“Ulus devleti” tasarlayanlar, “göç alarak çağdaşlaşmayı ve göç ettirerek çağdaşlaştırmayı” oyun edindiler. Bir değişim yaşanmazsa, 20-25 yıl önce Diyarbakır’dan, Mardin’den, Muş’tan, Bingöl’den... Batıya göç ettirilenler, 75-100 yıl önce Balkanlardan Trakya ve Ege’ye göç ettirilenlerin yaşam tarzına sürüklenecek. Medrese geleneği bu değişimde önemli bir rol alabilir
İslam dünyasında kurulan ulus devletlerin oluşum hedefi, Müslüman toplumu modernizm (çağdaşçılık) doğrultusunda özünden koparmaktır.
“Ulus devlet” tasarısına göre, Müslüman toplum Batı’nın çıkarları doğrultusunda, bir kalıptan çıkarılıp başka bir kalıba bastırılacaktı.
Bu tasarıda kesinlikle bir “terk” ve “kabul” söz konusudur. Terk edilecek kalıp İslamî hayat tarzıdır; bastırılacak kalıp Batı’nın gayri İslamî çağdaş hayat tarzıdır. Müslüman toplum, “gerilik” diye yaftalanan İslamî hayat tarzını terk edecek; “namus” kavramını unutacak, “haram-helal” kriterlerini tanımayacak; “ilericilik” diye vitrinlenen çağdaşçı yaşamı kabul edecek; kızının dansöz, oğlunun barmen olmasını normal karşılayacaktı.
Ulus devlette toplum, “eski toplum” olmayacak; “eski toplumun” ortak değerlerini paylaşmayacaktı. “Yeni toplum” için “ortak değer” çağdaşçılık (modernizm-modernite) olacaktı. “Ulusal birlik”, çağdaşçılık üzerinden sağlanacaktı. Toplum, buna fikren zorlanacak, fikri zorlama yetersiz kalırsa maddi koşullar o yönde ayarlanacak; değişime direnen olursa “eli geniş tutulan” “kolluk kuvvetleri” müdahale edecekti.
Bu, ulus devlet sürecinden geçen bütün Müslüman toplumların ortak acısıdır. Bu acıyı yaşatanlar, ülke koşullarına göre araçlar edindiler; çağdaşçılığı o araçlar üzerinden dayattılar.
Türkiye’yi Osmanlı’nın yerine bir ulus devlet olarak tasarlayanlar, daha İttihat ve Terakki döneminde “çağdaşçılık” hedefi için göçü araç edindi.
“Modern Türkiye projesinde”, göç, ister müdaheleyle gerçekleşsin ister tabii koşulların neticesi olsun çağdaşlaşma ve çağdaşlaştırma için bir fırsat, bir imkân olarak değerlendirildi. Bu projede göç, hem kurucu unsurdur hem sürekli unsurdur.
Rusya’dan göç eden Aydın Kisveli, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu gibi Batıcılık misyonerleri, Türkiye’de çağdaşçılık ideolojisinin hem ırkçılık hem günlük hayat tarzı alanında yer edinmesinde büyük rol oynadı.
O modernist ve (sözde) ırkçı adamların Rusya’dan göç ettikleri günlerden 80’li yıllara, Balkanlar’dan veya Kafkaslar başta olmak üzere Rusya işgali ve etkisi altındaki topraklardan Türkiye’ye göç ettirilen Müslüman nüfusun on milyonu aştığı düşünülüyor.
Farklı yerlerden gelse de o Müslüman nüfusun bazı ortak özellikleri vardı:
Uzun savaşlar yüzünden medreseler ve dergâhlar tahrip olduğundan İslam konusunda bir cehalet vardı.
Nüfusun bir kesimi, cehalet ve dış baskı yüzünden Batılı hayat tarzını edinmişti; bazı gençler içki içyior, bazı kadınlar başı açık dolaşıyordu.
Buna rağmen ezici çoğunlukta İslamî hayat tarzına karşı büyük bir özlem vardı. Türkiye’yi sığınılacak bir İslam yurdu olarak görüyorlardı. Göçün ardından kendilerini sığındıkları İslam yurdunun ellerine bıraktılar, onun kendileri üzerindeki tasarrufatına razı oldular.
