Uluslararası sistem, günahı ‘yaşam tarzı’ diye katlayarak aslileştirip siyasileştiriyor. İslam dünyasında açıkça günah işleme talebi olanları Osmanlı’daki Ermeni, Rum azınlıklar gibi ‘kendisine özgü ortak değerlere sahip, himaye edilip siyaseti dizayn etmede kullanılacak’ politik bir cephe olarak görüyor, İslam dünyasına müdahale için ‘beşeri’ bir sermaye olarak değerlendiriyor. Bu, İslam dünyası için yeni bir güvenlik tehdidir.
Haziran ayında yaşananlar Türkiye’ye özgü değildir. İslam dünyasında yakın bir dönemde Mısır’da, Tunus’ta ve daha önce Cezayir’de benzer eylemler görüldü. Küçük veya orta bir grup sokaklara dökülüyor, ‘yaşam tarzı hakkı’, ‘yaşam tarzına saygı’ gibi sloganlarla ‘günahını açığa vurma, toplumun gözü önünde günah işleme’ ‘hakkına’ karşı bir tehdit ihtimali hissettiğini duyuruyor, buna tepki duyduğunu ilan ediyor, uluslararası sistemden bu yönde destek talep ediyor ve o desteği fazlasıyla buluyor.
Mısır’daki Tahrir eylemleri, İngiliz Kraliyet Radyosu BBC’de her akşam canlı yayınlanıyor, ‘aktivist’ denen eylemcilerin sesi dünyaya duyuruluyordu. Eylemciler, Mısır’ın geleceğiyle, onuruyla, ekonomisiyle, dünya siyaseti içindeki yeriyle ilgili değildiler. Onların tek endişesi vardı: Mısır’da açıktan günah işlenmeye müdahale edilmesi. Mademki İhvan iktidarı bu müdahaleyi yapacak, o halde böyle bir iktidar olmamalı, diyorlardı. ‘Açıktan günah işleme haklarını’ Mısır’ın bütün ihtiyaç ve değerlerinin önüne geçiriyor, her şeyden daha önemli kabul ediyorlardı. Günahlarını ifşa edebilmeyi bir yaşam tarzı, tercihi olarak görüyorlar ve kendi yaşamlarıyla özdeşleştiriyorlardı. Bu uğurda klasik devlet-toplum anlayışındaki vatana ihaneti bile göze alıyor ve dış güçleri Mısır siyasetine müdahale etmeye çağırıyorlardı. Bu, günahı en üst değer olarak tanımlamadır. Tunus’ta, Cezayir’de, İstanbul’da yaşanan da budur.
İslam dünyasında günahın yaygınlaşması ilk kez görülen bir vaka değildir. Şam Sultanı Nureddin Hazretleri Musul’a hâkim olunca orada içkiyi, fuhşu yasaklıyor. Ama Nureddin vefat ettiğinde Musul’u yöneten kardeşi Seyfeddin Gazi, davul zurnayla adeta ‘hürriyet’ ilan ediyor; içkiyi, fuhşu yeniden serbest bırakıyor.
Selahaddin öncesi çağla ilgili tarih kitaplarına geçen ‘günah’ notu, sadece bu değildir. İbn-i Esir, Hicri 577. yılı olaylarını anlatırken ‘Bu sene Bağdat’ta rezaletler çoğaldı, bunun üzerine Hacip, bir grup insanı şarapları dökmekle ve kötü kadınları yakalamakla görevlendirdi’ diyor.
Selahaddin-i Eyyübi’ye karşı Haçlılarla işbirliği içinde olan idarecileri destekleyen Halep’le ilgili bir tarih notu şudur: ‘Halep kalesindeki hazinenin dili olsa yanlış işlerini söylerdi, mü’minlerin sinesine saplamak için kâfirlere verilip mızraklara harcanan bu hazineden geriye kalan kısım da İslam’ın yasakladığı şarabın içilmesi için kadeh olmuştu.’
Ya Mısır? Selahaddin, Akka önlerinde Haçlılarla savaşta iken Mısır’a gönderilen Kadı Fadıl Hazretleri, emirlerden başlayarak bütün halkta görülmemiş bir ahlaksızlık, zina, yalancı şahitlik ve adaletsizlik görüldüğünü, sözde Müslümanların Ramazanda gündüz vakti yiyip içtiğini, geceleyin de sabahlara kadar Hıristiyanlarla şarap içtiğini, kendisinin bu dertten uyuyamadığını Selahaddin’e rapor ediyordu.
Osmanlı öncesi paramparça Selçuklu Anadolu’sunda da ‘günahkârlık’ her mü’minin hatta her insanın midesini bulandıracak boyuttadır. O günün şehirlerine dair tarih kitaplarında anlatılanlar, bugün şehirlerde yaşananlardan daha az kötü değildir.
