Hakan Olgun: Calvin'e göre dünya için çalışmak dini gereklilik (2)

Hakan Olgun ile "Kalvinizm'de On Emir" kitabı çerçevesinde Batı dünyasında yaşanan teolojik değişimi konuştuğumuz röportajın ikinci bölümünü yayınlıyoruz

Asım Öz/ Dünya Bülteni

Günümüz Batı Hıristiyan toplumu içinde Yahudilerin Tevrat hukuku ile Müslümanların İslam Şeriatı, Hıristiyanlık dini bağlamında önemli bir tartışmanın gerekçesini oluşturmaktadır. Tartışma, Hıristiyan inancı ile dini hukuk (yasa) arasındaki teolojik gerilimin sonucunu yansıtır mahiyettedir. Zira Pavlus tarafından dini hukuktan arındırılan Hıristiyanlığın, Tevrat ve Kur'an'daki gibi din temelli bir hukuk manzumesinden yoksunluğu konusu gittikçe daha fazla sorgulanmaktadır. Özellikle son asırlarda Batı'da egemen olan seküler anlayışa dayalı kanunların göreceliliği ve değişkenliğinin hukukun amaçladığı "adaleti sağlama" işini zaafa uğrattığı en yaygın Hıristiyan kanaatlerinden birisidir. Bu durumda yapılması gereken, diğer dinler gibi kadim köklere dayanan din temelli bir hukuk sistemine sahip olmaktır. Hıristiyan çevreleri bu tür bir hukuk sistemi arayışı içinde kendine en yakın kaynak olarak Eski Ahit'i görmekte ve Tevrat hukukunun Hıristiyanlar için de uygulanabilirliğini savunmaktadır. Nitekim artık insanlara merhameti ve bağışlamayı telkin eden mazlum bir Mesih figüründen ziyade Sina'nın doruklarından yargıyı ve adaleti emreden Yahova sembolü birçok Hıristiyan'a sanki daha kadir-i mutlak görünmektedir. Bu arayış esasen yeni de değildir. Hıristiyanlığın öncü reformcularından John Calvin, Eski Ahit kaynaklı güçlü bir dini hukuk sistemi ihdas etmiş ve bu sistemi XVI. yüzyılda adeta teokratik bir devlete çevirdiği Cenevre'de çok katı bir şekilde uygulamıştır. Calvin'in asırlar önce tesis ettiği ve insanları işledikleri suç ve günahlarından dolayı sürgün edip idam cezasına çarptıran din temelli yargı sistemi, günümüzün modern Protestan anlayışı içinde adeta yeniden keşfedilmektedir. "Kalvinizm'de on emir" konusu bu kaynağa işaret eden güçlü bir metaforu ifade etmektedir.  Hakan Olgun ile "Kalvinizm'de On Emir" kitabı çerçevesinde Batı dünyasında yaşanan teolojik değişimi konuştuğumuz röportajın ikinci bölümünü yayınlıyoruz..

Asım Öz: Kalvinizmin Batıda ortaya çıkan kapitalizmin meşrulaştırılması sürecinde önemli bir katkı sunduğu ifade ediliyor. Kalvinizm hangi noktalarda kapitalizme katkı yapıyor?

Hakan Olgun: Protestan dünya görüşü ile ekonomik ilerleme arasında çok yakın bir ilişkinin olduğu ve ekonomik başarı ve zenginleşmenin Protestan anlayışın bir ürünü olarak geliştiği, Max Weber'in çok meşhur bir tezini ifade etmektedir. Genel olarak bakıldığında Weber, Protestan ahlakı ile kapitalizmi ruhu arasındaki ilişkilendirmesi tezinde haklı görünmektedir. Ancak konuya girmeden şu hususun ifade edilmesi gerekir; XVI. yüzyılın Protestan reformcuları, modern kapitalizme katkı sağlayacak teolojik öğretilerini salt ekonomik gelişim ya da sermaye artırımı gerekçesiyle tasarlamış değillerdi. Bu reformcuların öne sürdükleri teolojik öğretileri zaman içinde dünyevi mesleklerinde başarı ve ekonomik kazancın meşruiyet zeminini oluşturmuştur.

