“Alo… Mehmet Ali Hoca! Neredesin?
Celal Ağa’nın ordayım. Geliyorum!
Tamam!”
Yer İstanbul! Dua Yayıncılık’tan bir çalışan, Dua Yayıncılık sahibi Mehmet Ali Gönül’ü telefonla arıyor. Kendisi de yayınevine yaklaşık beş yüz metre uzaklıktaki “Celal Ağa otelini” kastederek yaklaştığını, gelmek üzere olduğunu söylüyor.
Ve savcılık sorgusu: “Söyle bakayım, Celal Ağa kimdir, örgütteki konumu nedir?”
Bir başka sanık, telefonda Hz. İbrahim’i anlama etkinliği dolayısıyla Hz. İbrahim ismini telaffuz ediveriyor ya!
Sorguda sorulacak ilk soruya da kapı aralamış oluyor! Dini bütün polisimizin sorduğu ilk sorulardan birisi, “Hz. İbrahim kimdir, örgütle ilişkisi nedir?” olmasın mı?
İstanbul 14.Ceza Mahkemesi’nin yürüttüğü yargılama, geçen hafta nihayete erdi:
Gereği düşünüldü: “Celal Ağa örgüt üyesi; Hz. İbrahim ise örgüt yöneticisi” çıktı. Üç kişiye 12’şer yıl 6’şar ay; 12 kişini her birine de ayrı ayrı altı buçuk yıl ceza kesildi.
Bu kararı nasıl yorumlarsınız bilmem ama bana göre “put yiyicilik artık genetik bir hastalık” halini almıştır.
Türkiye’de yargı ameliyatları, yüksek yargıya vurulan neşterler, birbirini kovalayan yargı paketleri sıraya geçmeyedursun, dindar insanlar üzerindeki baskı sistemi ne hikmetse hız kesmek bilmiyor.
Yerel mahkemelerde, tedhişçi örgütlerin “Devrim Mahkemeleri”ni andıran celseler sonrası ortaya çıkan kararlar, Orta Asya bozkırlarından kalma Töre hukukunun bile gerisinde kalıyor.
Yüksek yargı kurumları ise verilen “Töre” cezalarını onaylamak için adeta birbirleriyle yarış halinde bulunuyor.
Birilerini silahtan arındırma adına yargı erki en cömert dönemini yaşarken silahların gölgesinden bile geçmeyenlere ultra cezalar veriliyor.
İktidarda İslamcı köklerden gelen bir hükümetin işbaşında olmasına bakılırsa ve mahkemelerde verilen kararların siyasi iradenin arzuları paralelinde şekillendiği düşünülürse durumun vahameti daha da artıyor. Laik bir ülkede İslamcılığı kayıt altına alma projesinin bir yansıması olarak verilen mahkûmiyet kararlarının iktidar İslamcılığına rağmen İslamcılık yapılamayacağı tezi göz önünde bulundurulduğunda, tablo daha da karmaşık bir hal alıyor.
Türkiye’de vesayet düzeninin yürürlükte olduğu dönemde yapılan operasyonlar ve akabinde gelen hukuksuz yargılamaların mantığı belliydi. Ancak vesayetin sözde geriletilerek sivil iktidarların etkin olduğu son dönemlerde vesayetçi aktörlerden devralınan baskıcı rollerin aynen sürdürülmesi ister istemez perde gerisindeki bit yeniğine odaklanmamızı kaçınılmaz kılıyor.
O halde ne oluyor, neler dönüyor?
Son yıllarda Hizbullah cemaatine yakınlığı bahane edilerek İslami STK’lara ve bu cemaate yakın oldukları mülahaza edilen kişilere dönük yapılan seri operasyonlar neyi hedefliyor?
Operasyonlara bakıldığında tamamen kuruntulara dayanıyor. Verilen yargı kararlarına bakıldığında kuruntuların ne kadar prim yaptığı anlaşılıyor. Yüksek yargının tutumu ise baştan sona planlanmış bir tezgâha resmiyet kazandırıyor.
