Asım Öz/ Dünya Bülteni
Günümüz Batı Hıristiyan toplumu içinde Yahudilerin Tevrat hukuku ile Müslümanların İslam Şeriatı, Hıristiyanlık dini bağlamında önemli bir tartışmanın gerekçesini oluşturmaktadır. Tartışma, Hıristiyan inancı ile dini hukuk (yasa) arasındaki teolojik gerilimin sonucunu yansıtır mahiyettedir. Zira Pavlus tarafından dini hukuktan arındırılan Hıristiyanlığın, Tevrat ve Kur'an'daki gibi din temelli bir hukuk manzumesinden yoksunluğu konusu gittikçe daha fazla sorgulanmaktadır. Özellikle son asırlarda Batı'da egemen olan seküler anlayışa dayalı kanunların göreceliliği ve değişkenliğinin hukukun amaçladığı "adaleti sağlama" işini zaafa uğrattığı en yaygın Hıristiyan kanaatlerinden birisidir. Bu durumda yapılması gereken, diğer dinler gibi kadim köklere dayanan din temelli bir hukuk sistemine sahip olmaktır. Hıristiyan çevreleri bu tür bir hukuk sistemi arayışı içinde kendine en yakın kaynak olarak Eski Ahit'i görmekte ve Tevrat hukukunun Hıristiyanlar için de uygulanabilirliğini savunmaktadır. Nitekim artık insanlara merhameti ve bağışlamayı telkin eden mazlum bir Mesih figüründen ziyade Sina'nın doruklarından yargıyı ve adaleti emreden Yahova sembolü birçok Hıristiyan'a sanki daha kadir-i mutlak görünmektedir. Bu arayış esasen yeni de değildir. Hıristiyanlığın öncü reformcularından John Calvin, Eski Ahit kaynaklı güçlü bir dini hukuk sistemi ihdas etmiş ve bu sistemi XVI. yüzyılda adeta teokratik bir devlete çevirdiği Cenevre'de çok katı bir şekilde uygulamıştır. Calvin'in asırlar önce tesis ettiği ve insanları işledikleri suç ve günahlarından dolayı sürgün edip idam cezasına çarptıran din temelli yargı sistemi, günümüzün modern Protestan anlayışı içinde adeta yeniden keşfedilmektedir. "Kalvinizm'de on emir" konusu bu kaynağa işaret eden güçlü bir metaforu ifade etmektedir. Hakan Olgun tarafından kaleme alınan Kalvinizm'de On Emir kitabı çerçevesinde Batı dünyasında yaşanan teolojik değişimi konuştuk.
Asım Öz: Hıristiyanlığın yasa ve sevgi arasında bölünmüş bir anlayışa sahip olmasının ve yasayı ikincilleştirmesinin sebebi nedir?
Hakan Olgun: Hıristiyanlığın teolojik kurgulanışı, özellikle Yahudi tarihi ve tecrübesi üzerine dayanmaktadır. Hz. Âdem'in işlediği günahın, "ilk günah" ya da "asli günah" olarak nesilden nesile sirayet ettiğini ileri süren Hıristiyanlık teolojisine göre Yahudi hukuku (yasa) bu ilk günahtan kurtuluşun yolu olarak değerlendirilmiştir. Hıristiyan teolojisine göre esasen Tanrı, insanoğlunun kendi kişisel çaba ve davranışlarıyla Tanrı'nın rızasını elde edemeyeceğini insanlığa göstermek istemiştir. Bu çerçevede, günahkâr olan insanoğlunun kendi insani erdem ve gayretleriyle günahkârlığından arınması için dini bir yasa formunda bir hukuk kodundan sorumlu tutulmuştur. Ancak insanlık kendi irade ve gayretiyle bu yasanın hükümlerini yerine getirmeye çalışsa da bunda başarılı olamamıştır. Çünkü insan tabiatı, Hz. Âdem'den sirayet eden günah nedeniyle kirlenmiş ve bozulmuştur. Dolayısıyla insanlık ifsat olmuş doğası nedeniyle irade ve eylemlerinde daima bir atalet içinde olmuş ve Tanrı'nın yüklediği dini hukuk normlarını yerine getirerek günahkârlığından kurtuluşu mümkün olmamıştır. Günahkârlıktan kurtuluş mümkün olmamakla birlikte, dini hukuk ile muhatap olma durumu, günahkârlığı daha da artıran bir sonuç doğurmuştur. Zira günahtan aklanmak için bir fırsat olarak sunulan kuralların yerine getirilememesi, günahkârlık durumunu daha da artırmıştır. Böylece dini hukuk günahlardan kurtuluşu değil, aksine yasak, günah ve ölüm döngüsünden oluşan fasit bir daire oluşturmuştur. Şöyle ki, dinsel yasa bir kural içermektedir; bu kural bir emir ya da yasaklamayı getirmektedir. Bu emir ve yasaklamaya hakkıyla riayet edilmemesi ise günahkârlık ve sonucunda ölüm cezasını doğurmaktadır. Eski Ahit hukukunda ölüm cezasını gerektiren pek çok hükmün yer aldığı burada hatırlanmalıdır. Sonuç olarak, insanlığa günahkârlığından kurutuluşuna vesile olsun diye sunulan yasa, günah ile bozulmuş olan insan doğasının zafiyeti nedeniyle bağışlanmanın değil günahkârlığın kaynağı olmuştur.
DERİN BİR TEOLOJİK ÇATIŞMANIN SONUCU
Bu yaklaşıma göre yasa ile muhatap olan insanın, bağışlanma sürecinde bir kısır döngü içinde olduğu aşikârdır. Hıristiyan teolojisi bu aşamadan sonra kendi kurtuluş öğretisini oluşturmuştur. Buna göre Tanrı esasen insanoğlunun kendi irade, erdem ve çabasıyla günahkârlığından aklanamayacağını bu hukuk tecrübesiyle insanlığa göstermiştir. Yargılayan ve cezalandıran değil merhamet eden "baba" tanrı tanımı çerçevesinde Hıristiyan tanrısı insanoğluna günahkârlığının bedeli olan kendinden bir parçayı, Mesih'i göndermiş ve onun çarmıh üzerinde ölmesiyle kadim günahkârlığın bedeli ödenmiştir. Dinsel yasanın yapamadığını, yani bu yasaya itaat edilerek elde edilemeyen bağışlanma, bizzat tanrısal bir unsurun kendini insanlık adına feda etmesi suretiyle gerçekleşmiştir. Bu durumda artık yasanın herhangi bir hükmü ve değeri söz konusu olmamaktadır. Çünkü Mesih yasayı tamamlamış, onun gereğini yerine getirmiştir. Bundan sonra da yasanın hesabı tutulmayacaktır. Aksi durumda, yani Mesih'in fedakârlığına rağmen hukukun geçerliliğini savunma durumunda insanlığın günahına bedel olarak Tanrı'nın merhameti ile insanlığın günahı adına kendini feda etmiş olan Mesih'in misyonuna saygısızlık olacaktır.