Weber'in yukarıda sözünü ettiğimiz tezinin genellikle Kalvinizm ile ilişkilendirildiğini biliyoruz. Ancak Calvin'den önce Luther'in, kişinin dünyevi konumunda, meşguliyetinde ve mesleğinde sebat etmesini ve bu sırada elinden gelenin en iyisini yapması gerektiğini içeren çok önemli bir doktrini söz konusudur. Luther, her insanın yeryüzünde yerine getirdiği sorumluluk ve meşgul olduğu mesleğinin ya da yaptığı işinin aslında bu kişiye yönelik ilahi bir görevlendirme olduğunu düşünür. Dolayısıyla sadece manastır ve kiliselerde yürütülen dini görevler kadar manastır ve kilise dışındaki "dünyevi" alandaki her türlü meslek, görev ve uğraşı da aynı derecede dini bir görev ve sorumluluk sayılmıştır. Örneğin evdeki anne, tarladaki çiftçi ve dağdaki çoban kilisedeki rahip kadar ilahi bir sorumluluğu yerine getirmektedir. Dolayısıyla her iş kutsaldır ve her işin hakkı verilerek yerine getirilmesi gerekir. Böylece Ortaçağ Hıristiyan zihninde var olan manastır ve kilise mensuplarının ilahi görevliler olarak sayılırken bunun dışındakilerin "önemsiz ve geçici" amaçlar peşinde koşan kişiler olarak tanımlandığı tasnif reddedilerek dünyevi alanda yerine getirilen her mesleğin ilahi bir görev olduğu ancak bu görevin de usulüne uygun ve dürüst bir şekilde yerine getirilmesi gerektiği ifade edilmiştir.

Luther'in bu meslek doktrini daha sonra Calvin'in savunacağı öğretileri için önemli bir zemin hazırlamıştır. Bu doktrini devam ettiren Calvin, erken dönem Hıristiyan teologu St. Augustine'nin katı kader anlayışına dayalı bir Hıristiyan yaşamı tasarlamıştır. Augustinci kader doktrinine göre Tanrı ezelde insanlığı iki kategoriye ayırmıştır; birinci kategoride "seçtikleri", diğerinde "mahkûm ettikleri" yer almaktadır. Seçilen ya da mahkûm edilen insanlar dünya hayatına geldiklerinde hangi kategoride yer aldıklarını bilmemektedirler. İnsani irade, davranış ve kararların ilahi takdiri değiştirme imkânı olmadığından herhangi bir insani tutum seçim ya da mahkûmiyet durumunda değişikliğe yol açamayacaktır. Burada Protestan teolojinin günahlardan kurtuluşu salih amel, ibadet ve erdemli davranışlara değil sadece imana bağlayana doktrini de hatırlanmalıdır. Dolayısıyla insani irade ve erdeme dayalı dini davranışların dini kurtuluş sürecinde tek başına etkin olmadığı bununla birlikte insanların hangi kategoride yer alındığının bilinmediği bir dini düzlemin ortasında kalan Kalvinist teoloji bu aşamada esasen psikolojik bir dinginliğin önünü açmıştır. Bu da Tanrı'nın ihtişamının yeryüzünde egemen olması ve insanların bu ihtişamın tezahürü için gayret sarf etmesi düşüncesidir. Elbette Tanrı'nın egemenliğinin yeryüzündeki tezahürü harap ve viran bir ülke ve fakir bir toplum değil imar edilmiş, refah düzeyi yükselmiş, çalışan, üreten ve içinde yaşadığı topluma faydalı olan bir sosyal ortamı ifade etmektedir.

Calvin'in Tanrı'nın ihtişamının yeryüzünde tezahür ettirilmesi projesi, her Hıristiyan için bir görev ve sorumluluk alanı açmıştır. Luther'in meslek doktrini de işlevselleştirilerek, bu proje kapsamında her Hıristiyan dünyevi yaşamda elinden gelenin en iyisini yapmaya teşvik edilmiştir. Elbette bunu sırf maddi bir kazanç için değil ilahi egemenliğin, Tanrı'nın zenginlik ve haşmetinin yeryüzünde tecelli etmesi için yapacaktır. Ancak elde edilen kazancın israf edilmesi ya da dünyevi hazlar uğruna harcanması yerine yatırım ve istihdam imkânlarına yol açacak şekilde yine toplumsal yarar uğruna harcanması önerilmektedir. Böylece Tanrı'nın ihtişamının üzerine yansıdığı seçilmiş topluma da hizmet edilmiş olmaktadır.