Karanlıkta kalan tek nokta ise, hukuktan her daim dem vurmakla meşhur siyasal iktidarın kurulan kumpasların neresinde durduğudur. Her şeyi görüp seyrettiği aşikârdır, ancak bizzat kumpasın içinde midir yoksa kenarında durup seyretmekle mi yetinmektedir, orası sanki biraz muğlâk gibi duruyor.
Peki, ama tüm bunlar neden oluyor? Herkesin en doğal hakkı olan ve sonuna kadar herkesçe kullanılan sivil faaliyetler, neden sadece belli bir kesim için örgütsel suç kapsamına giriyor? Türkiye’de yüzbinlerce dernek, vakıf bulunmasına rağmen neden sadece belli derneklerin yöneticileri örgüt yöneticisi, müdavimleri örgüt üyesi kabul edilip düzmece iddialarla en ağır cezalara çarptırılıyor?
İşte burada kanaatimizce iki önemli etken kendini ele veriyor:
Birincisi: Türkiye’ye biçilen rol/model.
İkincisi: Küresel güç merkezlerinin bölgesel Kürt planı.
Her iki etken de İslami kesime karşı şimdilik kolluk/yargı kıskacıyla geliştirilen sindirme hareketinin köklerinin Ankara’nın ötesine uzandığını açıkça gösteriyor. Ankara, her ne kadar bu sindirme harekâtında tetikçi olarak kullanılıyorsa da aslında “cinayeti” planlayıp tasarlayanların, Ankara’ya rahatlıkla söz geçirebilen küresel istikbar olduğunu ortaya koyuyor.
Meseleyi biraz daha açalım. Dikkat ederseniz ne Adana merkezli davalar zincirine, ne Konya davasındaki gülünç yargısal kurguya, ne İstanbul 14. Ceza Mahkemesi’nin verdiği yargılı infazların iç yüzüne hiç girmiyorum. Bu kapsamda Yargıtay’ın kapaklarını bile açmadan dosyaları “EMİR-KOMUTA” zinciri çerçevesinde yargı cinayetlerini onaylamayı yarış havasında götürmesini de irdeleme gereği duymuyorum. Buna bağlı olarak düzenlenen operasyonların komik gerekçelerine de girmiyorum. Çünkü sonucu belli operasyonlar yapılıyor; prosedür gereği yargı tiyatrosu ile verilen görev, nihayette Yargıtay’da perdenin kapanmasıyla son buluyor. Daha doğrusu çerçevesi çizilen senaryoda rol alan aktörler, görevlerini icra ederek patronlardan tam not almanın verdiği iç huzurla yeni senaryolarda alacakları görev beklentisinde olduklarını göstermiş oluyorlar.
İyi ama neden? Yukarda iki etken sıraladık.
Birincisi: Türkiye’ye biçilen rol/model!
Küresel istikbarın önünde tevhidi İslami anlayışa alternatif bir sahte İslami anlayış projesi duruyor. Eskiden büyüklerimiz buna “Amerikancı İslam” derlerdi, şimdilerde ise adı “Ilımlı İslam”a çıkmış bulunmakta. Türkiye’ye biçilen rol, “Ilımlı İslam”ın pratize edileceği bir “model ülke” oluşturmak. Daha ziyade İslam dünyasında gelişmesine engel olunamayan halkların İslam’a dönüşünü kontrol altına almak ve emperyalist sömürünün istediği mecralara kanalize etmek amacı taşıyan “Ilımlı İslam” projesi, aslında İslam’ın hegemonik güçlerin sömürü düzeniyle yan yana yaşayabileceği hurafesini zihinlere yerleştirme dürtüsünün sonucu olarak piyasaya sürülüyor.
“Arap Baharı” öncesi Türkiye’de yaşanan gelişmelerle temelleri atılan “değişim” süreci, aslında Arap dünyasında kopacak fırtınalar öncesinde “Ilımlı model” oluşturma çabalarının ön hazırlığıydı. Ete kemiğe bürünen “Türk baharı” İslam’la laikliğin yan yana yaşayabileceği tezlerinden hareketle toz duman içerisindeki Arap sokaklarına “model” diye pazarlanarak “laiklik tavsiyesi” şeklinde empoze edilmeye başlandı.