Hıristiyan teolojisi bağlamında Mesih'in insanlığın günahı adına kanını dökmesi, bu insanlığa yönelik ilahi sevginin bir tezahürü olarak değerlendirilmiştir. Artık yasanın hesabı tutulmayacak; bunun yerine sevgi ve merhamet duygularının egemen olduğu manevi bir düzen kurulmuş olacaktır. Tanrı, Yahudi geleneğinde olduğu gibi Sina dağından gazapla gürleyen ve insanlığa ağır hukuk empoze eden yargılayıcı bir tanrı değil, insanlığın günahını kendinden bir parçayla, oğul İsa ile bağışlayan merhametli, sevgi dolu ve müşfik bir baba tanrı konumuna geçmiştir. Mesih'in kanına bedel olan bu dönemden sonra artık insanlığın dini kural ve kaidelerle değil hayatı sevgi, merhamet ve bağışlama duygularıyla yaşaması telkin edilmiştir. Hıristiyanlığın bir sevgi dini olduğu düşüncesinin Yahudi şeriat tecrübesiyle böylesine derin bir teolojik çatışmanın ürünü olarak ortaya çıktığı söylenebilir.
Eski Ahit hukukundaki on emir hükümleri Hıristiyanlar açısından bağlayıcı olarak kabul ediliyor mu? Mesela bu konuda Katoliklerle reform hareketleri arasında ne tür farklılıklar var?
Bu sorunun cevabına geçmeden önce On Emir hükümlerini kısaca özetlemek faydalı olacaktır. Çünkü bu emirlerin her birinin Yahudilik dışındaki dini gelenekler açısından eşit değerde hükümler olmadığı bilinmektedir. On Emir hükümlerini şu şekilde sıralayabiliriz: (i) Karşımda başka ilahların olmayacak. (ii) Kendin için oyma put, yukarda göklerde olanın yahut aşağıda yerde olanın yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın, onlara eğilmeyeceksin ve onlara ibadet etmeyeceksin. (iii) Rabbin adını boş yere ağıza almayacaksın. (iv) Sebt gününü takdis etmek için onu hatırında tutacaksın. (v) Babana ve anana hürmet edeceksin. (vi) Öldürmeyeceksin. (vii) Zina etmeyeceksin. (viii) Çalmayacaksın. (ix) Komşuna karşı yalan şahitlik yapmayacaksın. (x) Komşunun hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin.
Görüldüğü gibi ilk dört emir maddesi doğrudan İsrailoğullarına yönelik olarak özel bir teolojik içerik taşımaktadır. Bu maddeler İsrailoğulları ile rab Yahve arasında olması gereken ilişkiyi düzenlemektedir. Devam eden altı emir ise daha çok ahlaki düzenlemeleri içermektedir. Dolayısıyla ilk dört emir maddesinde yer alan teolojik içerikli hukuk kodları ile diğer maddelerde yer alan ahlaki düzenlemeler dikkate alındığında ilk kısmın İsrailoğullarını bağladığı diğer kısmın ise evrensel ilkeler olarak bütün insanlığa yönelik olduğu fark edilmektedir. On Emir hükümlerinin ikinci kısmı ise özel anlamda İsrailoğulları arasındaki toplumsal ilişkileri düzenleyen hükümler olarak görünmekle birlikte esasen bütün dini geleneklerin özünde yer alan evrensel ahlak ilkelerini ihtiva etmektedir. Hıristiyan teolojik geleneği de bu hükümleri sözünü ettiğimiz perspektifte değerlendirmiş ve On Emir hükümlerindeki hukuk kodları ile ahlaki telkinleri birbirinden dikkatli bir şekilde ayırmıştır. Gerçekten de "tanrının adının boş yere ağza alınmaması" ya da "cumartesi günü yasaklarına riayet edilmesi" gibi dini yasa hükümlerinin Mesih'in bağışlayıcı misyonundan sonra herhangi bir bağlayıcılığı kalmamıştır. Bununla birlikte Katolisizm On Emir hükümlerinin bir çöl halkının sosyal şartlarını aşan evrensel bir öneme sahip olduğunu düşünmektedir. Bu emirler Tanrı'nın ahdiyle uyum içinde olarak ahlaki davranışlar için de bir model sunmaktadır. Tanrı'nın kurtarıcı amacını yansıtan bu hükümler insan doğasının temel yapısıyla ilgilidir ve bütün çağlar ve insanlar için geçerlidir. Dolayısıyla bu hükümlerinin Hıristiyan etik geleneği içinde güçlü bir yeri vardır.
ESKİ AHİT HUKUKUNUN MERKEZİ
Eski Ahit hukukunun merkezini oluşturan On Emir hükümleri hakkındaki bu kanaatleri ile Katolikler bu hükümleri takip etmekle birlikte bunları Hıristiyan yaşamının merkezi yapmazlar. Buna göre On Emir hükümleri sadece temel değerleri temsil etmektedir. Bütün emirler yerine getirilse bile gerçek bir Hıristiyan yaşamını hâsıl etmeyeceği düşünülmektedir. Dolayısıyla Katolikler bu emirleri basitçe yerine getirme çabalarından çok bu emirlerin isteklerini aşan kutsanmışlığı elde etme çabasındadırlar. Özellikle XV. yüzyılda Katolik yazarlar On Emir hükümlerinin doğal hukukun yükümlülükleri olduğunu ileri sürmüşlerdir. Pek çok Katolik teolog On Emir hükümlerinin dışsal sivil yaşam için doğal bir hukuk değil içsel yaşam için ahlaki bir hukuk kuralı geliştirdiğini düşünmüştür. Bununla birlikte söz konusu hükümlerin doğal hukukun nihai kaynağı veya özeti olduğu ve bu sûretle yeryüzü idarecileri tarafından kanunlaştırılıp uygulanan pozitif hukuk için bir model olduğu açıkça belirtilmiş değildir.
Katolisizm'in benimsediği On Emir hükümlerine dair kanaat esasen bütün Hıristiyan teolojisinin özüne uygun olarak geliştirilmiştir. Söz konusu hükümlerde yer alan yasaklamaların cezai yaptırımlarla değil iman, sevgi ve merhamet duygularıyla, ahlakilik ve erdemlilik hasletleriyle engellenmesi önerilmiştir. Bu çerçevede Hz. İsa'nın meşhur "Zeytin Dağı Vaazı" hatırlanmalıdır. Hz. İsa Matta incili 5. Bâb'da yer alan bu vaazında şöyle der: "İşittiniz ki, eski zaman adamlarına denildi "Katletmeyeceksin" ve kim katlederse, hükme müstahak olacaktır. Fakat ben size derim: Kardeşine kızan her adam hükme müstahak olacaktır. Zina etmeyeceksin denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Bir kadına şehvetle bakan her adam zaten yüreğinde onunla zina etmiştir. Ve eğer sağ gözün sürçmene sebep oluyorsa, onu çıkar ve kendinden at, çünkü senin için azandan birinin yok olması, bütün bedenin cehenneme atılmasından iyidir. Ve eğer sağ elin sürçmene sebep oluyorsa, onu kes ve kendinden at, çünkü senin için azandan birinin yok olması bütün bedeninin cehenneme gitmesinden iyidir. Ve yine eski zaman adamlarına: Yalan yere and etmeyeceksin ve andlarını Rabbe ödeyeceksin, denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Hiç and etmeyin, ne gök üzerine, çünkü o Allah'ın tahtıdır. Ne yer üzerine, çünkü onun ayaklarının basamağıdır. Ne de Yerusalim üzerine, çünkü o, büyük kralın şehridir. Göz yerine göz, diş yerine diş, denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Kötüye karşı koyma ve senin sağ yanağına kim vurursa, ona ötekinize çevir. Ve eğer biri seninle mahkemeye gidip senin gömleğini almak isterse, ona abam da bırak Ve kim seni bir mil gitmeğe zorlarsa, onunla iki mil git. Senden dileyene ver, senden ödünç isteyenden yüz çevirme." Görüldüğü gibi burada Hz. İsa eski hukukun cezasını reddetmemekle birlikte suçun fiziki kapsamını duygusal kapsama kadar genişletmektedir. Böylece söz konusu emirlerin sadece davranışa ait bir içeriğin ötesine geçerek ahlakilik ve erdemlilik hasletlerinin kaynağına dönüştürülmesi söz konusu olmuştur. Katolik gelenekte On Emir hükümlerinin insanın "kutsanmışlığı" ile ilişkilendirilmesi bu yönüyle öne çıkmaktadır.