Bugün Trakya ve Ege’deki göçmen asıllı Türkler, çağdaş laik yaşam tarzıyla CHP’nin seçmen tabanı olarak bilinir. İşin aslı böyle değildi. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında İzmir Meydanı, CHP’nin yanında kurulan ve halkın dine yakın bildiği partilerin büyük miting alanıdır. O meydanda o günlerde CHP karşıtı tarihi toplanmalar yaşandı. İzmir, 1950’li yıllarda da Adnan Menderes’in en önemli kalelerindendi. CHP karşıtlığında Erzurum ile aynı noktada olacak kadar ileriydi.
GÖÇLE MODERNİZME KADRO OLUŞTURDULAR
Türkiye’yi bir ulus devlet olarak tasarlayanlar, dışarıdan gelen Türk göçü konusunda şu programı uyguladılar;
1924’ten itibaren İslamî eğitim yasaklanarak, İslam’a sevdalı ama İslam konusunda cahil kitleler, cahillik noktasında bırakıldı.
Balkanlarda, Rusya’da içkiye alıştırılan gençler, başı açtırılan kızlar, Anadolu halkının önüne “İşte çağdaş Türk” diye kondu; devlet memuriyetinde onlara özellikle görev verildi, böylece onların çağdaşlığı hem garanti altına alındı hem de ödüllendirmeyle Anadolu halkı için bir çekim alanına dönüştürüldü.
Zavallı Müslüman Türk göçmeni... Kendi isteğiyle değil; Balkan ve Kafkasları boşaltarak Avrupa’daki Müslüman nüfusu sınırlandırmak isteyen Batılı devletlerin zoruyla gelmişlerdi. İslam oldukları için Batı’dan kovulmuşken Türkiye’de bir İslam yurdunun Batılılaştırılmasına araç edinilmişlerdi. Yeni yurtta, yeni nesillerini İslam içinde tutmayı hedeflerken onların yeni nesilleri İslam’dan uzaklaşma modeline dönüştürülmüş, İslam’dan uzak kalmanın garantisi olmuştu.
Türkiye’de yaşanan iç göçler ancak bu göçmenlerin felaketi ile değerlendirilidiğinde anlaşılabilir ve bu göçlerin neticesi görülebilir.
MODERNİZME KATKI İÇİN İÇ GÖÇ
Türkiye, 1950’lilerin ortasından itibaren “sanayileşme” kaynaklı iç göç yaşamaya başladı. Sistem kendini yenilediği 1960 ihtilalinden sonra bu iç göçten de “çağdaşçılık” yönünde yararlandı. İşsizlikten, açlıktan köyünü terk edenler, gecekondu mahallelerinde piyon sol örgütler marifetiyle sosyalizm üzerinden “çağdaşlığa” sürüklendi, sol grup ve partiler için oy tabanına dönüştürüldü.
Daha büyük bir göç dalgası ise 1980’li yılların sonlarında koptu; bu dalga da derin sistem tarafından “çağdaşçılık” hedefli “tarihi tecrübe” doğrultusunda değerlendirildi, değerlendirilmeye de devam ediliyor.
Sol örgütün etkili olmaya başladığı yıllar... Bir sabah üniformalılar, bir köye gidiyor; sol örgüte desteği kesme iddiasıyla “Yarın köyü boşaltacaksınız” başka bir köyde de akşam karanlığında gelen solcu militanlar, “Köyü hemen boşaltın” diyordu. Çoğu zaman ağır bir mağduriyet oluşturma isteğiyle olacak, köylülerin bütün eşyalarını almalarına da izin verilmezdi. Köylü köyünden muhtaç bir şekilde kovulurdu.
Bu, bir göç değil, bir savrulmaydı; zavallı Kürtler, iki püskürtme cihazı tarafından savrulmuş gibi Anadolu’nun dört bir yanına düştüler. Birkaç ev halinde bir Ege, bir Trakya, bir Karadeniz şehri kenar mahallesinde düşenler, ağır bir ekonomik baskı altında, geçim derdi için acı çeke çeke değerlerini göz ardı ettiler. Öyle ki babası içki kokusu alınca midesi istifra eden gençler, barlarda içki servisi yapar oldular.