Sosyal sorumluluğun yerine getirilmesi ve meslekte başarı durumu şüphesiz ekonomik bir kazanç ve gelişimi doğurmuştur. Bu teolojik zemin üzerinde düşünüldüğünde çalışan, üreten ve sonuçta da kazanan Hıristiyan bir anlamda ibadet etmiş olmaktadır. Bu noktada yukarıda ifade ettiğim katı kader doktrinine yeniden dönmek gerekiyor. Bu kader doktrinine göre kişi seçilmişlerden mi yoksa mahkûm edilmişlerden mi olduğunu bilmemekte, daha da kötüsü dini kurtuluş gerekçesiyle her türlü insani çaba ve davranışı Tanrı'nın kesin kararına yönelik bir münasebetsizlik olarak görülmekteydi. Kalvinizm'in her şeyden önce psikolojik bir çaresizlik hissi oluşturan bu duruma, dünyevi meşguliyetin kutsallığı ve başarının ibadet olduğu vurgusuyla çözüm ürettiği görülmektedir. Çalışan kişi başarılı olacaktır ve başarı genellikle maddi bir kazanç getirecektir. Başarı ve kazanç her zaman bir mutluluk kaynağıdır. Bu durumda çalışmak, kazanmak ve mutlu olmak mahkûm edilmişlikten çok seçilmişliğe daha yakın görünmektedir. Dolayısıyla çalışmanın ibadet kazanmanın kurtuluşa işaret olduğu düşüncesi Kalvinizm için oldukça geçerli bir niteleme olmuştur.

KUZEY AMERİKA HIRİSTİYANLIĞININ EN TEMEL GÜCÜ: PURİTANİZM

Peki, Amerika ile Kalvinist uygulamalar arasında nasıl bir bağ var? Puritanların siyasi otorite anlayışında Calvin teolojisinin etkilerini yansıtan özellikler nelerdir? Puritanların İsrail ve Kitabı Mukaddes algısı nasıl?

Calvin ve Cenevre tecrübesini sonraki çağlarda tekrarlayan Kalvinistler Puritan geleneğin temsilcileridir. Reform geleneği üzerine kurulmuş olan Puritanizm XVII. yüzyılın başlarında İngiltere'nin en önemli teolojik ve politik gücünü ifade etmektedir. Fakat Puritanlar asıl önemli gelişimlerini Amerika'da gerçekleştirmişlerdir. Avrupa'daki mezhep savaşları ve baskıcı politikalar nedeniyle pek çok Puritan İngiltere'yi terk ederek Kuzey Amerika'nın doğu kıyılarına yerleşmiştir. Bunun sonucunda Puritanizm Kuzey Amerika Hıristiyanlığının en temel gücü olmuştur. Amerikalı Puritan teologlar bu yeni kıtada yeniçağın rasyonel dünya görüşünün ortaya çıkardığı yeni sorunları ilahi egemenlik düşüncesiyle ele almaya çalışmışlardır. Kalvinizm'in seçilmişlik ve ahit doktrinleri bu ilk göçmenleri öylesine etkilemiştir ki, tıpkı Cenevre'de olduğu gibi, Avrupa'daki zulümlerin Amerika'da yeni bir ahit ve seçilmişler topluluğu kurmak için ilahi bir tasarım oluğu dahi düşünülmüştür.

Puritanların sahip olduğu ihtişamlı bir Tanrı tarafından seçilmiş olma kanaati öncelikle On Emir hükümlerinin anlamlandırılmasında öne çıkmıştır. Puritanlar en doğru Hıristiyan yaşamını tanımlamak için On Emir hükümlerini temel kaynak olarak görmekle birlikte bu hükümlerin davranışlara ait ikinci kısmını da göz önüne alırken asıl vurguyu Tanrı, onun ihtişamı ve seçilmişlik imasını içeren ilk kısma yapmışlardır.  Bu çerçevede öncelikle Avrupa'da Kalvinistler kendi tecrübeleri ile Eski Ahit'teki İsrail tarihi arasında pek çok benzerliğe işaret etmektedirler. İlk önce Cenevre yeni bir "Kudüs" olmuş ve Kalvinizm Avrupa'nın kuzeyine doğru buradan yayılmıştır. Dinsel baskılardan dolayı Avrupa'nın çeşitli bölgelerine göç eden Kalvinistler kendileri ile İsrail arasında benzeştirici karşılaştırmalar yapmıştır. Yeni bir ahit altında birleşmiş toplum olarak yeni bir İsrail kurma düşüncesi XVII. yüzyılda seçilmiş bir milletin imkânını gündeme getirmiştir.  Bu seçilmişlik Tanrı tarafından İncil'in kutsamasına ve dünya için politik aydınlanmaya doğru insanları eriştirmeye yönelik bir seçimdir. Bu düşünce Kalvinizm'in geliştirdiği Tanrı tarafından seçilme ve ilahi kader doktrini üzerinde bina olmuştur. Puritanlar bu doktrini dinsel telkin olarak dikkate almış ve bu telkin Puritan hareketin uluslararası yayılımının moral meşrulaştırıcısı olarak değerlendirilmiştir. Nitekim seçim işi sadece tek tek bireyleri ilgilendiren bir husus değildir; bu bireylerin ait oldukları topluluklar açısından seçimin önemi vardır. Bu Kalvinist Puritanlar Tanrı tarafından seçilmiş ve Tanrı'nın amacını gerçekleştirmek için tahsis edilmiştir. Antik İsrail ile kendi durumları arasındaki açık paralelliklere dikkat çekmek ve bunlardan faydalanmak Protestanlar arasında Eski Ahit'e vurgu yapan Kalvinistler için normal bir durumdur. İsrailoğulları antik Orta Doğu'da Tanrı'nın seçilmiş halkıdır ve Kalvinistler modern dünyanın erken dönemlerinde İsrailoğullarının halefleridir.