Elbette “model” olarak seçilen bir ülkede dikensiz gül bahçesi arzuları, diken kabul edilebilecek kesimlere yönelik tasfiye operasyonlarını kaçınılmaz kılacaktı. Senaryo güç odakları tarafından çizilince senaryoyu uygulayacak olanların siyasal kimliğinin de hiçbir önemi kalmayacaktı. Dün kendini “devlet” sanan camialar operasyonlar şeklinde senaryonun ilk halkasını icra ederlerken, bugün kendilerini “muktedir” gören sabık İslamcıların senaryonun geri kalan kısmını yargı zemininde nihayete erdirmeleri bu anlamda şaşılacak bir tablo oluşturmasa gerek.
Ayrıca doğası gereği “Ilımlı İslamcılık”, bir kuram ya da tez olarak ortaya çıkmamaktadır. Ancak karşıtlık ilkesi üzerinden etkisini gösterebilmektedir. Bu anlamda “Ilımlı İslam”ın konumlandığı zemin, tevhidi İslami anlayış karşıtlığıdır.
Yani nasıl ki Türk milliyetçiliği, Kürt karşıtlığı üzerinden geliştirilip ete kemiğe büründürüldüyse aynı metodoloji kullanılarak ivme kazandırılmak istenen bir Ilımlı İslam modeli söz konusu ve bu ılımlı model de özgün İslami anlayış karşıtlığı üzerinden ete kemiğe büründürülmeye çalışılıyor.
Şunu da belirtmeden geçmeyelim. Ilımlı İslam projesinin selametini tevhidi İslami anlayışı tırpanlamakta gören aktörlerin ilgi alanı özel olarak Türkiye sahasının tamamı ise, hegamonik güç odaklarının bölgesel bazda uygulamak istedikleri Kürt planı da Kürt halkı arasında emellerine çomak sokma ihtimali bulunan kesimlere karşı komploculuğu farklı bir tasavvurla ele alma sonucunu doğuruyor.
Bu durumda her iki planın kesiştiği bir komplo zemini ortaya çıkıyor ki bu zemine denk düşenler de İslami önceleyen Kürt ağırlıklı İslami camia oluyor.
İkincisi: Amerika’nın/Emperyalizmin Kürt planı!
Bu doğrultuda hedefe koydukları İslami kesimin Hizbullah cemaatine yakınlığının olduğu düşüncesi ve bu cemaatin ana kökenlerinin Kürt halkına dayanıyor olması, yapılan baskıları da otomatikman iki katına çıkarmaktadır.
Başını Amerika’nın çektiği bölgeyi yeniden şekillendirme planlamasında birçok faktör iç içe geçmiş durumdadır. Suriye sahası, iç içe geçmiş faktörlerin bileşkesi konumundadır. Kürt kartının yeniden canlanması ve Amerika’nın gözdesi haline gelmesi de yine Suriye meselesi ile yeni bir aşamaya geçmiştir. Türkiye içerisinde “PKK silah bırakacak, barış ve kardeşlik yeniden canlanacak” masalları anlatıladursun, startı verilen “Çözüm Süreci”nin asıl kilidi yine Suriye’de düğümlenen yeni şekillenmede Kürt kartının emperyalist çıkarlar hesabına kullanılması gayretleriyle doğrudan ilişkilidir. Süreçte rol alanlar, Türk yetkililer ve PKK yöneticileri olabilir ancak süreçte etkisi açık olan Amerika’nın/emperyalizmin gelecek tasavvurunda ne Türklere ne de Kürtlere barış veya kardeşlik yer almamaktadır.