Özellikle Çukurova gibi yörelere savrulup oralarda yığılanlar ise sol örgütün çalışma alanına terk edildi. İslam dünyasının neredeyse tamamında “çağdaşçılık” ulusal sola ihale edilmişti. Savrulmanın neticesinde kenar mahallelere yığılan Kürt kitlenin çağdaşlaştırılması da Kürt ulusal soluna bırakıldı. O günlerde derin devlet üzerinde olduğu kadar sol örgüt üzerinde de etkili olan Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek gibi isimler aracılığıyla, Kürtlerin göçle çağdaşçılaştırılması yönünde derin devletle sol örgüt arasında sözlü bir anlaşma yapılmış mıydı, bilinmiyor. Ancak bütün saha araştırmaları, sonucu oraya götürüyor.
MODERNİZM DEVAM EDİYOR
Çukurova ve benzeri yerlerde sol örgütle çatışmayı göze alamayan dindar kesimler göçle oluşan mahallelere hiç giremediler. (Ki bir kısmı da devlet güçleri tarafından, sözde bir çatışma zemini oluşmasın diye, irşad çalışmalarını oralara götürmeme konusunda sıkıca tavsiye olunmuş gibi.)
Sol örgütle çatışmayı göze alanlara yönelik ise darbe dönemlerine özgü bir baskı yapıldı. Sol örgüte propaganda imkânı verilirken dindarlara neredeyse yaşam hakkı tanınmadı, gecekondu mahallelerinde ağzını açan dindar, kendisini sorgularda ve hapislerde buldu. Ne yazık ki bu süreç tam son bulmuş değil.
“Binicisi kim olursa olsun devlet atı bildiği yöne koşar” derler. Bu at, özellikle söz konusu yöre ve yöre insanı olunca kolay gem almıyor. Bildiği yöne koşmak için inat ediyor.
Bir çok yerel yönetim dahil, bürokrasinin zihniyetinde “çağdaşçılık” hâlâ “ortak değer”dir. Bir mahallenin sosyalleşmesi, rehabilite edilmesi söz konusu olacaksa bürokrasinin aklına o mahalleye bir şarkıcı kadın götürmek ya da o mahallenin çocuklarını bir şarkıcı kadının konserine götürmek geliyor. (Bununla çağdaşçılık mihverinde sevap kazandıklarını düşünüyorlar herhâlde!)
Daha bir iki ay önce, bir muhafazakâr gazete, Adana’ya göçle gelen ailelerin kızlarından bir futbol takımı kurulduğundan övgüyle söz ediyordu. Bu, onların rehabilitesi yönünde önemli bir girişimmiş. Ege ilçelerinden birinde de CHP’li belediyenin kenar mahalleye çıplak kadın gösterisi götürdüğü haberi çıktı. Belediye CHP’li olunca haber oluyor, diğer belediyelerin de modern eğlence hizmeti (!)” bunun gerisinde değil. Eğlencecilik, belediyeler için “çağdaşcılık ispatıdır. Eskiden onunla kendilerini darbecilerden korurlardı. Şimdi alıştılar, terk etmiyorlar.
Kaldı ki “sosyal devletçilik”de ekonomik devletçilik gibidir. Ekonomik devletçilikte devlet, ekonomik yatırımları bir düzeye gelinceye kadar kendi yürütür, sonra ona ihtiyaç kalmadığından kendi gelişimine bırakır. Sosyal devletçilikte devlet, çağdaşçılığı önce kendisi organize eder, bu yapı kendisini döndürebilecek noktaya ulaşınca devlet onu kendi döngüsüne bırakır. Devletin o noktada doğrudan iş yapmaması o politikaları desteklemediği anlamına gelmez. O politikaları desteklememek ancak onların durdurulmasıyla gerçekci olur. Oysa bir kısım bürokrasi hâlâ, göç alan mahallelerden bir kız çocuğunu dans ederken görmekten dinine birini katmış bir misyonerin keyfini duyuyor, bunu resmî sosyal politikanın bir zaferi gibi görüyor.