Yeni kıtaya göç hareketinin liderleri kendilerini, Kitab-ı Mukaddes'in Çıkış bölümünde bahsedildiği gibi Mısır'dan (İngiltere) Vaat edilmiş topraklara (New England) Kızıl Deniz'i aşarak (Atlantik Okyanusu) geçen İsrailoğulları olarak görmüşlerdir. Dolayısıyla kendilerini "İbrahim'in çocukları" olduklarını düşünen bu göçmen topluluklar bu şekilde kendilerinin de İbrahim'in ahdi altında olduklarına inanmışlardır. Bu grubun Amerikan toplumu üzerindeki etkisi güçlü olmuştur. İlk Puritan göçmenlerin New England'a ulaşmasından bir buçuk asır sonra Amerikan toplumu Amerika'yı "Tanrı'nın Amerikan İsraili" olarak nitelemişlerdir.

Amerika'da New England bölgesine yerleşen Puritanlar, ulus yapılanmasını ve toplumsal idari sistemini Calvin'in Cenevre tecrübesini devam ettirerek ve On Emir hükümlerini dikkate alarak oluşturmuşlardır. Amerika'da özel bir inanç temeline dayalı idari yapı oluşturmada İbrani mirasçılığı anlayışını kıtanın diğer Hıristiyan kolonilerine kadar aşılamışlardır. Bu diğer koloniler de farklı düzeylerde Eski Ahit kurallarını dikkate almışlardır. Dolayısıyla Amerika'ya göç eden Puritanlar Eski Ahit, hukuk ve genel ahit ilkesine en güçlü vurguyu yapan refom teolojisinin dikkat çeken kolunu oluşturur.

Kitab-ı Mukaddes yıllarca Amerika'daki göçmen Hıristiyanlar için kötülük ve cehaletin düzelticisi, iyilik ve hikmetin kaynağı olarak görülmüştür. Ahlaki duyguları, savaş kışkırtmaları ve barışa yönelmeleri, umutlar ve hayalleri hep bu kitabın anlatılarına göre şekillenmiştir. Din adamlarının yanı sıra bilim, sanat, siyaset erbabı hep bu kaynaktan beslenmiştir. Dolayısıyla Kitab-ı Mukaddes Amerika'daki batılı insanın manevi öncüsü olmuştur. Bu nedenle doğru ve yanlış, iyi ve kötü duygularına ait bütün anlayışlarını Kitab-ı Mukaddes kaynağından elde etmişlerdir. İnanç, ibadet ve dinsel uygulamalarda Yeni Ahit'ten çok Eski Ahit bağlılığı içinde görülmüşlerdir. Dolayısıyla Dağ Vaazı'ndan çok On Emir hükümlerini takip etme heves ve gayretinde olmuşlardır. Her ne kadar ritüellerde dilleriyle Dağ Vaazı'nı okusalar da uygulamada On Emir hükümlerine yakındırlar. Sağ yanağına vurana sol yanağının çevrilmesini isteyen Mesih'in bu emri sadece azizler için uygun olan bir davranış olarak düşünülmüştür. Toplumda azizlerin de sayısı azdır ve onlar da pazara çıkıp kendi yaşamlarını kazanmak zorunda değillerdir. Hâlbuki On Emir'in kuralları onları yaşamını düzenlemesi açısından daha kabul edilebilirdir. Amerika'daki Protestan mezhepler arasında Mesih'in İsrail peygamberleriyle kıyası ilginçtir. Onları daha çok etkileyen, çarmıhtaki "adam"dan çok ateş sütunlarıyla Musa'ya rehberlik eden, balığın karnından Yunus'u çıkaran ve Danyal'i aslanlardan kurtaran Yahve olmuştur. Bu Protestan mezheplere göre Yahve yanlışları düzeltmiş, kötülüğü kökünden sökmüş, göze göz, dişe diş istemiş ve sürekli iyi ve adil olanın tarafında olmuştur. Bunun devamında Yahudiliğin "seçilmiş halk" öğretisini kendileri de üstlenerek kendi pratik doktrinleri haline getirmişlerdir. Puritanların dinsel felsefeleri Mesih'in bağışlama isteğinden çok Yahve'nin cezalandırma eğilimine dayanma görünümündedir. Bu nedenle bağışlamaya değil yargılamaya daha çok eğilimli olmuşlar, suçluyu ıslah etmekten çok hapsetmeyi tercih etmişlerdir. Kısacası Puritanların bütün yasamaları Yahudi kodları üzerine dayanmıştır.

