‘Güneydoğu’ medreseleri hakkında

Adlandırma noktasındaki haleti ruhiye bir yana bırakılırsa medreseler, toplumsal ve siyasal değişimler, üretim ilişkilerinin değişimi vb. konularda oldukça önemli aktarımlar var Hasan Yüksel’in Dergâh’ta yayımlanan yazısında. Hatıralarla tarihsel bilgiler

Asım Öz/ Kültür Servisi/Dünyabülteni

Dergâh dergisinin 268.  sayısında Hasan Yüksel'in "Güneydoğu Medreseleri ve Mellaları" başlıklı yazısı bir yazısı yayımlandı. Yazıyı okuduğumda önce aklıma son yıllarda sıkça konuştuğumuz Kürt sorununun evveliyatında yaşanan adlandırmaya ilişkin tartışmalar geldi. Malum resmi söylemde uzun yıllar bu mesele bölgesel/coğrafi bir adlandırma üzerinden ele alındı.  Hal böyle olunca meselenin etnik boyutundan  bağımsız bir ekonomik kalkınma meselesi olarak sunulması daha kolay oldu.

Güneydoğu olayları/sorunu ifadesinin çok farklı çevrelerde  ortak bir terim olarak kullanılma durumu geriye doğru yapılacak kültürel hafıza çalışmalarında mutlaka görülecektir. 1960 sonrasında Yön dergisi başta olmak üzere sol yayın organlarındaki adlandırma  Marksist Doğu sorunu çerçevesinde yapılmıştır.

Kim bilir kaç yıl oluyor... Bu konuyu konuşmanın yasak olduğu zamanlarda Kürt sorunu genelde Güneydoğu Sorunu olarak ele alınırdı. Hatta İslâmcı olarak bilinen bazı isimler katıldıkları Kürd Sorunu Forumunda sundukları tebliğlerini kendilerinin çıkardıkları dergilerde yayımlarken, forumun adını bile değiştirerek 'Güneydoğu Forumu'nda sunulan tebliğdir derlerdi. Dergâh'ta yayımlanan metnin gerek başlığında gerekse içeriğinde bu   konudaki hassasiyet fazlasıyla  hissediliyor. Tabii şunun altını çizmekte de yarar var: Kimi zaman Şark medreseleri olarak da adlandırılan Kürt medreseleri  Kürt milliyetçiliği içerisinde farklı değerlendirmelere konu olmuştur. Bazı araştırmacılar Kürt medreselerinin Kürt davasını kuşaktan kuşağa aktararak modern Kürt aydınlarına ve siyasetçilerine ulaştırarak  Kürt yurtseverliğini beslediğini ifade ederler. Bazı araştırmacılar ise bunun ideolojik bir kurmacadan ibaret görürler. Öte yandan son dönemde  medreselerden mezun melalara (veya bazı ağızlarda melelere)  Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından kadro tahsis edileceğinin açıklanmış olmasında da görüleceği gibi  Kürt medreseleri  çoğu zaman güncel siyasi  tartışmaların bir parçası olma konumunu sürdürmektedir.

MEDRESE YOLCULUĞU

Adlandırma noktasındaki bu haleti ruhiye bir yana bırakılırsa medreseler, toplumsal ve siyasal değişimler, üretim ilişkilerinin değişimi vb. konularda oldukça önemli aktarımlar var Hasan Yüksel'in Dergâh'ta yayımlanan yazısında. Hatıralarla tarihsel bilgilerin iç içe geçtiği yazı modernleşme sürecinde günden güne varlığını kaybeden medreseler hakkında iz sürmek bakımından mutlaka okunmalı.

Hasan Yüksel'in babası Cumhuriyet'in ilk yıllarında gerçekleştirilen devrimlerin hemen akabinde dünyaya gelmiş. Zor zamanda dünyaya gelmiş olmanın etkisiyle  hem medreseden hem mektepten mahrum yetişen  baba buna rağmen Yunus Emre ve Niyazi-i Mısrî divanlarını eski harflerden okuyabilmektedir.

