Bugün günlerden kış. İlk demleri kışın. Ancak ufuktaki güneş halen çok muhteşem görünüyor. Her ne kadar eski sıcaklığı yok ise de kışı birkaç gün geciktirmesini büyük lütuf olarak görüyoruz.
Yaz günlerinin sınırsız ve minnetsiz özgürlük bahşeden sıcaklığını ondan biliriz.
Cömertliğinin peyderpey cimrileşmeye yüz tutmasına bahane bulacaktık ya; “sonbahar” dedik. Avunduk, avuttuk. Gönül kırıklığımızı yapraklar kadar cesurca ortaya koyamadık. Kızgınlığımızı “kızararak” ortaya koyamadık onlar gibi. Hatta kırıklığımızı yaprakların sararmış renginde onarma gibi melankolik bir haslet bile geliştirdik.
Ama her gün bizden biraz daha uzaklaştı “güneş”. Her gün “dünyamızla” aramıza mesafe koymasını, aramıza kara bulutlar koymasını; rüzgarlar, fırtınalar beslemesini “sonbahar”a yükledik.
Bu uzaklaşma devam ettikçe aramızdaki “soğukluk” artıyor. Ve artık dönülmez bir ayrılığın hissi bizde yavaş yavaş hayat bulmaya başladı. Yine de avunma ve avutma… Ayrılık hissinin kesin bir kabule dönüşmesine mani bir cömertlik sergiliyor güneş zaman zaman. Zira avunmaya teşne bir saflığa ve sevdaya sahip olduğumuzu biliyor. Bir iki “görünümlük” ile geçiştiriyor soğukluğumuzu. Ve biz maskeleriz “üşümeyi” bir “kefi” ile.
Avunur avuturuz.
Biz “uzaklaşmaya” sonbahar demişsek, ayrılığa da “kış” demeyi biliriz. Bir kabahatli bulacağız ya; bunun da adı “kış” olsun. Hiç güneşe toz kondurur muyuz?
Bizi terleten kucaklaşmasına “yaz” deyip sere serpe uzanıvermiştik ya gönül rahatlığıyla. “Sımsıcak” ve samimi bir ilişki geliştirmiştik ya… Rehavet ve atalet çökmüştü ya üstümüze.
Şimdilerde “üşümenin” kırgınlığıyla birlikte damarlarımızı zorlayan kanın hareketi “kanı kaynayan” delikanlılık çağını da yaşatabilir mi acep yeniden? Yüreğimiz eski heyecanlar yâd edip aynı heyecanla damarlarımıza kan pompalar mı bir daha?
Bizi güneş ısıtır. Ama “kış” üşütür demişiz ya bir kere… Oysa bizi güneş ısıtır ve yokluğu üşütür. Güneşin bize uzaklığıdır bizi üşüten; bizden uzaklaşması…
“Dünyamızın” döngüsüdür kar-kış-kıyamet yaratan. Duygu dünyamızın; zihin dünyamızın karmaşasıdır bizi üşüten.
Kış kapıda ve beyaz kelebekler düşer, yere barışçıl bir örtü örtme aşkıyla. Ama “beyaz” kimi zaman teslimiyettir de; korkuları gizleyen bir perde… Beyaz örtü kırmızı izler taşır, yaralı ceylanların gerdanından üzerine düşen kan damlalarından. Camların arkasındaki esmer kadınların eteğine sığınmış çocuklar hatırına gizlenir korkular/endişeler. Bu nedenledir ki tutkulu hikâyelerin yerini çocuksu masallar almıştır. Güneş ülkesinin delikanlılarına yazılacak mektuplar buz kesilmiştir. Yüreğinde ısıtır beyaz tülbentli kızlar kırmızı mendillerini. Bir bir sayar geçen arabaları çocuklar pencerelerden; “babalara” giden yolları çizerler körpe dimağlarda.
“Muştu” haberleri, ayağı tel örgülere sıkışmış serçeleri bekler. Kapana kısılmış karkuşları “zemherinin” işaret fişeğini ateşler. Gün batımında, ufuktaki güneşe kanat çırpan “sıcak ülkenin kuşları”nın küçülen silüeti, hikayenin son perdesi. Dağın arkasında yeniden doğacak güneş ancak ebabil kuşlarının gagasında yükselecek gibi.
Denizleri yeniden kim ısıtacak? Dağlar nasıl yerinden oynayacak? Kudüs'e kim Ömer olacak? Selahaddin kimde dirilecek? Bırakın İsa'yı “garplılar” bekleyedursun. Bırakın İsa'yı asanlar öldüredursun. Şarkın “nuru” bir daha kimde zuhur edecek siz onu söyleyin.
Oradan göklere bir daha kim çıkacak?
Arzuhalimizi kim sunacak?
O'na bir “Sıddık” olmaya var mısınız?
Bila kayd-u şart inanmaya var mısınız?