Puritan anlayış, yeryüzünün düzenlenip belli kaideler çerçevesinde şekillenmesi için Kalvinist reformasyon öğretilerinin dini hukuk üzerine yaptığı vurguyla yakından ilgilenmiştir. Puritanlar hukukun didaktik kullanımına yönelik inançlarını kilise ve evlerinin duvarlarını basit dinsel kuralların uzun listelerini asarak veya On Emir hükümlerini her Pazar sabahı ezbere okuyarak göstermişlerdir. Böylece Puritanlar Calvin'in hukukun didaktik veya pedagojik kullanımı vurgusu doğrultusunda hukukun ilahi iradeyi daha iyi öğrenmek, bu iradeye itaat yönünde harekete geçmek için teşvik eden işlevinin farkındadır. Dolayısıyla Puritanlar güçlü sosyal yönleri üzerinde bir hukuk tesisi geliştirme çabasında olmuşlardır. Calvin ve dolayısıyla onun takipçilerine göre hukukun nihai amacı sadece bireysel olarak Hıristiyanların dürüst ve adil bir yaşam sürme erdemine kavuşmaları değil bütün Hıristiyan toplumunun dürüst ve adil yaşam bağlamında hukukileşmesidir. Böylece Amerika'daki Puritanlar kendilerini kutsal metnin ifadesiyle "dünyadaki bütün milletler için bir ışık" ve "tepede kurulmuş kent" olarak görmüşlerdir. Kalvinist Puritanizm herkesin bir diğerinden sorumlu olduğu komüniteryan bir inanç olarak görünmüştür.  Nitekim Amerika'nın öncü idarecileri, ahit ve kader anlayışının Amerikan halkının "neredeyse seçilmiş halk" gibi oluşturduğuna dikkat çekmektedir. Hatta daha da ileri gidilerek, tıpkı antik İsrail'in ahidinin On Emir ve ahitten oluşan iki temel dayandığı gibi Amerikan ahdinin de Özgürlük Deklarasyonu ve Anayasa'ya dayandığı ifade edilmiştir.

KALVİNİSTLERİN SEKÜLER DEVLET ELEŞTİRİSİ

Dini hukuka oldukça önem veren Kalvinistlerden etkilenen çevrelerin seküler devlet eleştirisinin yoğunlaştığı hususlar neler?

Cenevre modelinden Amerikan Puritan geleneğe kadar uzanan On Emir hükümlerine dayalı sosyal düzen ve moral anlayışı XIX. yüzyılda önemli bir tartışma konusu haline gelmiştir. Reform teologları, modern çağda etik anlayışın On Emir hükümlerinin etki alanından uzaklaştırılmasının liberal teolojik söylemlerin etkisiyle başladığını savunmaktadır. Dolayısıyla modern liberal teolojik eğilimin On Emir'in Hıristiyan yaşamı üzerinde olumsuz bir etki sağladığı düşünülmüştür. Hukukun dinsel telkinlerle bağının kesilerek sekülerleştirilmesinin taraftar bulduğu XX. yüzyılda da Batı toplumunun sosyal yaşamında Reform teolojisi çerçevesinde işlevselleştirilen On Emir hükümlerinin ilgi çektiğini söylemek zordur. Bu dönemde özgürlük duygusu ve sorumsuzluk anlayışı neredeyse hukuktan bağımsızlık olarak anlaşıldığından toplumlarının adeta antinomianist bir eğilim içinde olduğu düşünülmüştür. Bu çerçevede, örneğin Amerika Birleşik Devletleri'nde On Emir hükümlerinin devlet okullarının duvarlarına asılması, kilise-devlet ayrımı ilkesi doğrultusunda anayasaya aykırı olarak görülmüştür.

XX. yüzyılın son yarısında Eski Ahit metnini literal bir doküman olarak ele alma sürecinde önemli bir canlanma görülmüştür. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Reform geleneğine bağlı çevreler tarafından savunulan bu anlayış içinde Eski Ahit'in literal bir metin olduğu ve bir literatür olarak üzerinde çalışılması gerektiğine dair kanaatler çerçevesinde bazı metotlar geliştirilmiştir. Eski Ahit'in içerik olarak çeşitli bölümlere ayrıştırılarak ele alınması düşüncesine karşı çıkan bu eğilim, kutsal metnin literal bir bütünlüğe sahip olduğuna dikkat çekmektedir. Dolayısıyla bu metnin oluşum tarihi değil nihai formu öne çıkarılmıştır.  Bu idealin zaman içinde Hıristiyan sağ hareketiyle birleştiği görülmektedir. Bunu sağlayan teorisyenlerin başında ise teonomi doktriniyle Rousas John Rushdoony gelmektedir.

