Bahçesi dökülen kavak yapraklarıyla döşeli köşkün bulunduğu, eski bir İstanbul sokağından geçti. Tarihi yarımadanın her taşı göz kırpıyor adımlarına. Görklü bir kaşanenin efsununa kapılmıştı bir kere. Dış kapıya yanaşıp, köşkün bahçesinden girdi. Başını kaldırıp görkemli yapıya bir göz gezdirdi. Köşkün boyası yeni yapılmıştı. Ebruli çehresiyle renk cümbüşünü andırıyordu. Sanki yağmurlu havada Gökyüzünü boyayan gökkuşağı bu köşkü de boyamış gibiydi.öylesine uyumluydu ki renkler.şaşırdı. köşkün Pencerelerine takıldı gözleri. Tarih kokuyordu ahşap pencereler,anılar perdeleri çekip kendisine bakacak gibi bir hisse kapıldı.
Köşkün giriş kapısına baktı. Yüksekçe bir kapı. Koca bir kervansaray kapısını andırıyordu. Kimbilir kaç bin insan bu kapının altından gidip geldi diye düşündü
Bahçedeki Kamelya çevirdi bakışlarını, yepyeni…. öyle gösteriyor daha önce oturulmamış ya da “ev sahipleri çok düzenli” diye söylendi
Kapıya doğru yürüdü. Köşkün iç yapısını merak etti. içi de dışı gibi tarih yüklü mü acaba,yoksa içi modern hayata mı teslim olmuştu.zaten bu binanın dışını gören “Bir de içini görmeliyim..” hissine kapılırdı herhalde.
Kapıya geldiğinizde açık olduğunu fark etti. Hafifçe aralayarak içeriye doğru adımlarına devam etti. İçerisi oldukça karanlık, tüm pencereler perdelenmişti. Karanlıkta göz gözü görmüyordu. Kapının arkasında beli belirsiz şartel kutusunu fark etti. Şalteri kaldırmak için kapağı açtı. şalterleri kaldırdıkça karanlığın örtüsü yırtılıyordu. Arkasını döndüğünde hayranlıkla bakacağı sahneyi düşündü. Belli ki dışının efsununa kapılıp geldiği bu kaşanenin içinde bir cennet köşesi görmek istiyordu. Döndüğünde karşısında duran gerçek onu dehşete düşürdü. Gördükleri karşısında donup kalmıştı.
Perdelerde yanık izleri, yerlerde cam kırıkları, kırılan musluk başları tahta tıpalarla tıkanmış, kimi odaların kapısı yok. Duvarlarında dökülmüş boya izleri, zemini dağılmış parkelerle döşeli. Köşkün içi virane, heryer yıkık dökük; kağıttan ev sanki… İçeride ağır bir küf kokusu var. Bu manzara karşısında yüreği sızladı.
Köşkün iç durumu karşısında inkisar-ı hayale uğramıştı. Koca bir hayal kırıklığı, ellerinden tutmuştu… Görünüşünün güzelliğine aldanmıştı. Gözünü kör eden bu aldanış; içinin hâl-i perişanını görene dek sürmüştü. Çıkıp gitmek istedi sıkılganlıka. Buraya geldiğine bin pişman olmuştu.
İç sesinin girdabında dönüp dururken, üst kattan gelen bir ses ile çıktı bu sessizlikten. Üst kata doğru merak içinde çıkmaya başladı. Ahşap merdivenler her adımda gıcırdıyordu. Sesin geldiği odaya doğru yöneldi. Kapıya yanaştığında, hıçkırıklarla bölünen bir ağlama sesi olduğunu fark etti. Kalbi yerinden çıkacak gibi göğsünü dövüyordu. Kapıyı araladı, duvarla bitiştirilmiş yatağın üzerinde, lacivert takım elbisesiyle genç bir adam oturuyordu. Sessizce izledi genç adamı. Gözlerinde yıkılmış bir hâl vardı. Yorgun ve tükenmiş, takati kesilmiş. Bir adım daha yaşayacak gücü yoktu bileklerinde. Bu köşk gibi; dışı bakımlı içi virane adam… Dışı mamur, içi pejmürde adam…
Bir an için duruşunu değiştirmek istedi. Ayağını kaldırdığında şişen parkeler gıcırdadı. İçeride ağlayan adamın bakışları kapıya yöneldi. Yataktan kalkıp: “Kim var orada?” diye seslendi. Bir an korkuya kapıldı. Ne yapacağını bilemedi. Merdivenleri üçer beşer atlayarak dışarı fırladı. Bahçe kapısından dışarı çıktığında her zerresi korku ve pişmanlıkla doluydu. Arkasına baktığında kimsenin peşinden gelmediğini fark etti. Durup son kez baktı gökkuşağı köşküne. Ne de güzel görünüyordu dışarıdan bakıldığında. Ne de riyakar bakıyordu gözlerinin içine… ve de davetkâr… Biliyordu artık tüm ihtişamının sahte olduğunu. İdrak etmişti, bu saray görünümünde hane; aslında yıkık dökük bir viraneydi, sahibi de… sahi o kimdi?
Kapının sürgüsünü açıp bahçeden çıktı ve zihnini altüst eden bu sokağı terk eyledi. Tarihi yarımada, bu kez gözlerini kapatıyordu. Yorgun adımlarına, sükunet eşlik ediyordu şimdi. Başını kaldırmadan yürüyordu artık. Gözlerinin önünden geçen hiçbir şeyin kıymeti yoktu. Aldırmadan geçti İstanbul'un eski sokaklarından.