Bugün süreç bağlamında herkesin olumlu beklentileri vardır. Silahların susup huzurun gelmesi temennisi aktörlerde yer bulmuş olabilir, sahadaki aktörler bu konuda samimi duygular da taşıyabilirler. Ancak senaristlerin geleceğe dair Kürt tasavvuru, Kürtlerin yalancı vaatlerle bölge ülkelerine karşı bir sopa olarak kullanılması ve sonra kendi kaderleriyle baş başa bırakılmasıdır. Kürtler arasında etkin olabilen milliyetçi ya da yabancı ideolojilere meftun birtakım hareketler eliyle kullanılma alışkanlığı ise test edilmiş bir vakıadır. Özünde ihanet ve kullanılmışlığa, emperyalist politikalarla uyumlu çalışmaya karşı bir reaksiyon barındırmayan İslam dışı hareketlerle bu şekilde kullanılıp yüzüstü bırakılmak, neredeyse Kürtlerin tarihsel serüveniyle birebir örtüşmektedir.
Her millete biçilen bir rol olmuş ve emperyalizm tarafından başarıyla uygulanmıştır. Kürt halkına biçilen rol ise, kullanılıp yerel güç odaklarının insafına terk edilmişlik olmuştur. Şu anda da Kürtler yine dört ayrı parçada emperyalist politikaların gözdesi olmuştur. Kürtleri kullanma alışkanlığının önünde en ciddi risk ise Kürt halkının kulvar değiştirerek İslami bir zemine kayması olasılığıdır.
Ve emperyalizm, risk olarak algıladığı Kürt halkının İslami zemine kayma olasılığına karşı kendince tedbirlere başvurmaktadır. Özellikle son süreçte İslami sivil kurumların yaygınlaşması; sosyal, siyasal ve toplumsal zeminde adından söz ettirmesi; hasseten Kutlu Doğum etkinliklerinin devasa boyutlara ulaşması ve Hüda Par olarak bu geleneğin siyaset sahnesine çıkması, şeytani odakların Kürtlere biçtikleri rol açısından kabullenebilecekleri bir durum değildir.
Kirli emellerini Kürtlerin sırtına bindirmeyi marifet sayan Türkiye’deki derin sol, derin sağ, liboş takımı ve bilumum Batı menşeli grup ve medya kuruluşlarının adeta felaket tellallığının özellikle bu sene tavan yapması sıradan bir vakıa değildir. Bu kesimlerin felaket tellallığı elbette kendi öz refleksleriyle açıklanacak bir durum da değildir. Uluslararası ağababaların endişelerinin ilk etapta bu grupların ağzından dökülmesi, beynelmilel şeytani odakların endişelerinin sözcülüğünü yapıyor olmalarındandır. Sözcülerin pozisyonunun ise karar mekanizmalarının başında oturan ağababalarının zihin okumalarını ele vermesi açısından özel bir önemi vardır.
“Süreci destekliyoruz. Ama…”
Geçen haftalarda Hizbullah Cemaati lideri Edip Gümüş, gazeteci Ruşen Çakır’a verdiği yazılı röportajda süreçle alakalı olarak “süreci destekliyoruz, ancak bazı endişelerimiz de vardır” derken aslında sonuna kadar haklıydı ve sürece yaklaşım açısından çok önemli bir noktaya da parmak basmaktaydı.
Süreci desteklemenin yanında geleceğe dair birtakım endişelerin haklı olarak dile getirilmesi malum cephe tarafından “süreç karşıtlığıyla” açıklansa da aslında ortaya çıkan birtakım uygulamaların da gösterdiği gibi artık bu endişeleri daha gür bir sesle dile getirmenin vakti gelmiştir.
“Silah olmasın, kan dökülmesin, herkes barış ve huzur içinde yaşasın, sözü olan siyaset yapsın” denip elinde silahı olanlara “buyur!” çekilirken hali hazırda siyaset yapanlara, sivil toplum hizmeti yürütenlere örgüt yöneticiliğinden cezalar yağdırılıyorsa süreci sorgulamak da süreçteki endişeleri yüksek sesle dillendirmek de artık bir zorunluluk haline gelmektedir.
Süreç dediğiniz nedir? Kimler içindir? Sürecin kamburları nelerdir? Bu kamburları kimlerin sırtına bindirmek istiyorsunuz?