Bütün günah çağları birbirine benzer. Bugün İslam dünyasında yaşananlar, eski günah çağlarında yaşananlara benziyor. Ancak onlardan farklı bir özellik de taşıyor. Biz, bugün günahın Politikleşmesi ile karşı karşıyayız. Modern günahkârlık, bütün düşünce ve değerlerin ötesinde bir siyasi cephe haline geliyor, bu cephenin içinde yer alanlar inancını, ideolojisini bir kenara koyup ‘günahı ifşa hakkı’ etrafında buluşuyor, içerde ittifaklar kurup dış güçlerle işbirlikleri geliştiriyor.
Biz; günahlarını kutsayan, din-dil-vatan-millet gibi hiçbir değeri günahından daha değerli görmeyen, günahını uğruna savaşılacak ve uğruna can verilecek bir değer olarak gören bir kitle ile karşı karşıyayız.
Yeni toplumsal gerçekleri kabullenmek güç gelir, bu yöndeki tespitler ilkin abartılı gelir ama göz önündeki tablo budur.
Günah, uluslararası sistem için ‘değerleniyor’; günaha içeride müdahale bir dış müdahale nedeni oluyor, gün geçtikçe onu da aşıyor ve bir işgal gerekçesine dönüşüyor.
GÜNAHIN DEĞERLENMESİ
Bu noktaya bir anda gelinmedi. Bugün yaşananlar, bir birikimin neticesidir.
İki yüz yıldır İslam dünyası üzerinde bir savaş aracı olarak, bir işgal aracı olarak günahkârlık operasyonu yürütülüyor:
Önce günahla ilgili düşünce ve inanç değiştirilmek istendi. Vahye inanmayan bir elit sınıf üretildi. Bu elit sınıf, bir ‘siyasi sermaye’ olarak kullanıldı, işbaşına getirildi. Eğitim-medya gibi topluma yön veren araçlar onlara teslim edildi.
Ardından dindar insan, gerek çaresizlikten gerek ‘zoraki hali asıl kabul ederek’ düşünce değişimine uğramaktan günahı normal karşılayacak bir hale sürüklendi.
Geçmişte bir günahkâra gidip ona İslam’ı anlatmak bir değer iken bugün bir günahkârla oturup onun günahını seyrederek ‘onun günahını teşhir ihtiyacına’ hizmet etmek, onun günahından rahatsız olmadığınızı göstererek onun huzur içinde günah ifşa etmesine katkıda bulunmak bir değer haline geldi, bir insan hakları aktivitesi oldu.
Eğitim ve medya üzerinden günahkâr sınıf, bir kitleye dönüştürüldü. Yapılan yasal düzenlemeler ve ödüllendirmelerle siyasi ve toplumsal hayat ‘günah merkezli’ organize edildi.(Örneğin, kimi kurumlarda işe alınmak için ‘içki içmek veya içmeye yatkın olmak, eşinin başkasıyla dans etmesine tahammül etmek veya tahammül etmeye yatkın olmak gibi gizli kriterler getirildi.)
Önce belli gün ve törenlerde şehirlerin belli yerlerinde günahı açığa vurma hali yaşanırken bu hal her güne ve her yere yayıldı, günlükleşti, sokağa ve parka indi.
Bu son aşamada günahı ifşa kitlesel bir nitelik edindi, sadece elit sınıfın değil toplumun bir kesimi için bir ‘değer’ haline geldi, kitlesel bir değere dönüştü.
Bu kitle günahını önemsiyor, günahını kendisi için değerli görüyor, günahı için memleketinin işgal edilmesini göze alıyor. Yeni dünyada, İslam coğrafyası özelinde teşhirci günahkârlık, kültürel işgalin hedefidir, askeri işgalin (toprak işgalinin) aracıdır, bundan sonraki modern ortağıdır.
YENİ BEŞERİ SERMAYE OLARAK GÜNAHKÂRLIK
Kapitalist ekonomi ‘tüketim’ üzerine kuruludur. Her günah bir tüketimdir, her günahkâr bir tüketim birimidir, bir müşteridir.
Kapitalist ekonominin yaşaması ve büyümesi, tüketimin artmasına, tüketicinin çoğalmasına bağlıdır. İslam dünyasında tüketim ve tüketicilerin artması, günah ve günahkârların çoğalmasına bağlıdır.
Bugüne kadar kapitalist güçler, İslam dünyasında günahların yayılmasına bu açıdan da baktılar.
Geçmişte günahkârların bir ‘siyasi sermaye’ olarak kullanılması, elit bir sınıfta sınırlıydı. Çünkü İslam dünyasında siyaset elit bir sınıfın elindeydi.
Bugün katılımcılığın artmasıyla kitleler siyaset açısından bir değer kazandı, siyasi aktör olmaya başladı. Uluslararası sistem de kendini günün gerçeklerine uydurarak yeni bir bakış edindi ve en azından 90’lı yıllardan bu yana İslam dünyasındaki günahkâr kitleye yeni siyaset düzenlemeleri açısından bir imkân olarak baktı, bakıyor. Onları himaye etmeyi ve cesaretlendirmeyi, İslam dünyasına müdahale etmede yeni bir unsuru olarak görüyor. Beşeri sermaye, bir etkinlik için gereksinim duyulan ünsur kaynağıdır. Uluslararası sistem, günahlarını bir ‘değer’ gibi gören kitleyi, yeni politikaları için ‘beşeri sermaye’ olarak kayda geçiriyor. Onları, İslam dünyasına müdahale etmeyi kolaylaştırıcı ve buna zemin ve maske hazırlayıcı yeni ‘insan kaynağı’ olarak değerlendiriyor.