Tanrı'nın hukuku anlamına gelen ve ahlaki kuralların Eski Ahit hukuku temelinde tespit edilmesini savunan teolojik bir akım olan teonomi düşüncesi, tıpkı Calvin'in yaklaşımında olduğu gibi Musa hukukunun seremonik, adli ve moral boyutlarına dikkat çekmektedir. Teonomistlere göre seremonik hukukun bedeli Mesih'in kefaretliğiyle ödenmiş olduğundan bu hukukun artık günümüzde uygulanması söz konusu değildir. Dolayısıyla Eski Ahit'in ne diyet kuralları geçerlidir ne de tapınağı yeniden inşa etmek ya da kanlı kurbanı canlandırmak gereklidir. Ancak teonomistler Musa hukukunun moral ve adli yönünün günümüzde geçerli olduğunu savunmaktadır. Dolayısıyla teonomik yaklaşım, sadece moral hukukun değil sivil düzenlemelerin de Hıristiyanlar için normatif bir etkiye sahip olduğunu düşünmektedir. Moral hukuk Tanrı'nın mutlaklığı ve öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, zina etmeyeceksin gibi değişmeyen moral kurallarla ilgilidir. Bu moral kuralların ise Eski Ahit'in seremonik hukukunun aksine modern çağda hâlen geçerli olduğu savunulmaktadır.

TEONOMİST DÜŞÜNCE

Teonomi kavramı genel anlamında moral sistemin Tanrı'nın vahyi üzerine dayanmasını içermektedir. Daha özel anlamıyla teonomi, geniş kapsamı içinde hukukun ebedi geçerliliği düşüncesini ve bütün Kitab-ı Mukaddesin modern çağda bile moral değerlerin kaynağı olması gerektiğini savunmaktadır.  Öncü teonomistlere göre Hıristiyan birey Tanrı'nın bütün hukukunu yerine getirmek zorundadır ve bu hukuk Tanrı'nın tanımladığı yer ve şart dâhilinde sivil idareciler tarafından tatbik edilmelidir.  Kutsal metin temelli moral hukuk düşüncesinin ortaya çıktığı Amerika Birleşik Devletleri bağlamında, Rushdoony öncülüğündeki teonomik düşünce Eski Ahit'in Amerikan sivil hukukunun temeli olması gerektiğini savunmaktadır.

On Emir hükümleri, teonomist düşünce tarafından günümüzde geçerliliği şiddetle savunulan Kitab-ı Mukaddes hukukunun kaynağı olarak görülmektedir. Mamafih, bu emirlerin sadece özet telkinleri içermesi sebebiyle Tanrı Levililer kısmında ve Tevrat'ın diğer hukuk kodları aracılığıyla bu emirlerin anlamını genişletmiştir.  Böylece İsrailoğulları On Emir hükümlerinin kapsamı anlamışlardır. Rushdoony bu ilave olunan açıklayıcı hükümleri "içtihat hukuku" olarak nitelemiştir. Bu yaklaşım Rushdoony'nin Kitab-ı Mukaddes hukuku görüşü için temeldir. Rushdoony bu içtihat hukuku olmaksızın Tanrı'nın hukukunun son derece sınırlı bir alana indirilip daraltılacağını düşünmektedir. Aslında bu durum vaki olmaktadır da. On Emir hükümlerinden ayrı bir şekilde Eski Ahit hukukunun güncel geçerliliğini inkâr edenler, örneğin hırsızlığın çok sınırlı bir tanımına sahiptirler. Bu kimselerin bu tür suç tanımlamaları, genellikle kendi sivil hukuk mahkemelerinin hümanist değerlere dayalı hukukunu izlemektedir ve bu tanımlar Müslüman, Budist ve hümanistler tarafından savunulan tanımlamalardan farklı değildir. Fakat içtihadi hukuk ile analiz edildiğinde "çalmayacaksın" yasaklayıcı emrinin ne kadar geniş bir anlama sahip olduğu görülecektir.  Hukuk kurallarını Kalvinci gelenekte olduğu gibi geniş bir tarzda yorumlama imkânı sunduğu için Rushdoony, Kitab-ı Mukaddes temelli bu "içtihat hukuku"nun milletlerin sivil kanunlarında yer alabileceğine inanmaktadır. "Kitab-ı Mukaddes Hukuku'nun Kurumları" adlı eserinde On Emir hükümlerini bu "içtihat hukuku" anlayışı doğrultusunda yorumlamıştır.