KALVİNİZMİN KUTSAL TOPLUM MODELİ
Esasen Katolisizm'in On Emir algısı Hıristiyanlığın genel öğretileriyle uyumlu görülmektedir. Dolayısıyla teolojik perspektiften bakıldığında Hıristiyanlığın On Emir tasavvurunda herhangi ciddi bir ayrışma görmek mümkün değildir. Kaldı ki Protestan reformasyonunun dinsel kurtuluşu davranışlar, tutumlar ve insani erdemlilik yerine "sadece imanla aklanma" doktrinine atfettiğinden On Emir'in söz konusu hükümlerinin teolojik ya da dinsel kurtuluşa temel olacak bir değeri bulunmaz. Reform hareketinden doğan nerdeyse bütün Protestan kiliseler teolojilerini bu zemin üzerinde dayandırmışlardır. Kutsal metin temeline dayalı dindarlık davranışları ve ahlaki erdemlilik gayretlerinin dinsel bağışlanmaya yönelik olumsuz bir etkisinin önemli bir ahlakilik sorununu ortaya çıkardığı aşikârdır. İşte tam bu noktada Kalvinizm'in On Emir hükümleri hakkındaki yaklaşımı önem arz etmektedir. Protestanlığın öncü akımı olan Lutheranizm'den kısmen farklı olarak Kalvinizm söz konusu hükümlere derin bir sivil anlam yükleyerek onları, tesis ettiği kutsal toplum modelinin yasal dayanaklarına dönüştürmüştür.
LUTHER KADAR ÖNCÜ BİR REFORMCU
Reform sürecinde ortaya çıkan akımlardan Kalvinizm'in kurucusu Calvin'in hayatında öne çıkan hususlar nelerdir? Onu diğer reformculardan ayıran özellikleri nelerdir?
Tarihsel süreç içinde daha çok XVI. yüzyılda ortaya çıkan Hıristiyan reformasyonu sürece elbette tek bir dönem ve figürle sınırlanamaz. Esasen Katolik kilise karşıtı ilk reformist söylemler XIV. yüzyıldan itibaren artarak gelişmiştir. Martin Luther'in Almanya'da başarıya ulaştırdığı reform hareketinin kendisinden önceki öncü reformist söylem geleneği ile az ya da çok bir ilişkisi vardır. John Calvin ise Protestan reform hareketinde Luther'den sonraki ikinci nesil fakat en az Luther kadar öncü bir reformcu olarak bilinir. Calvin diğer reformistlerden farklı olarak kilise hiyerarşisinde yetişmiş bir din adamı değil bir hukukçudur. Onun bu farklı kimliğinin ilerleyen dönemde kendine özgü reform söylemleri geliştirmesinin nedeni olduğu söylenebilir.
Calvin 1509'da Fransa'nın Picardy kentinde doğmuş, 1564 yılında Cenevre'de ölmüştür. 1509-1536 yılları arasına denk düşen yaşamın ilk safhasında, kendisini daha sonra reformcu ve sosyal lider olarak tanımlayacak kariyerini belirleme sürecinde, başta Luther olmak üzere pek çok etkinin altında kalmıştır. Calvin eğitimini Paris Üniversitesi'nde sürdürmüş bir süre sonra da Orleans'ta hukuk okumaya başlamıştır. 1529'da reformist kanaatlerini tanımlamış ve 1531 yılında Paris'e adeta dinsel ve politik bir misyon sahibi olarak geri dönmüştür. 1536 yılında, erken bir yaşta "Hıristiyan Dininin Kurumları" adlı meşhur eserini kaleme alarak yayınlamıştır. Calvin'in bu eseri Protestan reformunun temel doktrinel metinlerinden olmuştur. Fransa'da Katolisizm karşıtlarına uygulanan şiddetin artması üzerine Basel'e giden Calvin, bir vaiz olan William Farel tarafından yolu çevrilerek İsviçre'de kalması ve burada teoloji öğretmesi için ikna edilmiştir. Ancak Calvin, uzun yıllar kader birliği yaptığı Farel ile birlikte kısa süre içinde Katolik ve Protestan olarak iki zıt kutba bölünen Cenevre kentinde istenmeyen olarak ilan edilmişlerdir. Çok geçmeden Calvin'in söylemlerine karşı muhalefet oldukça güçlenmiş ve Farel ile birlikte kent konsil kararıyla 1538 yılında sürgün edilmiştir.
Calvin'in sürgün hayatı yaşadığı Strasbourg dönemi yine Cenevre'de uygulama imkânı bulacağı eklesiastik ve politik kuramlarını geliştirmesi açısından olukça verimli geçmiştir. 1541 yılında ortaya çıkan bir gelişme ile Calvin daha önce sarsılan ününü yeniden tesis edecek bir fırsat yakalamıştır. Bu gelişme, Calvin'in fiili idareci olarak Cenevre'ye davet edilmesidir. Böylece tekrar Cenevre'ye dönen Calvin'in bu kentte etkisi o kadar güçlü olmuştur ki Cenevre kent konsili Calvin'in "Hıristiyan Dininin Kurumları" adlı temel eseri "hiçbir kişinin aksini iddia edemeyeceği kutsal doktrin" olarak görülmüştür. Calvin, Katolik Kilise hukuku ve uygulamalarını sert bir şekilde eleştirirken Kitab-ı Mukaddes hukukuna dayalı düyevi bir sosyal düzen kurmanın peşinde olmuştur. Calvin'in bir müddet Cenevre'de uyguladığı bu sosyal düzenin Yeni Ahit'in sevgi ve merhamet müjdelerinden çok Eski Ahit'in sınırlayan, yasaklayan ve cezalandıran kurallarına tâbi olmak üzere tasarlandığı görülmektedir.
On Emir hükümleri üzerinden tanımlanıp kurumsallaştırılan Eski Ahit hukukunun Hıristiyan yaşamı üzerindeki etkisinin tesisi için Calvin Eski Ahit'in Tanrı anlayışı ile seçilmiş halk inancına Hıristiyan teolojisi içinde yer açma gayretinde olmuştur. Calvin, dünyevi yaşamı düzenleyen hukuk kurallarının sahibi bir adalet Tanrısı ve bu Tanrı'nın bizzat kendi iradesiyle ve hiçbir sebebe dayanmadan kurtuluşu bahşetmek için ayırdığı seçilmişler toplumu anlayışına sahip olmuştur. Bu anlayışın Tanrı Yahve ile seçilmiş İsrail kavmine benzer bir tasarıma dayandığı neredeyse bütün Hıristiyan teologlarınca bile doğrulanmaktadır. Calvin, İsrailoğullarının hukuk Tanrısı'nı hatırlatır derecede haşmetli ve egemen bir rab anlayışı ile bu rabbin sorgulanmaz ve şüphe duyulmaz iradesiyle gerçekleştirdiği seçim doktrinine dayalı bir kader anlayışını tesis etmiştir. Bu şekilde reformcu, Eski Ahit hukukunu Hıristiyanlar için işlevselleştirirken tıpkı aynı hukuka muhatap olan İsrailoğullarına Sina'da hukuku veren haşmeti içinde bir Tanrı ve İsrailoğullarının bu Tanrı tarafından seçilmişliğini hatırlatan seçilmiş halk modelini savunmuştur. Böyle bir model içinde dinsel hukukun, haşmetli bir Tanrı ve bu Tanrı'nın seçtiği küçük bir toplum çerçevesinde etkin olması tasarlanmıştır.