Dedesi molla olan Hasan Yüksel okulu bitirince  1965 yılında, bereketi kaçmasına rağmen varlıklarını zar zor sürdüren medreselerden birinde  okuması niyetiyle   babası tarafından  önce Diyarbakır'a  götürülür. Buradaki bütün medreseleri dolaşırlar fakat hiç biri onu kabul etmez.  Sonra Ali Paşa Camii bitişiğinde bulunan ve körleri hafız olarak yetiştiren bir yere varırlar. Buradakilerden biri onlara Diyarbakır'ın merkez köylerinden Simak'a gitmelerini tavsiye eder. Sur dibinde Simak'a kalkan bir minibüse binen baba ve oğul akşam namazına yarım saat kala Dicle kenarında bulun bir köye gelirler.  Minibüsten indikten sonra Simak'a giden bir kadın önlerine düşerek onlara yol gösterir. Köye ulaştıklarında düz damdan bibaret olan bir köy evini andıran camiye giderler önce. Yüksel'in  babası oğlunu  okuyup mella  olması için bırakıp gider ve oğul babasının arkasından ağlamaz.

Yüksel geçmişi anlatmak için hatırladığında önemli ayrıntılara dikkat çekmeyi biliyor. Simak'ta akşam güneşi Dicle'ye yansıyınca çok güzel bir kızıl manzara oluşur. Köyün hemen kenarında kedilerin bile ulaşamayacağı baştanbaşa iki dizi küçük takaları olan tren katarı gibi sıra evlerin üzerine gölge düşmektedir.  Yüksel'in içini gölgeyle beraber bir ürperti kaplamaktadır. Merak uyandıran bu evlerin hikâyesi oldukça ilginçtir: "Bir gün, mimari yapılarıyla merak uyandıran bu evlerde kimlerin oturduğunu ve ne için böylesi bol pencereli yapıldıklarını sormuştum. Bana içinde kimselerin oturmadığını sadece güvercin gübresi biriktirmek için, güvercinlere barınak olarak inşa edildiklerini; ilkbaharda şiddetli yapışların dinmesinden sonra, Dicle'nin asıl mecrasına çekilmesiyle, nehir kıyısında oluşan kumluk düz alanlarda karpuz ekerken bu güvercinlerin gübresini toplayıp kullandıklarını anlatmışlardı."

"Güneydoğu" medreselerinin Osmanlıların ilk devirlerinden beri meşhur olduğu hatta Bursa, Edirne ve İstanbul başta olmak üzere çeşitli şehirlere Kürdistan'da bulunan medreselerden mella gönderildiği bilinmektedir. Aradan geçen yüzyıl yılların ardından Cumhuriyet devrine gelindiğinde Tillo, Hizan ve Müküs(Van/Bahçeşehir) medreseleri en meşhur olanlarıydı. Bingöl tarafında ise yazın yaylalara çıkan göçebelerle birlikte hareket eden, çadırda eğitim   faaliyeti yapan medreselerin varlığından söz eden Yüksel, bölgedeki medreselere 1960'lı ve 1970'li yıllarda kadar epey öğrencinin devam ettiğini belirtiyor. Medreseler bir yandan Kürdistan'da bulunan köy ve kasabalara "mella" ve  "seyda" yetiştirirken bir yandan Anadolu'nun farklı bölgelerinden gelen öğrencilere eğitim vermektedir. Kürdistan medreselerinin Türkiye'deki mevcut din eğitimi kurumlarına yapmış olduğu katkıyı iki gruba ayırarak  şu cümlelerle özetliyor Hasan Yüksel: " Bu öğrenciler, kalıcı medrese eğitimi alanlar ile İlahiyat Fakültesi, Yüksek İslâm Enstitüsü veya İmam Hatip'te okuyan talebeler arasında İslâmi  bilgilerini özellikle Arapçalarını geliştirmek üzere iki gruptan oluşurdu. Daha doğrusu Güneydoğu medreseleri, özellikle İmam Hatip ve Yüksek İslâm Enstitüsü talebelerine bir tür yaz okulu hizmeti veriyorlardı.