Rushdoony "içtihat hukuku"nu öncelikle Tevrat'taki sivil, dini, ahlaki ve sağlıkla ilgili kuralların geri kalanına atfetmekte ve Kitab-ı Mukaddes hukukunun, tıpkı Calvin'in synecdoche metodu bağlamında dile getirdiği gibi, İsrailoğulları uygulamasında yer alan hukuk kodlarından daha geniş bir kapsama sahip olduğunu ifade etmektedir.  Aynı zamanda Rushdoony bütün Eski Ahit hukukunun Hıristiyanlar için uygulanabilirliğini ifade ederken seremonik hukuk gibi Yeni Ahit tarafından yürürlükten kaldırılan kuralları istisna tutmaktadır. Fakat örneğin doğum yapan bir kadının yedi gün "murdar" olması hükmünün, Rushdoony'e göre lağvedilmesi için herhangi bir geçerli sebep söz konusu değildir.

KUTSAL METİN HUKUKUNUN GÜNÜMÜZE UYGULANIŞININ İMKÂNLARI

Rushdoony, On Emir hükümlerini açıklarken kutsal metin hukukunun günümüze uygulanışının imkânlarını tespit etmektedir. Teonomizm'in öncüsüne göre yegâne gerçek düzen kutsal metin hukukunun üzerine kurulmuştur. Bütün hukuk kuralları doğasında dinseldir ve kutsal metine dayanmadığı iddia edilen her kural Hıristiyanlık karşıtıdır. Rushdoony, önerdiği düzenin zorla uygulanmasının güç kullanmayı gerektireceğini de her hukuk kuralının, bu kuralın düşmanlarına karşı bir savaş halini ifade ettiği ve bütün hukuk kurallarının esasında bir savaş zemini olduğunu ileri sürerek savunur. Teonomistler çağdaş sorunları sorgulamak için "kutsal metin temelli dünya görüşü" ve "kutsal metin prensipleri" tespit etmişlerdir. Bu dünya görüşü, günümüzde Hıristiyan hedefinin Mesih'in ve Tanrı'nın hukukunun yaşamın her alanında etkin olduğu kutsal metne dayalı teokratik cumhuriyetlerin evrensel gelişimi olarak açıklanmaktadır.

Teonomist düşünce, sivil otoritenin Musa hukukunu uygulama sorumluluğuna sahip olduğunu savunmaktadır. Tanrı'nın sivil kuralları her zaman ve bütün hükümetler içinde geçerli olmalıdır ve her ülkede siyasi idareciler tarafından tatbik edilmelidir.  Calvin'in de sivil otoriteyi bu sorumluluk altında görmesi, teonomik eğilimin ideali olan dünyayı değiştirme işinin dünyevi otoritenin etkisine ihtiyaç duymasına ilişkindir. Ancak yine Calvin'in Cenevre'de teorik olarak manevi ve dünyevi erkleri birbirinden ayırmasına rağmen fiilen dünyevi erki manevi erkin kontrolüne terk etmesini hatırlatır şekilde teonomist düşünürler kiliseyi modern dönemde de yetkilendirmektedir. Teonomistler tıpkı Yeni Ahit'te Hıristiyanların dünyanın tuzu ve ışığı olduğu vurgusundan hareketle kilisenin bütün dünyanın sosyal dönüşümünden sorumlu olduğunu iddia etmektedir. Bütün dünyaya İncili yaymak, hükümetin işlevlerini üstlenmek ve Musa hukukunu uygulamaya koymak sûretiyle kilisenin bu dönüşümde anahtar bir rol oynaması gerektiği ifade edilmektedir. Burada amaçlanan Mesih'in ve Tanrı'nın hukukunun yaşamın her alanında etkin olduğu Kitab-ı Mukaddes hukukuna dayalı teokratik cumhuriyetlerin evrensel gelişimidir. Bu hedefi gerçekleştirme yönünde kilisenin etkinliği dikkate alındığında, dünyanın yönetiminin ve mahkemelerinin devralınması için azizlerin hazır olmaları beklenmektedir.