CALVİN'İN FARKLILIĞI
Reformasyon teolojisi içerisinde Kalvinizm'in nasıl bir yeri var? Kalvinizmi diğer reform hareketlerinden ayıran özellikler nelerdir?
Calvin, Hıristiyan reform çağının önde gelen Protestan liderlerindendir. Ancak Calvin'in diğer öncü reformculardan farklı yönü, onun bu reformcuların aksine teoloji tahsilinde bulunmuş ya da kilise hiyerarşisi içinde yetişmiş bir din adamı olmayışıdır. Hukuk eğitimi alan bir Hıristiyan olarak Calvin, teolojik öğretileri içerisinde bu farklılığını hep hissettirmiştir. Calvin'in temel teolojik tezlerine dikkat edildiğinde genellikle ana bünye Protestan öğretileri benimsediği görülmektedir. Şüphesiz zihinsel dönüşüm sürecinde Calvin'in üzerinde etkili olan kişinin öncelikle Protestan reformasyonun öncüsü Luther olduğunda şüphe yoktur. Dolayısıyla Calvin, Luther'in temel reformist öğretilerine yakın olmuş ve bu öğretilerle bağlılığını her zaman sürdürmüştür. Bunun sonucu olarak dinsel kurtuluşu sadece imana bağlayan ve yegâne dinsel otoritenin kutsal metin olduğunu içeren reform öğretileri Calvin tarafından da benimsenmiştir.
Temel Protestan inançları benimsemekle birlikte Calvin dinsel ve gündelik yaşamda kutsal metin kaynaklı hukuka tanıdığı etkinlik ile diğer Protestan eğilimlerden ayrılmaktadır. Calvin'in dinsel hukuka yüklediği bu anlamın, reformcunun öncelikle insanın doğasıyla ilgili taşıdığı endişeyle ilişkisi vardır. Calvin düşüşle birlikte insanın doğasının bozulduğunu ve bu insanların adeta kaba kuvvet ve katı hukuk ile idare edilmesi gerektiğini düşünmektedir. Burada Calvin, diğer reformcuların öne çıkardığı "merhamet" Tanrısı'ndan çok "adalet" Tanrısı'nın yüklediği sorumluluğu hissetmektedir. Şüphesiz bu sorumluluk dinsel ve dünyevi idareciler üzerine kutsal metin hukukunu gündelik moral kodlar olarak düşünüp toplum üzerinde uygulama görevini içermektedir. Dolayısıyla Calvin dinsel hukukun uygulanması açısından oldukça dinamik bir din ve toplum ilişkisi tespit etmiştir.
Calvin'in tasarladığı bu din ve toplum ilişkisi, öncelikle diğer reform söylemlerinden daha güçlü bir şekilde vurgulanan egemen Tanrı anlayışına ve bu Tanrı'nın egemenliğinin bir yansıması olarak ortaya çıkan katı bir kader anlayışına dayanmaktadır. Bu nedenle Calvin'in teolojisinin temelinde Tanrı'nın ihtişamı ve bu ihtişam sahibinin sonsuz ve sebepsiz iradesi anlayışı yer almaktadır. Bu anlayışını geliştirirken Eski Ahit anlatısını temel ölçüt olarak gördüğünden Calvin'in teolojisi, öncelikle Kitab-ı Mukades'te yer alan ahit vurgusunda açığa çıkmaktadır.
Roma Katolik Kilisesi'ne karşıt bir reformcu olarak Calvin diğer reformcular gibi kullarını yargılayan Tanrı'yı razı etme amacıyla kilisenin telkin ettiği bütün uygulamalara karşı olmuştur. Reformasyon öğretilerine uygun olarak Calvin de böylece Mesih merkezli bir teolojiyi savunmuştur. Ancak Calvin'in Mesih merkezlilik düşüncesini gölgede bırakan güçlü bir Tanrı merkezli teolojik anlayışı söz konusudur. Bu anlayışta yer alan Tanrı'nın merhametinden çok kâinatın ve bütün insanların üzerindeki ihtişam ve egemenliği inancı Kalvinist teolojinin temel öğretileri arasında yer almaktadır. Tanrı'nın insanlar üzerindeki egemenliği, Yeni Ahit söylemi doğrultusunda Calvin tarafından ısrarla vurgulanmaktadır. Calvin'e göre insanlar kendilerine değil Tanrı'ya aittir; Tanrı için yaşanılır ve Tanrı için ölünür. Hayatın bütün evrelerinde, yegâne meşru hedef olarak Tanrı'ya doğru çabalanmalıdır. Bu vurguları ile Kalvinizm Hıristiyan inancını kilise ve manastırların dışına çıkararak, adeta onu özgürleştirerek siyaset, ekonomi ve hukuk gibi toplusal zeminde etkin bir faktöre dönüştürmüş, Kitab-ı Mukaddes öğretilerini çarşı, pazar, okul ve mahkeme salonlarında dikkate alınması gereken temel değer unsuru olarak tanımlamıştır. Bu tür söylemeleri nedeniyle Calvin, daha sonraki yüzyıllarda tartışma konusu edilecek olan kapitalizm, dünyevi dindarlık ve sekülerleşme gibi çetin sorunlarla diğer reformculardan daha fazla ilişkilendirilecektir.
LUTHER'İN ALMAN MERKEZLİ REFORM SEYRİ
Peki, Martin Luther'in sadece Almanya'ya sıkışıp kalışına karşın Calvin'in görüşlerinin Kuzey Avrupa başta olmak üzere farklı mekânlarda yaygınlaşmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Luther, çok çocuklu bir ailede ve çocuklarına çok sert davranan bir babanın otoritesi altında yetişmiştir. Hayatının erken bir döneminde de Agustinci tarikatına katılarak bu tarikatın katı kurallar uygulayana manastırına girmiştir. Uzun yıllar Katolik kilisesinin hiyerarşik yapısı içinde yaşamıştır. Ayrıca, Luther biyografilerinde onun baba korkusunun tanrı korkusuna dönüştüğü bazı psikolojik takıntılara sahip bir insan olduğu anlatılır. Bunlar Luther'in hayat anlayışını sınırlayana kişisel etkenler olarak sayılabilir. Genel anlamda ise Luther'in yaşadığı Almanya bölgesi, dini açıdan diğer Avrupa bölgeleri gibi Roma Katolik Kilisesi'nin manevi kuşatması altındadır. Almanya'nın maddi varlığının kilise nezdinde Latin unsurlar tarafından sömürülüyor düşüncesi pek çok Alman gibi Luther'in de paylaştığı bir düşüncedir. Bu düşünce çerçevesinde Luther, kilise karşıtı hamlesinin başarıya ulaşması için Alman soyluları ve prenslerin desteğini elde edebileceğini düşünmüştür. Bu sebeple kaleme aldığı en önemli manifestolarından birisini Katolik kilisesine karşı teolojik bir suçlama içerirken bir diğeri Alman soyluları, idarecileri ve aristokratlarına yönelik politik bir manifesto özelliği içermektedir. Luther bu manifesto ile Alman toplumunu sahip olduğu dil, gelenek ve kültür mirasıyla dini hegemonyayı sahiplenen Katolisizm'in Latin unsurlarını dini bir sapkınlığın yanı sıra adeta milli bir düşmana dönüştürmüştür.