Hatırladığım kadarıyla bu öğrencilerin ekseriyetini İzmir, Konya ve Kayseri Yüksek İslâm Enstitüleri talebeleri oluşturmaktaydı. Bölge dışından daimi olarak gelip medrese eğitimi alanlar arasında İzmir, Amasya, Sivas, Malatya, Kars Kağızman ile Trabzon'un Of ve Ordu'nun Fatsa ilçelerinden gelenler olduğunu iyi hatırlıyorum." Onun bu aktarımları Zeynelabidin Zinar'ın, sayıları az olmakla birlikte medreselere Kırşehir, Aksaray,  Tokat, Konya, Samsun ve Giresun gibi illerden öğrenci geldiğini ifade ettiği yaklaşımlarıyla  paraleldir.

MEDRESELERDEN İMAM HATİPLERE

Kürdistan köylerine imam ve mella yetiştiren medreseler için İmam Hatip mezunu imamlar önemli bir handikap oluşturur. Bu okullardan mezun olup imam olarak atananların kılık kıyafetleri başta olmak üzere sosyal davranışlarının öğretmen gibi olması, maaşlarının devlet tarafından ödenmesi gibi hususlar medresedeki fakihleri kara kara düşündürtür. Kürdistan'a tayin edilen imamlarla ilgili şu satırlar meseleyi bütün olarak ortaya koymaktadır: "İmam Hatipli imamlar şehir ve kasaba camilerinde çelimsiz çehreleriyle yer etmişlerdi bile; artık mihrapta muteber mellalar yoktu, onların yerini namaz surelerini bilen ve minbere çıkıp elindeki kitaptan, cemaatten çoğunun anlamadığı, Türkçe hutbe metnini okuyan yeni yetme imamlar almıştı. Halk bu imamlara pek itimat etmese de beslemek mecburiyetlerinin olmadığını görmüştü. Hoşlarına gitmiyordu, ama yapacak bir şey yoktu."

Caminin bitişiğinde bulunan köy medreselerinde köyün büyüklüğüne göre beş ile on fakih bulunur ve çay dışında medresede kazan kaynamaz. Fakihlerin her biri ister köyde bulunsun ister kasabada bulunsun mutlaka hali vakti yerinde olan bir aileye bağlı olur. Her bir fakih bağlı olduğu ailenin kapısını sabah ve akşam çalan pişen yemeklerden bir tas alır ve ekmek ile beraber medreseye gelir. Gelen yemekleri birlikte yiyen fakihler artan yemekleri bir sonraki öğünde yemek için bir kenara bırakırlar. Fakihlerin elbise ve diğer ihtiyaçlarını da bölge halkı karşılar. Hasat vaktinde ayni olarak verilen zekat pazara götürülüp paraya dönüştürülür ve fakihler arasında bölüştürülür. Hasan Yüksel'in bu anlatımları doğu medreselerinin kontrol altına alınmasını zorlaştıran hususlar biridir. İsmail Kara'ya göre bu medreselerin hem siyasi merkezin ulaşım imkanlarına göre "taşrada" yer almalarından hem de eğitim faaliyetlerini kendi kendilerine yürütebilecek bir özerkliğe/iç işleyişe sahip olmalarından dolayı merkezin siyasi tasallut ve tahakkümden kurtulabilmişlerdir.

