Bismillah…
Feminizm, genel çerçevede kadının, sosyal ve siyasal hayatta erkekle eşit olmasının savunulduğu bir fikir akımıdır. 17. yüzyılda ortaya çıktığı söylenen feminizmin, kadınların haklarını savunmak, ezilmesine mani olmak gibi mağduriyetlerin önünün alınması için varlığını sürdürdüğü iddia edilir. Bu ambalaj belki de insanların bir kısmında ilk nazarda, bu düşüncenin itiraz edilecek bir yanının olmadığı kanaatini uyandırıyor. Lakin kadının şahsında toplumun ahlakını hedef alan bu işin iç yüzü masumiyetle örtülmüş ki, biz de tam olarak bu konuya değineceğiz.
Feminizm pratikte, kadın egemen bir toplumu hedefler. Aile içinde ve toplumda yalnızca kadının sözünün geçerli olmasını, toplumun kadınla var olduğunu, aslında kadın olmadan toplumun olamayacağını, hâkimiyetin kadında olduğunu savunur. Bunu yaparken özünde gizli ya da açık, bir erkek düşmanlığı da barındırır. Kadını erkekten uzaklaştırmaya çalışan bu akım, kadının erkekten üstün olduğuna inanır. Doğrusu bu akımda “kadın büyük eşit erkek” olduğu inancı vardır. Yani kadın ya erkekten üstündür ya da hiç değilse erkekle eşittir… Kadının erkekle aynı şartlarda bir yaşam sürmesi gerektiğini savunan feminizm, kadına hakkını vermeyi hedeflerken bu şekilde kadına da erkeğe de zulmetmiştir.
Bu düşünce yapısı Akad mitolojisindeki Babil ve Asur’un tanrıça kabul ettiği İştar’dan beri süregelmiştir. Yüzyıllardır egemen kılınmaya çalışılan bu fikir, günümüzde dünya genelinde ve ülkemiz özelinde yayılmaya çalışılıyor. Bu kapsamda yürütülen faaliyetler, siyasi oluşumlar ve sivil toplum kuruluşları üzerinden gerçekleştiriliyor. Kadını tanrıçalaştırma girişimleri ise gayet şeffaf. Öyle ki kurulan sivil toplum kuruluşlarının ismi, geçmişte inanılan tanrıçaların ismi olarak ele alınıyor. Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesinde, kadınları bilgilendirme (!) amaçlı yapılan yayımların da yine bu mitolojik hikâyeden etkilendiği görülüyor.
Esasen aile ve dahi toplum için tehlike arz eden, yukarıda zikrettiğimiz alenen faaliyet yürüten kuruluşlar değil. En büyük tehlike; bunlara karşı olduğunu iddia eden fakat gizli feminizm düşüncesi içinde bocalayan insan kitlesidir. Zira ne durumda olduklarını bilmeyene ne yapması gerektiğini anlatamazsınız. Bu durumda gizli feminizmi de inceleyelim.
BEN FEMİNİST DEĞİLİM AMA…
Esasen biz burada kadının konumunun ne denli yüksek olduğunu ispatlamak için cümleler dizmeyeceğiz. Zira kadının kıymeti bariz bir şekilde ortadayken bunu ispatlamaya çalışmak ancak kadını, değeri henüz tanımlanmamış bir varlık konumuna düşürür. Ayrıca Müslümanlar bu tanımlamaları ve değeri dille ikrar etmeyi geçip amele dökeli yüzyıllar olmuşken bu tür tanımlamalar yersiz olacaktır.
Yanı sıra Müslüman toplumlarda feminist olmadığını iddia eden fakat erkeklerin ya kadından daha aşağı ya da kadınların en üstün varlıklar olduğuna inanan bir kitle hâlihazırda mevcut. Öncelikle şunu ifade edelim; ilk olarak dinimizin, sonrasında ise insanlığımızın bize öğrettiği yegâne doğru: Kadın ve erkek hak ve hukuk konusunda eşittir. Buna ister insan hakları densin ister de kul hakkı densin, değişmez.
Kadın ve erkeğin Allah katında birbirine eşit olması, yaptıkları ameller için aynı karşılığı alacaklarının beyanıdır. Yalnız ince bir detay olan “eşitlik” konusunu ya yanlış anlayan ya saptıran ya da içindeki gizli feministe mani olamayan şahıs ya da şahıslar kadını toplumun her yerinde (fıtratına aykırı olsa bile) görme çabaları içine giriyor.