Luther'in Alman merkezli reform seyri onun kutsal metin tercümesinde daha fazla ortaya çıkmaktadır. Reformcu, Kitab-ı Mukaddes'i Latince'den Almanca'ya tercüme ederken metni millileştirme gayreti içinde de olmuştur. Örneğin bu tercümesinde, bir İsrailoğulları peygamberi olan ve Yahudiliğin kurucu figürü olarak bilinen Hz. Musa'yı öylesine Almanlaştırdığını ve bu metni okuyan kimsenin Hz. Musa'nın bir Yahudi olduğunu anlamayacağını ifade etmiştir. Bu örnekte de görüldüğü gibi Luther katolisizm karşıtı teolojisini hem milli hem de kültürel değerler açısından Alman ırkını öne çıkaracak şekilde ifade etmiştir. Esasen Luther'in yaşadığı ortamın onun bu tutumunun gerekçesi olduğu söylenebilir. Zira Luther'in Alman prenslerinin himayesinde olmaması durumunda Katolik kilisesi tarafından kolayca susturulması ve cezalandırılması sağlanabilecekti. Bununla birlikte Lutherci Protestanlık Almanya'nın sınırlarını aşarak kuzeye doğru yayılma imkânı bulmuştur. Lutheranizm özellikle Norveç ve İsveç gibi İskandinav ülkelerinin yüzyıllarca resmi dini olmuştur.
Kalvnizm'e gelince, Calvin'in söylemleri Luther'inkiler ile kıyaslandığında bölgesel değil daha evrensel bir içeriğe sahip olduğu görülmektedir. Tanrı'nın ihtişamı ve din temelli hukuk gibi doktrinleri milli değerleri ve sınırları aşan bir özellik taşımaktadır. Bu nedenle Lutheranizm erken dönem reform söylemleri açısından daha "kaba" bir görünüm arz ettiğinden siyaset, kültür ve tarihi köken gibi din dışı unsurlar daha etkin olduğundan daha az yayılma imkânı olmuştur. Ancak Kalvinizm daha "detaylı" şekilde tanımlanmış reform öğretisi ile daha evrensel ve yayılabilir söylemler dile getirmiştir. Bununla birlikte Kalvizim de Lutheranizm gibi Avrupa'nın diğer bölgelerine yayılmıştır. Ancak Kalvinizm'in Britanya ve Hollanda gibi ülkelere de yayılmış olması bu öğretilerin deniz aşırı seyahatler ve göçler nedeniyle Lutheranizm'e göre daha hızlı bir şekilde Amerika kıtasına ulaşması sonucunu doğurmuştur. Kalvinizm önerdiği toplum modeliyle yeni kıta Amerika'da Luthercilerden daha hızlı bir şekilde örgütlenmişler ve din temelli bir dünya görüşünü daha kolay oluşturmuşlardır.
KALVİNİSTLERİN VATANDAŞLIK YEMİNİ
Calvin'in öğretilerinin uygulandığı Cenevre'de ortaya çıkan tecrübenin başlıca özellikleri denildiğinde neler akla gelir?
Calvin'in reform teolojisinin uygulama alanı olarak Cenevre önemli bir modeli ifade etmektedir. Cenevre, XVI. yüzyıl reform çağında başta Fransa olmak üzere Avrupa'nın pek çok bölgesinde Katolik iktidarların baskısı altındaki reform yanlılarının adeta bir sığınma mekânı olmuştur. Cenevre'deki Kalvinistlerin vatandaşlık yemini Cenevre'yi kutsal bir ahit toplumuna dönüştürmüştür. Böylece Kalvinist öğretilere bağlı Cenevre dinsel topluluğu Hıristiyan üyelerinin oluşturduğu sivil bir toplum haline gelmiştir. Cenevre halkı Reform inancını kabul ederek On Emir hükümlerinin geçerli olduğu ve içinde yaşadıkları kente bağlılık yemini ettikleri bir toplumsal düzen oluşturmuştur. Bu durum Kalvinistlerin sergilediği vatandaşlık yemini ve ahitleşme modeli olarak tarihin ilk toplumsal anlaşma örnekleri arasında sayılmaktadır. Bu özel toplumsal ahit, aynı seçme duygusunu hatırlatır şekilde Tanrı ile Yahudiler arasındaki Kitab-ı Mukaddes ahdi üzerinde şekillendiği düşünülmüştür. Bu durumda Fransa; Mısır ise Cenevre "vaat edilmiş topraklar" olmalıdır.
Kentin manevi liderliğini yürüten Calvin Cenevre'de yekpare bir Hıristiyan toplumunda teorik olarak kilise ve devletin kendi yükümlülüklerine ait uygulamalarda ayrıştıkları fakat iktidar olarak birbirleriyle temas halinde oldukları bir yönetim modeli tesis etmiştir. Böylece görev ve uygulamada kilise ile devletin kesin ayrılığı tespit edilmiştir. Nitekim Calvin kilise erki ile sivil erkin arasındaki büyük farklılıktan ve tamamen farklı tabiatlarından dolayı politik krallık ile manevi krallığın ayrı ayrı değerlendirilmesini istemiştir. Bu teorik tanımlamanın yanında Calvin ve takipçileri yerel Hıristiyan toplumunun idaresinde kilisenin rol sahibi olduğu bir düzenleme oluşturmuştur. Calvin'in Cenevresi'nde bu rol, sivil ve dini görevliler arasından seçilmiş kilise yönetim kuruluna düşmüştür. Kilise yönetim kurulu, evlilik, aile, yardım işleri, sosyal yardımlaşma, ibadet ve genel ahlak konularında yargılama ve hüküm verme hakkına sahip olmuştur.
Cenevre'de Calvin'in "Hıristiyan Dininin Kurumları" adlı temel eseri "hiçbir kişinin aksini iddia edemeyeceği kutsal doktrin" olarak görülmüştü. Sivil ve dinsel kurumların bu doktrine uygun davranmak zorunda oldukları bir ahlak toplumunun tesisi hedeflenmiştir. Kaynağını On Emir hükümlerinden alan ahlaki ve gündelik kuralları ihlal edenler ile inanç konusunda sapkın görülenlerin şiddetle cezalandırılması yoluna gidilmiştir. Nitekim Cenevre'de ahlaki hataların yargıç tarafından cezalandırılması gereken suçlar olarak görülmüştür. Calvin'in "Hıristiyan Dininin Kurumları" adlı kitabının bir hukuk normu olarak kabul edildiği ve bu sûretle Calvin'in etkisi ve idaresi altındaki 1552 yılından itibaren beş senelik dönem içinde toplumun her katmanından en az elli sekiz kişiye ölüm cezası, altmış beş kişiye ise sürgün cezası verilmiştir.