Günahlar, bu bağlamda kitlesel anlamda politikleşerek uluslararası politik düzenin bir aracı haline geldi.
Geçmişte uluslararası güçler; Yunanlılar, Bulgarlar, Ermeniler, Rumlar, Kıptiler, Yahudiler üzerinden İslam dünyasına müdahale ettiler; onları kendi himayelerinde görüp onlar üzerinden siyaseti dizayn etmeye çalıştılar. Bugünden sonra günahkar kitleyi ‘seküler kesim’, ‘laik toplum’, ‘uygar insanlar’ adı altında himaye etme görüntüsü verecek ve onlar üzerinden siyaseti dizayn yoluna gitmeye çalışacaklardır.
Dolayısıyla bundan sonra günahkârlığa karşı duran her siyasi yapı ve sivil toplum hareketi, daha baskın bir unsur söz konusu olmadığı sürece uluslararası sistemi doğrudan kendi karşısında bulacaktır.
Günahları ifşa etmeyi serbestleştirerek oyunu bozacağını düşünenler de bu yolla toplumsal huzuru sağlayacağını sananlar da uzun vade açısından ağır bir yenilgi içindedirler. Bu, artık dış güçlere uzanan yeni bir güvenlik problemidir. Bu toplumsal güvenlik problemini aşmanın en sağlıklı yolu; eğitim, medya ve sivil toplumu seferber ederek bu kitlenin dönüşmesini ve tehlike arz etmekten çıkacak kadar küçülmesini sağlamaktır.
Günahın Normalleşmesi
Günah, özü itibariyle tiksindiricidir. Fıtratı bozulmamış her insan öz olarak günahtan tiksinir.
Günahın uhrevi ceza konusu olan kısmı, özüdür. Kişi hangi özel (dar, gizli) ortamda işlerse işlesin günahın özü, uhrevi ceza konusudur. Gizlice içki içen biri ahirette bunun cezasını görür.
Günahın dünyevi ceza konusu olması ise günahın sosyal yönünedir, günahın alenen işlenmesinedir. Kimse, gizli günahları araştırıp onlara ceza vermez. Günahkâr günahını açık alanda işlerse, günahı ‘ifşa’ sınırına girecek şekilde yaparsa ona dünyevi ceza verilir. Bunun için dünyevi cezaya ‘dünyevi ispat’ şarttır.
Fıtratı bozulmamış her toplum en azından bir kısım günahın açıkça işlenmesinden tiksinir, bunu toplum düzeninin bozulması olarak görür.
Önce fertlerin özü bozuldu, sonra toplumların. Günahkâra günahsızlığı hatırlatan her şey ‘huzur bozucu’ olarak tanımlanıyor; günahkâr, günah karşıtı sembolleri görmeyi kendi acısından bir insan hakkı ihlali olarak görüyor ve o sembollerin yasaklanmasını, azaltılmasını istiyor.
Günahkâr, kendi yaşam tarzıyla hiç ilgisi olmayan başörtüsünden, cami minaresinden, ezan sesinden, Ramazanda bazı lokantaların kapalı olmasından rahatsız oluyor; bu yönde sınırlama talep ediyor. Buna karşılık sarhoşluk, başkalarına hakaret etme, sarkıntılıkta bulunma, yakınlarını darp etme, başkalarının canına kıyma gibi sonuçlar doğurduğu halde ona yönelik her tür sınırlamaya karşı çıkıyor. Bu “Bana ait olan, sana zarar verse de iyidir. Sana ait olan, seninle sınırlı kalsa da rahatsız edicidir” eğilimidir. Bunda kendini üstün görme, ayrıcalıklı görme psikolojisi vardır.
Nitekim bu eğilim, bu psikoloji içinde ‘Benim yaptığım her şey iyidir. Bizim nefsimizin istediği her şey insan hakkıdır’ faciasına dönüşüyor ve bir annenin kendi öz evladını öldürmesini bir hak olarak görecek boyutlara ulaşıyor.
Günahı mazur görmek ayrıdır, günahı kutsamak ayrıdır. Kürtajı mazur görenler olabilir ama kürtaja, can edinmiş bir bedeni katletmeye insan hakkı gözüyle bakmak değerleri alt-üst etmektir. Bütün toplumlarda can değerlidir; cana sebepsiz yere kast, en ağır hak ihlalidir. Buna zıt bir vaziyet almak, hakkın yerine batılı koymaktır.
İslam dünyasında yapılmak istenen de budur; batıl değerler uğruna geçmişini inkâr eden bir toplumdan geleceğini yok eden bir topluma geçiştir. Bugün bulunduğumuz nokta, bu geçiş aşamasıdır.