Köyün çocuklarına Kuran ve ilmihal bilgilerini öğreten medrese kökenli imamlar yazın entari, kışın şalvar giyer, camide köylüyle beraber tütün sarar, sohbet eder; onların sordukları sorulara cevaplar verirken halkla bağlarını mümkün mertebe korur ve güçlendirirdi. Buna karşın İmam Hatip mezunu olan imamlar böylesi bir donanımdan ve inandırıcılıktan yoksun olduğu için mella ve seyda kadar etkili olamaz. Yüksel'in anlatımlarında medreselilerin İmam Hatip diploması almak için girdikleri sınavlar, bu sınavlarda yaşadıkları sıkıntılar gibi konulara değinilmediği görülüyor.

On yedinci yüzyıldan beri medreseleri ile meşhur olan Tillo medreselerine de değinen   Hasan Yüksel  Erzurumlu İbrahim Hakkı,  Said-i Nursi gibi isimlerin buradaki medreselerde okuduğunu aktardıktan sonra medresede eğitim işinin nasıl yapıldığı ve serbest zamanların nasıl değerlendirildiği üzerinde durur:

"Sabah namazından sonra eğitim başlar, herkes gün kararmadan dersini ezberlemeye çalışır ve akşam namazından sonra medrese avlusunda fakihler ay ışığında mahkûmlar gibi gide gele ezberlerini tekrarlarlardı.

Cuma günü medresede hafta tatiliydi; ancak o zamanki devlet dairelerinde ve okullarda uygulanan cumartesi öğleden sonra başlayan hafta sonu tatili de Perşembe öğleden sonra başlıyordu. Çamaşırlarını yıkayan, sünnet-i seniyyeye uygun saç-sakal ve bıyık tıraşı olan ve haftalık temizliğini yapan fakihler ikindiden sonra yavaş yavaş yarenliğe koyuluyorlardı. Hele karınları toksa üstüne bir de çay kaynatırlardı."

"Medresede Bina, Maksut, İzzi ve Molla Cami'nin metni Kâfiye ile Elfiye dâhil okunan bütün metinler ezberlenirdi. Onun için gündüzden okunup ezberlenen metinler, akşamları medrese avlusunda mahkûmlar gibi sıra halinde gezilerek, iyice pekiştirilmesi için tekrarlanırdı."

Gündelik hayatın başka ayrıntıları ise şöyle anlatılır: "  Evet, Tillo'da gökyüzü yere daha yakın ve daha berraktı; öyle ki, medrese avlusunun bir köşesinde yere serilen kilimler üzerine halka oluşturarak oturan fakihler, asma çardağı altında oturan bir bahçıvan gibi ellerini uzatsalardı gökyüzünden avuç avuç yıldız devşirebilecek kadar semayla iç içeydiler.

Bir müptedinin hazılardığı çaylar yudumlanırken, güzel sesli fakihlerin kimisi Fuzulî'den kimi  Mella Ahmed-i Cizrî'den veya Erzurumlu İbrahim Hakkı Erzurumî'den Türkçe ve Kürtçe gazeller okurdu. Çok güzel Arapça kaside  veya gazel söyleyenler de vardı. Ancak, Hafız Taha gibi güzel sesli ve makam bilenlerin o lâhutî avazelerini dinleyip mest olmamak veya ağlamamak mümkün müydü? Hele o yanık ve hazin sesin veya ortak terennümlerin arasında birden yükselen şarka özgü ani çıkış ve ani infilakı andıran o lâhuti ses, haşre kaldıran İsrafil'in suru gibi cana kâr ederdi. Hepsi kavruk ve bağrı yanık insanlardı. Öyle ki çekilen uzun havayla, medrese eyvanındaki taş döşeme üzerine serilen bir hasır veya kilim üzerine bağdaş kuran fakihler derin bir sessizliğe gömülürlerdi; yürekleri fazla kabaranların yanaklarından damla damla yaş akardı."

Tillo'nun kendine özgü güzelliklerini anlattıktan sonra medrese hocalarını anlatan Yüksel'in hocalarını anlattığı satırlar Sadrettin  Öztoprak'ın "Gerçekten hocalarım anlatılmaya  değer şahsiyetler idiler"  ifadesini hatırlattı bana. Mella Halil, Mella Muhammed, Mella Burhan, Mella Salih, Mella Beşir ve Mella Bedreddin'in eğitim ortamındaki davranışlarından, geçim kaynaklarına, bildikleri dillerden tefsir yazmak için topladıkları komisyona kadar pek çok ayrıntıyı bulmak mümkün bu anlatımlarda.