Bu yönüyle Cenevre kilise otoritesi ile seküler otorite arasındaki ayrımın ve hatta özel hayat ile toplumsal hayat arasındaki ayrımın neredeyse tamamen ortadan kalktığı kapalı bir kilise devleti haline gelmiştir. Dolayısıyla Cenevre, Calvin'in moral ve politik öğretilerinin uygulanarak tecrübe edildiği bir kent devletini ifade etmiştir. Böylece Calvin, kendine ait dinsel ve sosyal teorilerin uyguladığı ve Kalvinizm olarak kendi adını taşıyan bir modeli hayata geçirmiştir.
Calvin dinsel hukuk kurallarının işletilmesi açısından Cenevre'de önde gelen on iki presbiter ve papazdan oluşan Konsistoryum adıyla bir denetleme meclisi kurmuştur. Konsistoryum'un görevi alt konsiller vasıtasıyla inanç ve davranışlarını değerlendirerek halkın yaşamını gözetlemek, düzensizlik konusunda uyarmak, gerekli gördüğünde toplumun işlediği hataları Konsistoryum'da görüşmektir. Adeta bir kilise mahkemesi niteliğindeki Konsistoryum moral hukuk yönünde zorlamaları da içerecek şekilde Cenevre halkının moral danışmanlığı işini yüklenmiştir. Bu kurum, kendi gözünde kanun hükümlerini ihlal eden fiil olarak nitelediği suçların sahiplerini Hıristiyan cemaatinden dışlama hakkına sahipti. Katolik inanca geri dönüş, küfür hali, Calvin ve idaresi hakkında şikâyet ve bu idareye saygısızlık, şans oyunları oynama, ibadet ve dinsel rehberlik hizmetlerinden kaçınma, zina, kanuna aykırı evlilik, küfretme, gösterişli yaşam, kilisede saygısızlık gibi toplumun hem inanç hem genel ahlak gözetimi bu kurumun temel görevidir. Halkın ahlaki kontrolü yönündeki bu hukuki girişimler kutsal metin söylemlerinden esinlenmiştir ve Cenevre'nin Kitab-ı Mukaddes hukukuna dayalı "bibliokrasi" modeli olarak anılmasına neden olmuştur. Bu işleviyle Konsistoryum Calvin'in dünyevi ve ruhani gücünü pekiştiren bir tür töre mahkemesi görevi görmüştür.
Calvin'in Cenevresi'nde kilise ve siyasi idare yakın bir işbirliği içinde olmuştur. Bu işbirliği Reform kilisesinin ve siyasi iradenin Tanrı'nın sözünü takip etmesi gerektiği ve Tanrı'nın emirlerinin toplumsal hayatın her aşamasında etkin olduğu bir yaşam biçimini tesis etmiştir. Calvin'in teolojik sisteminden ve "bibliokratik" yaklaşımından katı bir ahlak anlayışı ortaya çıkmıştır. Bu katı ahlak anlayışı nedeniyle Kalvinistler Katoliklerden ve Reform kilisesi dışındaki Protestanlardan ayrışmaktadır. Calvin'in ahlak anlayışının temeli kutsal metin yorumları ile On Emir hükümleri üzerine dayanmıştır. On Emir hükümleri, Cenevre modelinde herkes için adaletin tesis edilmeye çalışıldığı bir zemin olmuştur. Bu çerçevede çalmayı yasaklayan emir, adeta hırsızlığa yol açmayacak kadar eşit vatandaşlardan oluşmuş bir toplumu işaret etmektedir. Adam öldürmeyi yasaklayan emir, herkesin güvenlik içinde huzurlu bir yaşam sürmelerine imkân sağlamaktadır. Ana-babaya saygıyı emredip zinayı yasaklayan emir ise aile ilişkilerini, akrabalık ilişkilerini ve insanlar arasında iffet kurallarına uygun ilişkilerin kurulmasını telkin edici olarak yorumlanmıştır. Komşuya karşı yalan yere şahitlik etmeyi yasaklayan hüküm, bu şahitliğin yansıra iftirayı da yasaklamaktadır. Başkasının malına göz dikmeyi yasaklayan emir ise insanın maddi eşyadan daha öncelikli olduğu şeklinde anlaşılmıştır.
Cenevre bu sûretle Calvin'in kutsal metin hukukunu çağdaş topluma uygulayacağı bir tecrübe zemini oluşturmuştur. Hem Calvin hem de reformcunun Beza gibi takipçileri İsrail'in Eski Ahit nosyonunda yer alan prensibe uygun bir topluluk kurmaya niyet etmişlerdir. Bu sistemde kilise siyasi idareyi kontrol etme hakkına sahip olmamakla birlikte siyasi idare kiliseden bağımsız değildir. Her iki iktidar da ilahi olarak atanmıştır ve insanlar her ikisine birden itaat etmek zorundadır. Kilise kadar siyasi iktdar da Tanrı'nın On Emir hükümlerinin her iki kısmını gözetmek ve korumakla sorumludur. Nitekim bu emirler insanları hem Tanrı'ya ibadete hem de organize olmuş toplumun işlerini idare etmeye çağırmaktadır. Bu uygulama Calvin'in Cenevre'de dini liderlerin kent yönetiminde etkin olduğu katı bir teokrasi sistemi kurduğuna ilişkin yaygın kanaati güçlendirmiştir. Kentte davranışlara yansıyan dindarlık ilkelerini ihlal edenler çeşitli cezalara çarptırılmış ve dinsel muhalifler baskı altında tutulmuştur.
On Emir hükümlerinin Calvin döneminde Cenevre'de uygulanması sırasında, bu hükümlerin iki tasnife uygun olarak geçerli kılındığı görülmektedir. Bunlar Tanrı'ya ve insanlara karşı görev ve sorumluluğu içermektedir. Calvin, On Emir hükümlerinden ilki olan "karşımda başka ilahların olmayacak" emrini Reform teolojisine muhalefeti yasaklayan bir anlamda yorumlamıştır. Dolayısıyla bu hüküm Cenevre'de dinsel sapkınlığı yasaklamanın en temel kaynağını ifade etmiştir. On Emir'de yer alan bu hükme karşı gelmenin yani sapkınlık suçunun cezası, Calvin'in On Emir hükümlerini çiğnemenin cezasını da açığa çıkarmıştır. Eski Ahit'te kafirin cezası idamdır ve bu ceza Calvin'in Cenevresi'nde pek çok kişiye uygulanmıştır.
On Emir'in ikinci kısmında yer alan hükümler, Cenevre'nin toplumsal ahlak ilkelerini ifade eden Kalvinist telkinler olarak öne çıkmıştır. Cenevre'nin Kalvinist ahlak ilkeleri kendini kontrol etme, çok çalışma, tutumluluk ve dindarlık olarak sıralanmaktadır. Ayrıca halkın sept günü emri bağlamında sadece Pazar günleri değil her gün kiliseye gelerek kutsal metni dinlemeleri istenmiştir. Zevk alma gayesiyle yerine getirilen ciddiyetten uzak davranışlar yasaklanmıştır. Hırsızlık, yalan yere yemin etmek, iffetsiz davranışlar ve zina suçları tavizsiz bir şekilde cezalandırılmıştır. Kutsal metin hukukunun Hıristiyanın gündelik yaşamını içerecek şekilde kapsamının genişletilmesi, böylece Kalvinizm'in dünyevi zevklerden feragati isteyen dindarca bir yaşam tasavvurunu açığa çıkarmıştır.
