kala polisler tarafından aracı durdurulan Efrahim Yakar, ifade ettiği şekliyle, yapılan kaba aramaya sadece ‘neden bu kadar dağıttınız?' deyince, polislerin gazabına uğradı. Yakar'ı annesi, eşi ve çocuğunun gözleri önünde şiddetli döven polisler, oğlunu görüp engel olmak isteyen anne Gülsen Yakar(55)'ı da, iddiaya göre önce dövdü ardından da başörtüsünü çıkararak saçlarından yerlerde sürükledi…” (17 Haziran 2017)
“Van'ın Gevaş İlçe Emniyet Müdürlüğü'ne yönelik saldırının ardından güvenlik güçleri Artos Dağı'nın eteğinde mantar toplayan kişileri yakalayarak darp etti…” (9 Haziran 2017)
Yakın zamanda yaşanmış bu üç örnek ve yaşanan binlerce mağduriyet, inkâr ve ihmale rağmen hala biri ‘Hepimiz kardeşiz!' mi dedi? O halde soralım:
Hepimiz kardeşsek bir topluma hâlâ ‘adalet' etiketli bir iktidarda kendi değerlerini sosyal alana dâhil etmede, anadilinde eğitim görmede, yerleşim yerlerini ve yaşamsal çerçevesini inancıyla ve aidiyetiyle yaşama hakkı neden çok görülüyor?
Bu ve benzeri konular konuşulduğu, gündem edildiği zaman niçin hemen ‘amalı, fakatlı, zamanı değilli' cümleler sıralanıyor?
Hepimiz kardeşsek niçin ‘birçok seneler geçti, birçok seneler geçti…' şarkısı eşliğinde tutulan ritimlerle adalet(!) Balyoz, Ergenekon, FETÖ, Kavurmacı, Baklavacılara ucuz beleş dağıtılıyor da 20-25 yılı zindanlarda dolan İslamî yapı mensuplarına değil uğramıyor, göz bile kırpmıyor?
Hepimiz kardeşsek polis/asker ve Türk evladı(!) olanlar hâlâ bir Bingöllü, Vanlı, Diyarbakırlı… ile eşit kardeş olamıyor ve hatasını anlayıp bir gönül almıyor; yukarıda özetle verdiğimiz olayların müsebbipleri için bir işlem yapılmıyor ve bireysel bir iki olay, hâlâ kripto FETÖ'cü rahatlığı içinde minimize ve sümen altı edilebiliyor?
‘Hepimiz kardeşiz!' söylemi adaletle tecelli etmedikçe, hak tanımlamalarıyla icra edilmedikçe, samimiyetle yüreklerdeki kini/soğukluğu, yüzlerdeki ekşiliği almadıkça nazarımızda kuru bir iddiadan öte değildir.