Hasan Yüksel'in İmam Hatipler başta olmak üzere resmi din eğitim kurumları hakkında yazdıkları daha şaşırtıcıdır.  İmam Hatiplileri birkaç yerde "medrese damında tüneyen baykuşa" benzeten Hasan Yüksel, İmam Hatip mezunlarının fakihlerin heves ve şevkini tükettiğini düşünür. Tevhid-i Tedrisat Kanununun kapısına kilit vuramadığı medreselerin türlü zorluklara rağmen varlıklarını koruduklarını buna karşın yörenin Kürt ve Arap beylerinin zeki çocuklarının medresenin kapısına uğramadıkları tespiti önemli bir ayrıntı. Bugün meselenin gelmiş olduğu  "sınıfsallık" meselesini göz ardı ederek Kürdistan'daki medreselerin Kürt sorununu çözme noktasında katkılarının olabileceğini düşünen araçsalcı zihnin anlaması gereken hususlardan biri bu mesele olsa gerek.  Oysa bugün yitirilmiş bir savaşın kavgasını vermenin ötesine geçilmesi gerekliliği bulunmaktadır.  Zeki talebelerin sadece Doğu'da değil Batı bölgelerinde de İslami ilimler dışındaki teknik ve sosyal içerikli bölümlere  gönderilmesi "din" meselesindeki düşünsel tıkanıklığın da süreklileşmesinin önemli sebeplerinden biri olsa gerek.

Doğu'daki medreseler hakkında bildiklerimize ilginç bir katkı sağlayan yazının son kısmında yer alan şu tespitlerden yola çıkarak Kürdistan'daki teolojik dönüşümün politikası ve sosyolojisinin ne kadar önemli ve henüz yeterince gündeme getirilmemiş bir husus olduğu söylenebilir: "60 İhtilali ile Diyanet mensuplarının diğer devlet memurları gibi kadroya alınması ve İmam Hatiplerin pıtrak gibi ülkenin her  tarafından açılması, mezunlarının imam ve hatip olarak hemen göreve başlamaları Güneydoğu medreselerini iyice gözden düşürmüştü."

İmam Hatiplerin, Yüksek İslâm Enstitülerinin ve İlahiyat Fakültelerinin modernleşme sürecine yaptıkları katkıların tekrar düşünülmesi gerektiğini hatırlatan bu yazının/hatıratın geliştirilerek kitaplaştırılması memleket meselelerini kavramak bakımından hayırlı bir girişim olacaktır.

Son olarak şunu belirtmeliyim: Hasan Yüksel'in bu yazısı Sadreddin Öztoprak'ın  Şark Medreselerinde Bir Ömür kitabı ve  İsmail Kara'nın "Kürt Medreseleri Gündeme Gelmeyecek mi?"  adlı yazısı ile birlikte okunduğunda dikkate değer çıkarımlar elde edilebilecektir.  Elbette, Kürdistan'daki medreselerin canlı anlatımı için mutlaka on yedinci yüzyıl ortalarında buraya birkaç seyahat gerçekleştiren Evliya Çelebi'nin Seyahatname'si okuma listesinin başına konulmalıdır.  Çünkü o açık görüşlü ve önyargısız  "ilk" gözlemciydi.

 

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

İlim Tarih Haberleri

28 Şubat postmodern darbesi ve 27 Nisan e-muhtırası
Zilan Katliamı
Zilan Katliamı
Karaismailoğlu: Halkımızın yüzde 70'ini 2023 yılında hızlı tren konforuyla buluşturacağız
Fırat Kalkanı bölgesine saldırı hazırlığındaki PKK'li öldürüldü