HIRİSTİYANLIK TARİHİNDE ON EMİR HÜKÜMLERİNE DAİR TARTIŞMALAR
On Emir'le doğal hukuk arasında nasıl bir bağ kuruyor reformasyon dönemi teologları?
Hıristiyanlığın genel olarak dini gerekçelerle hukuk kodlarının meşrulaştırılmasına karşı olduğunu yukarıda ifade etmiştim. Bununla birlikte Hıristiyanlık tarihinde On Emir hükümlerine dair tartışmalar eksik olmamıştır. Reformasyon döneminde ise kutsal metin hukuku ve On Emir hükümlerinin manevi değeri en çok Calvin tarafından öne çıkarılmıştır. Hukukun insanın doğal benliği üzerindeki etkisine yönelik keşfi, Calvin'i doğal hukuk kavramına yöneltmiştir. Bu doğrultuda Kalvinist teolojide ahlaki yönlendirmeler ile doğal hukuk arasında güçlü bir ilişki kurulmuştur. Doğal hukuka iman, Ortaçağ Katolik Hıristiyan düşünürler ile genel olarak reformcular arasındaki ayrılık noktalarından birisini ifade etmektedir. Ancak Calvin ve Kalvinist teologlar doğal hukukun önemini savunan Katolik yaklaşımı bütünüyle reddetme eğiliminde olmamışlardır. Calvin'in Katolik teolojik öğretiye benzer şekilde öne sürdüğü doğal hukuk anlayışı, ebedi bir hukukun varlığını ifade etmektedir. Tanrı bu hukuk ile insanlığı varlığa çıkarmış ve yine bu hukuk ile onları birbirine bağlamıştır. Bu nedenle doğal hukuk aynı zamanda ahlaki hukuku da içermektedir.
Calvin'in teolojik sistemi esasen Tanrı'nın egemenliği ve insanın doğasının bozulmuşluğu öğretisini temel almaktadır. Bununla birlikte Calvin, "yaradılış itibarıyla insanın sosyal bir varlık olduğu" düşüncesiyle Thomist kanaate de katılmaktadır. Bu antropolojik tanımlamaya bağlı olarak insan toplumunun korunması için doğal dürtülerle dizginlenmesi ve dolayısıyla toplumun hukuk kurallarıyla düzenlenmesi gerektiğine işaret edilmektedir. Çünkü bu hukuk olmadığında sivil düzenin varlığı söz konusu olmayacaktır. Ayrıca zaman içinde ortaya çıkacak olan herhangi bir değişiklik ve insani anlaşmazlıklar bu moral kuralları değiştiremeyecek ve insanların yüreğine ekilmiş olan adalet düşüncesini yok edemeyecektir. Calvin'in teolojisinde iki genel tema söz konusudur: Tanrı egemendir ve ihtişam sahibidir; dünyadaki her şeyi Tanrı'nın iradesi yönetir. Tanrı'nın bu iki yöndeki bilgisine ek olarak Calvin Tanrı'nın bu doğal bilgisi üzerine doğal hukuk vurgusunu da ekler. Bu hukukun şüphesiz dinsel bir kurtarıcılığı söz konusu değildir; sadece insani suçluluğu açığa çıkarır. Dini hukuk kendisini doğal hukuk içinde ortaya koyar ve bu şekilde bütün ahlakiliğin temellerini oluşturur.
Calvin'in teolojisindeki doğal hukuk veya doğanın hukuku, düşüşten önceki yaradılış anındaki hukuktur. Calvin doğal hukuktan söz ettiğinde "insanın kalbine işlenmiş" içsel hukuku kastetmektedir. Bu hukukun düşüşten önce Aden bahçesindeki meyvanın yenmesinin yasaklanmasıyla, dolayısıyla günahtan önce geçerli ve bağlayıcı kılınmıştır. Bu hukuk insanın kalbine yazılmış olmasına rağmen hukuka ilişkin insani anlayış düşüşün neden olduğu günah ve gaflet nedeniyle büyük oranda lekelenmiştir. Bu nedenle insanlığın kalbine işlenmiş olan doğal hukuku takip eden diğer hukuk vurguları söz konusu olmuştur. Calvin'in ilahi hukuk yaklaşımı bu hukuk zinciri içinde tanımlanmaktadır. Buna göre öncelikle Tanrı insanı kendi suretinde yaratarak temel ahlaki prensiplerini onun kalbine yerleştirmiştir. İkinci aşamada özel talimatlar, insanın içsel niteliğiyle uyumlu olarak Âdem ve Nuh'a verilmiştir. Son aşamayı ise geniş bir kapsam içinde Musa'ya gönderilen hukuk oluşturmaktadır. On Emir hükümleri de bu değer içinde tanımlanmakta ve Kitab-ı Mukaddes hukukunun merkezini oluşturmaktadır.
Kalvinist geleneğe göre doğal ahlaki hukuk bütün dinsel günahkârları Tanrı'nın huzurunda sosyal kabahatli durumuna dönüştürmektedir. Çünkü Tanrı'nın ahlaki koşullarından bihaber olmak, daha önce ifade edildiği üzere, günahtan bağışlanma talebinin gerekçesi olmayacaktır. Nitekim oldukça olumlu bir şekilde düşünüldüğünde, doğal hukuk insanoğlunun her bireyinin kabul edebileceği ve ahlaki dönüşümünü gerçekleştirebileceği bir ahlaki anlayış düzeyini temsil etmektedir. Calvin, bu doğal ahlaki hukuk anlayışının Kitab-ı Mukaddes tarafından onaylandığını düşünmektedir. Zira Pavlus'a göre gentile, yani kutsal yasadan yoksun uluslar yasanın gereklerini kendiliklerinden yaptıkça, Yasa'dan habersiz olsalar bile kendi yasalarını koymuş olurlar. Böylelikle Kutsal Yasa'nın gerektirdiklerinin yüreklerinde yazılı olduğunu gösterirler. Vicdanları buna tanıklık eder. Düşünceleriyse onları ya suçlar ya da savunur. Dolayısıyla Calvin, Pavlus'un ifadesi doğrultusunda gentilenin hayatın kuralını yerine getirme konusunda bütünüyle yeteneksiz olmadığını ileri sürer. Çünkü insan doğal hukuk sayesinde doğru davranmak için yeterince donanımlıdır.
Doğal ahlaki hukukun genel prensiplerinin özel şartlar altında nasıl anlaşılacağına dair farklı kültürler içinde farklı yaklaşımlar ortaya çıkmaktadır. Calvin'e göre esasen tam da bu durum günahın insanlığın yetenekleri üzerindeki tahribatının bir işareti ve sonucudur. Söz konusu tahribat, doğal hukuku fark etmek, yorumlamak ve bu hukuk kurallarına göre yaşamaktır. Ancak doğal ahlaki hukukun özel şartlarda farklı uygulamaları olsa da veya bu hukuku her zaman doğru bir şekilde anlayıp usûlüne uygun olarak yerine getirme konusunda eksiklikler yaşansa da doğal ahlaki hukukun genel normları bütün insanlığın bilgisi dâhilindedir. Calvin'in insanın doğasının günahla kirlenmesi nedeniyle kötümser yaklaşımına rağmen reformcu, doğal hukukun ahlaki yönelim için temel bir kaynak işlevi gördüğü ve insanoğluna bir arada yaşama konusunda bir rehber olduğu inancını sürdürmektedir.