Öte yandan özellikle Adana’da birkaç yıl önce bir lisenin damında namaz kılan öğrencilerin “çağdaşlık önderi” (!) Hürriyet gazetesine haber olmasından bu yana “çağdaşçılık” konusunda uluslararası güçleri sakinleştirmeye yönelik bir süreç başlatıldı. Bu sürecin son durumu ise olumlu değil.
Sol örgütün “en büyük düşmanı şeyh ve mollalardır” diyerek alimlerden soğuttuğu aileler, bugün Adana’da, Mersin’de, Konya’da, İstanbul’da... hastasına “Allah şifa versin” diyecek, kız çocuğuna nasihat edecek, gencine “Annene babana bak” diyecek şahsiyetleri özlemle arıyor. “Ah, köyde olduğu gibi bu daracık bodrum katı evimde bir alimin minderin üzerinde oturduğunu görsem, ona dayanacağı bir yastık versem, ölsem de gam yemem” diyor. “Yok mu bize bunu yaşatacak biri?” diye yalvarıyor.
TOPLUMSAL KORUNMA İÇİN MEDRESE GELENEĞİ
19. yüzyılın son çeyreğinde G. Afrika Müslümanları, zencilerden sonra toplumun en alt kesimini oluşturuyordu. Hırsızlık, soygun gibi işler öncelikle onlardan sorulurdu, Müslümanların yol açtığı asayiş sorunlarına son vermek için yapılan bir başvuruyla Kerküklü medrese alimimiz Ebubekir Efendi oraya gitti, birkaç yıl içinde orada medrese geleneğimiz üzerinden büyük bir toplumsal dönüşüm sağladı. Bugün G. Afrika Cumhuriyeti Müslümanları ülkenin en nitelikli sınıfını teşkil ediyor ve Afrika’daki İslamî hizmetlere öncülük ediyor.
Medrese geleneğimiz toplumsal bir koruma ve kalkındırma sağlamada bereketli bir kapıdır. Mektebi açık olanın sırtı yere gelmez. Eskiden 40-50 hanelik köylerimizde bile küçük bir medrese vardı. Bugün neden Balıkesir’in böyle bir mahallesinde olmasın? Hem daha eski dönemlerde her seydanın camisi yoktu, kimisi dükkânında, kimisi ticaret yollarında ders vermiyor muydu?
Özellikle sıra kitapların bereketi tescillidir, onların etrafında oluşacak küçük halkalar, göçle gelenleri nitelikli bir sınıfa dönüştürebilir; bu sınıf, yerli toplum içinde toplumsal huzur ve birliğin çekirdeğini oluşturur, yok edilmek istenirken ışık olur. Bu gelenek Çin’den Kanada’ya kadar nereye taşınsa bir ihya sağlayacak güçtedir. Yeter ki İbn-i Hişam’ın (ra) deyimiyle “İlim talebeleri kanatlarını indirip öğrenmekte dirensinler.”
Aksi hâlde, Doğu’dan iç göçle gelenlerin sonu, Balkanlardan dış göçle gelenlerin sonu gibi olacaktır. Olur mu, denemez; daha dün Kürt göçmenler Mersin’de, İstanbul’da hiç tanımadıkları ancak dinlerine küfrettiklerini ve “namus” kavramına savaş açanlar arasında yer aldıklarını bildikleri “sol aydınları” milletvekili seçmediler mi?
Hiçbir toplum, sosyal kanunlar karşısında ayrıcalıklı değildir. Benzer projeler, bir engelle karşılaşmazsa benzer sonuçlar doğurur. Özellikle Ege ve Trakya’da dış göçlerle gelenlerle iç göçle gelenlerin gençleri aynı meyhaneye devam edip zaman zaman kavga etmiyor mu ve bu kavgalar, bir kargaşaya yol açacak kadar taraftar bulmuyor mu? Dış göçle gelenlerin aileleri 75 yıl önce dindar değil miydi? İç göçle gelenlerin aileleri ise hâlâ dindar değil mi ve o gençler sol partilerin eylemlerinde en düşük insanlara yönelik hak pankartlarını birlikte taşımıyor mu? Yoksa Taksim’deki benzer etkinliklere katılanlar hep Balkan göçmeni midir?