Kadını ailesinden koparmaya çalışanların öne sürdükleri “Biz kimsenin kölesi değiliz” türü çıkışlarla kendisinin bile farkında olmadığı şekilde gizli feminizme kapılan kadın, zamanla evinde çocuklarını yetiştirmeyi, pişirdiği yemeği, günlük temizliklerini kölelik sonucu verilmiş vazifeler olarak kabul ediyor. Bu durumda ya çocuklarından ötürü çalışamadığı, dolayısıyla köle (!) gibi yaşadığı için çocuklarını, kariyerine koyulmuş dinamitler olarak görüyor. Ya da çocuklarını bakıcıya verip -bir de bu bakıcıya, kazandığı maaşın yarısından fazlasını ödeyip- kendi ayakları üzerinde durma (!) programı çerçevesinde hem bedenen hem de ruhen kendisini yıpratıyor. “Koca parası yemek…” tabirleri de dillendirilmeye başlayınca mevcut aile, artık toplumun nüvesi olan bir kurum olmaktan çıkıp bir şirkete dönüşüyor. Zamanla birbirini karı-koca değil de patron-işçi gibi görmeye başlayan eşler, iş ortaklığı (!) bozulunca yolları ayırma kararı alıyor. Bu durumda ebeveyn şefkatinden yoksun büyüyen çocukların hal-i pürmelali de farklı bir makale konusu…
“Madem hayat müşterek, çocuklara biraz da o baksın. Ütüsünü yapsın, yemek pişirsin…” mantığıyla iş sahasına atılan adımda, elde edilen iki şey: Tatmin edilmiş bir benlik ve toplumsal işsizlik oluyor. Kadının, fıtratına aykırı mecralardaki iş alanlarında görülmeye başlanması; toplumsal işsizliğin nedenlerinden biridir.
Kadının, erkeğe göre daha uygun bir maaşa çalışması, işverenin tercih alanını değiştirmiş, işsiz baba çalışan anne tirajını yükseltmiştir. Bu durum yaygınlaşmaya başlayınca “evi geçindiremeyen erkek” ve “nasılsa kendi ayakları üzerinde durabilen kadın” arasında güven sarsılmaları yaşanıyor.
Bu noktada aslında pozitif örnek olan fakat dejenerasyona uğratılarak zihinlere zerk edilen örnekler de gizli feministler tarafından dillendiriliyor. Hz. Hatice validemizin ticaret kadını olması verilen ilk örneklerdendir. Kadının çalışmasında bir beis olmadığını Hz. Hatice validemizin hayatını örnek vererek savunurlar.
Yine annelerimizin el işi yapıp sattıkları bilgisi de İslam tarihinde yer alan bilgilerdir. Aynı şekilde Hz. Aişe validemizin tıp ilmine vakıf olması, sahabelere ilim dersleri vermesi ve daha birçok hususta birikim sahibi olması da gözlerden kaçmıyor.
Evet, gerek hanım sahabeler gerekse günümüzde, toplumda aktif olan pek çok hanım var. Bu tür varlık bulmaların karşısında olmadığımız gibi destekçisiyiz de. Ancak bu noktada atlanan ince bir detay var: Samimiyet. Samimi bir niyetle yapılan her iş, kuşkusuz fayda getirir.
Evet, Hz. Hatice validemiz ticaret ehliydi ancak işini samimiyetle yapan, ticaretiyle yuvasını ve dahi birçok yuvayı ayakta tutan bir kadındı. Hz. Aişe validemiz belki de tüm mesaisini ilim öğrenme ve öğretmeye, insanlara vakfetmişti ancak bunu, toplumun ıslahı için yapıyordu. Ya da günümüzde insanlık onuruyla ve işini hakkıyla yerine getiren birçok kadın çalışan mevcuttur. Esasen kadının mutlaka bulunması gereken birçok iş sahası da var.
Bizim bu noktada dikkat çekmek istediğimiz husus ise “Kadın insandır, biz insanoğlu.” sözünün hakikate yansımasını es geçerek toplumu imar eden kadının eliyle toplumun yıkılmaya çalışılmasıdır. Kadın, fıtratına ve anneliğine uygun olan şekilde toplumda yer bulmalı ki sosyolojik huzurun ilk adımı atılmış olsun. Kadın da erkek de el birliğiyle ortak bir paydada buluşup yegâne amaç olan toplumun inşası için çabalamalıdır. Aksi takdirde hem kadın hem de erkek ya psikolojik ya da fiziksel şiddet uygulama yoluna gider ki bu, olmasını istemeyeceğimiz bir durumdur.
Sonuç olarak; her eşitlik adalet ve özgürlük demek değildir. Adalet ve eşitliğin sağlanması için fizyolojik ve psikolojik özelliklerin öncelenmesi elzemdir. Selam ve dua ile…