CALVİN'İN ANAHTAR KAVRAMI "HUKUK"TUR
Esasen ahlak konusunda Calvin'in anahtar kavramı yine "hukuk"tur. Çünkü ahlakilik; bireyler, toplumlar ve idari birimler arasındaki ilişkilerin ölçütünün dayandığı kuralları ve genel tarifleri düzenleyip rehberlik ettiği için insan toplumlarının karakteristiği olarak görülür. İçsel hukuk, "kendi yaşamını Tanrı'nın iradesiyle uyumlu hale getirmek isteyen bütün milletler için bütün zamanlarda geçerli olan ebedi ve gerçek doğruluk olan moral hukuk" ile aynıdır. Moral hukukun içeriği, ancak tam olarak Mesih'in Tanrı'ya inan, komşunu sev emri ışığında anlaşılabilen On Emir hükümleri içinde özetlenmiştir. Bu sûretle moral hukuk doğal hukukun bir parçasıdır. Calvin moral hukuku tanımlamak için doğanın sesi", "hak edilmiş hukuk", "doğanın hukuku", "doğal hukuk", "içsel zihin", "eşitlik kuralı", "doğal duygu", "ilahi yargı hissi", "kalbin kanıtı" ve "iç ses" olarak sıralanan geniş bir terminoloji kullanmıştır. Calvin genellikle bu terimleri eş anlamlı olarak kullanmış ve bu terimlerin nitelediği kurallar bağlamında ortaya çıkan normları Tanrı'nın insanlığı yönetme süreci ve bireysel ve sosyal yaşamı düzenleme aracıları olarak görmüştür. Dolayısıyla On Emir hükümleri Calvin tarafından doğal hukukun bünyesinde yer alan moral hukukun ifadeleri olarak tanımlanmıştır.
Doğal hukukun ürünü olan moral hukuk bütün çağlarda ve bütün milletlerin bireylerine yazılmış olarak doğruluğun gerçek ve ebedi kuralıdır. Çünkü moral hukuk doğal hukukun kanıtıdır. Calvin'e göre bu moral veya doğal hukukun bağlamı da On Emir hükümleri içinde ortaya çıktığından, On Emir hükümlerinin her iki kısmında yer alan emirler kalplerine yazılmak sûretiyle insanlara içsel hukuk tarafından dikte edilmiştir. Dolayısıyla On Emir hükümleri sürekli bağlayıcılık özelliğiyle moral hukuku özetlemektedir.
Calvin, On Emir hükümlerinin doğal hukukun özünü oluşturduğunu, bu hükümlerin manevi telkinlerine işaret ederek dile getirmektedir. Bu emirler sadece dışsal dürüstlük değil aynı zamanda içsel ve manevi doğruluğu da içermektedir. Bu yönüyle doğal hukukun işletilmesinde aklın yanı sıra kalbin de etkin olduğu bir süreç önerilmektedir. Calvin, On Emir hükümlerini Mesih'in bu hükümlere yönelik yorumu bağlamında anlamlandırmaktadır. "Gözünden hiçbir şey kaçmayan Tanrı, zinayı, adam öldürmeyi ve hırsızlığı yasaklamak sûretiyle ihtirası, öfkeyi, nefreti, komşunun malına göz dikmeyi ve aldatmayı yasaklayarak kalbin temizliğiyle ilgilendiği kadar dışsal görünümle ilgilenmemiştir. O bir manevi hukuk koyucu olarak kendisini ruhlara bedenlerden daha az ifşa etmemiştir". Böylece Calvin sadece günahkârca davranışları kontrol etmeyi değil aynı zamanda günah olabilen ve günaha götürebilen düşüncelere yönelik olarak da bireysel hüküm ve ahlaki kurallara geniş bir anlam vermiştir. Esasen ihtiras, öfke ve nefret On Emir içinde açıkça yasaklanmamıştır fakat bu emirlerin doğal ve manevi anlamının bu yasakları da içerdiği düşünülmektedir.
Calvin dikkat çektiği hukukun amacının dışsal açıdan dürüstlük içsel açıdan da doğruluk telkini sûretiyle insan yaşamını şekillendirmek olduğuna işaret etmektedir. Calvin "Tanrı bize doğal hukuk içindeki belirsizliklerin açık delili olarak yazılı hukuk vermiştir" diyerek doğal hukuk ile kutsal metinde işaret ettiği moral hukuku eşitlemiştir. Dolayısıyla Hıristiyan gelenek içinde de yaygın olan görüş doğrultusunda kutsal metnin moral hukuku ile Tanrı'nın insanların kalbine yazdığı doğal hukukun birbiriyle uyuştuğu savunulmuştur. İçsel ya da doğal hukukun moral hukuk ile aynı olduğunu düşündüğünden Calvin seçilmişlerden oluşan kutsal bir toplum oluşturma sürecinde en kapsamlı yorumlarını On Emir üzerine gerçekleştirmiştir. Nitekim bu çerçevede Calvin On Emir hükümlerini insanın günahkârlığı ve Tanrı'nın bilgisi çerçevesinde değerlendirmektedir. Günah insanları öylesine bozup köreltmiştir ki insanlar artık kabul edilebilir ibadetin ne olduğuna karar verecek durumda değillerdir. Tanrı, doğal hukuk hükümlerini ortaya koyma ve bu hükümleri gerçekleştirme yolunda insanın yeteneksizliğini açığa çıkarmak için yazılı hukuk vermiştir. Tanrı'nın bilgisi ise emirlerde yer alan düşünceleri insanların içine dikte etmek sûretiyle Tanrı tarafından yerleştirilen içsel ve doğal hukuku bilmektir. Günah içsel hukuku bilme ve ona itaat etme konusunda insanlığın yeteneğini kararttığından Tanrı insanlığın bu ataletini ortadan kaldıracak olan yazılı hukuku tahsis etmiştir.
Calvin'in doğal hukuk ve moral anlayış bağlamında üç temel temaya sahip olduğu açığa çıkmıştır. Birincisi, Calvin insanoğlunun sosyal bir varlık olarak yaratıldığı inancı çerçevesinde insanların bir topluluk oluşturmaları gereğine inanmaktadır. İkincisi, insanlar aile ilişkisi içinde yaşamak konusunda doğal bir eğilime sahiptir. Üçüncüsü ise doğal hukuk işlevseldir, yani idari bir etkisi söz konusudur. Doğal hukuk çerçevesinde gelişen bu üç tema, kendisini On Emir hükümlerinin ikinci kısmında ifade etmektedir. İnsanın sadece sosyal bir varlık olarak çevresi ve idarecisi ile olan ilişkilerini tanımlayan On Emir hükümleri, doğal hukukun yazılı şeklini ifade etmiş olmaktadır. Ancak, Kalvinist teolojide de yer aldığı üzere, doğal hukukun On Emir hükümlerini insanların Tanrı ile olan ilişkilerini düzenlemesi söz konusu değildir. Nitekim doğal hukukun dinsel kurtuluş sürecinde herhangi bir açık işaret sağlayamayacağı ve yol göstericilikte bulunamayacağı ifade edilmişti. Bununla birlikte insanların düşüşle ortaya çıkan zafiyetlerine ve günahkârlıklarına işaret etmesi, dolayısıyla ilahi rahmete duyulan ihtiyacın fark edilmesi açısından doğal hukukun bir anlamı söz konusudur. On Emir hükümlerindeki söz konusu ahlaki kurallar bu doğal hukukun mahiyetini ifade etmektedir.