“Silahlar sussun, huzur gelsin” diyorsunuz! Tamam… Amenna! Ancak barış, huzur derken İslami bilinci tırpanlamayı misyon edinenlerin tavrı ne olacak? Kürtlerin İslami bir kimlik kazanmasına barikat kurmayı sürecin ana omurgasına dönüştürenler kimlerdir? Ana sponsorları biliyoruz da buna taşeronluk yapan resmi-sivil organizasyonların durumu ne olacak?
Beyinsizlerin bile güleceği gerekçelerle İslami kurum ve şahsiyetlere komplo kurup bunu acımasız operasyonlara dönüştürenler ne olacak? Önceden hazırlanmış metinleri iddianamelere dönüştürenler, o iddianameleri en üst sınırdan cezalara gerekçe kılanlar, o gerekçeleri okuma zahmetine katlanmadan onaylamayı asli görev sayanlar neye veya kimlere hizmet etmektedirler?
Ferman sizin mi, padişahınızın mı?
Daha da beteri, yapılan bunca pervasızlıkları şeref tribününden izlediği şüphe götürmeyen siyasi iktidar ne düşünmektedir? “Süreç” dediniz, barış dediniz, kardeşlik dediniz! Dahası “Dindar gençlik” dediniz! Dindar insanlara ya da “tarafsız yargıçların” ağzından sadır olduğu şekliyle “hem Kürt, hem Şafii, hem de Hizbullah”a yapılan bunca hukuksuzluklara karşı neden kimse gık çıkarmaz.
Geçen senelerde siyasi irade olarak “KCK içeri!” dediniz, neredeyse sokaktaki dilenciler bile KCK’li diye içeri atıldı. “Bağımsız yargı” KCK’li diye insanları içeri tıkma yarışına girişti. Bu yıl “bereketli” geçen “çözümün” etkisiyle “KCK dışarı!” dediniz, yargıçlar bu kez tahliye yarışına başladılar.
O halde İslami STK yöneticileri ve üyelerine karşı takınılan yargı terörü, “Hizbullah içeri!” fermanınıza binaen mi yapılıyor? Bu konuda “Ferman sizin mi, padişahınızın mı?” Ferman sizinse açıkça duyurmanıza mani olan nedir? Padişahınızınsa bölgede ve dünyada söz sahibi olan, sözü dinlenen sizler değil miydiniz?!
Şu tablo artık net olarak ortaya çıkmıştır. Hem ılımlılık hastalığının hem de Kürt planının gelecek tasavvurunda Kürtlerin İslami kimlikle yer bulmasına tahammül edilmeyecektir. En azından oyun kurucuların zihin kodları buna ayarlanmış bulunmaktadır.
Ancak Diyarbakır ve Batman’da milyonların önünde haykırılan şu söz, hala kulaklarımızda çınlamaktadır:
“Peygamber Sevdalıları’nı hesaba katmadan atılacak her adım, akim kalmaya mahkûmdur!”
Evet, bu söz, kulaklarımızda hâlâ çınlanırken birilerinin kulaklarını da tırmaladığından kuşkumuz yoktur.
Şimdilik Peygamber Sevdalıları hesaba katılarak adımlar atılıyor! Keyfi operasyonlar, yargı infazları, irili ufaklı taciz ve saldırılar, bu sevdanın hesaba katıldığını ama yanlış katıldığını gösteriyor.
Zaten İslami gelişmelerin dünya çapında kat ettiği mesafeyi anlayamayan, anlama kıtlığından dolayı dünyanın her tarafında rezil duruma düşen, rezillikten kurtulmanın yolunu dar görüşlü manevralara ve basiretsiz taşeronlara havale edenlerden başka ne beklenebilir ki?
Şimdilik Peygamber Sevdalıları hesaba katılarak adımlar atılıyor! Keyfi operasyonlar, yargı infazları, irili ufaklı taciz ve saldırılar, bu sevdanın hesaba katıldığını ama yanlış katıldığını gösteriyor.
Zaten İslami gelişmelerin dünya çapında kat ettiği mesafeyi anlayamayan, anlama kıtlığından dolayı dünyanın her tarafında rezil duruma düşen, rezillikten kurtulmanın yolunu dar görüşlü manevralara ve basiretsiz taşeronlara havale edenlerden başka ne beklenebilir ki?