Teonomistler Eski Ahit hukukunun sadece dinsel değil sivil ve adli boyutu olduğuna işaret etmektedirler. Dolayısıyla zina ve eşcinsellik gibi uygulamalar sadece moral hatalar olarak görülmez aynı zamanda yasadışı olarak değerlendirilmelidir. Dahası, Eski Ahit hukuku sadece yasallaştırmanın değil aynı zamanda idam gibi cezalandırmanın da temelini oluşturmaktadır.  Musa hukukunun sivil yönü suçların cezaları listesiyle Tevrat'ta yer alır. Teonomistlere göre İsrail milletine Tanrı'nın verdiği suçlar ve cezaları listesi aynı zamanda günümüzde gentile hükümetleri tarafından da yerine getirilmesi gereken düzenlemelerdir. Bunun anlamı, kâfirlik ve zina gibi günahlar ölüm cezasını gerektirmektedir. Teonomistler, adam kaçırma, tecavüz ve cinayet suçlarında olduğu gibi günümüzde de yer yer uygulanan idam cezalarına bağlı suçlara inancı terk etme ve inkâr, sapkınlık, büyücülük, astroloji, zina, eşcinsellik, ensest ilişki, anne ve babaya darp ve kadının iffetsizliği gibi suçlar eklemişlerdir.  Bütün zamanlarda ve bütün idareler için geçerli kılınmış olan Tanrı'nın sivil hukuku, bu sayılan suçları işleme durumunda ölüm cezasını içererek her ülkede geçerli olması ve her ülke idarecileri tarafından halkına zorla uygulanması tavsiye edilmektedir.

Teonomik görüş, toplumun dinsel hukuk temelinde yeniden tesis edilmesini savunmaktadır. Önerilen hukuk ise Eski Ahit'in hükümlerine literal bağlılıktan türetilmektedir.  Örneğin sivil hukukun Kitab-ı Mukaddes ile özellikle de zinaya, küfre, sapkınlığa, eşcinselliğe, putperestliğe ve büyücülüğe ölüm cezası veren Eski Ahit ölçütleriyle uygun şekilde yeniden düzenlenmesi önerilmektedir. Bununla birlikte Musa hukukunu kabul etmeyen bütün cemaat ve dinlerin yasaklanması; kadının antik dönemdeki konumuna geri dönüşü; gelir vergilerinin ve ölüm cezaları işletildiğinde pek ihtiyaç kalmayacak olan hapis sisteminin kaldırılması; kürtajın suç olarak tanımlanması ve ölümle cezalandırılması Kitab-ı Mukaddes hukukunun güncel kuralları olarak yorumlanmaktadır.

ON EMİR HÜKÜMLERİNİN YORUMLANMASI

On Emir hükümlerinin yorumlanması konusunda başta Rushdoony olmak üzere teonomist öncüler tıpkı Calvin'in yaptığı gibi bu hükümleri daha çok sosyal bağlamlarını öne çıkararak değerlendirmişlerdir. Rushdoony'nin kapsamlı eseri "Kitab-ı Mukaddes Hukuku'nun Kurumları"nda On Emir hükümleri teolojik değer ve telkinlerinin yanı sıra güncel paradigmalar ve ideolojilere cevap teşkil edecek şekilde yorumlanmıştır.

Teonomist düşüncede Kitab-ı Mukaddes hukuku çerçevesinde en ateşli savunulan cezaların başında ise ölüm cezası gelmektedir. Rushdoony "Kitab-ı Mukaddes Hukuku'nun Kurumları" adlı eserinde ölüm cezasının kutsal metin hukukuna dayalı suçlarını üç farklı yerde tekrarlamıştır. Teonomistler adaletin öncelikli amacının bir hakkın iade edilmesi değil yapılan suçun karşılık ve cezasını bulması olduğunu düşünmektedir. Burada amaç hatanın düzeltilmesi değil hata sahibinin cezalandırılmasıdır. Teonomist Bahnsen ölüm cezasının temelinin, sivil suçun Tanrı'nın gözünde de suç olduğu bilgisine dayandığını ifade etmektedir.  Teonomistler ölüm cezası gerektiren suçları Eski Ahit hukuku temelinde şu şekilde sıralamaktadır: Adam öldürmek; Bir yargıca karşı saygısızlık etmek; Hamile kadının çocuk düşürmesine neden olmak; Ölüm cezasını gerektiren bir suç hakkında yalancı şahitlik yapmak; İhmali yüzünde sahibi olduğu boğanın bir insanı öldürmesi; Putperestlik; Tanrı'ya karşı küfür; Sihir ve büyücülük; Sahte peygamberlik; Hayvanla cinsel ilişki kurmak; Eşcinsellik; Zina yapmak; Dinini değiştirmek; Tecavüz; Ensest ilişki; Sept günü kuralına riayet etmemek; Anne ve babaya kaba davranış ve saygısızlık; Anne ve babaya isyan etme; Adam kaçırmak; Ritüel sırasında rahibin içki içmesi; Harun oğullarının haricinde tapınağın eşyasına dokunmak.

Son iki hüküm, Mesih tarafından iptal edilen seremonik hukuk bağlamında olduğundan teonomistler günümüzde uygulanırlığı olmadığını ifade etmektedirler.

Rushdoony'i etkileyen en önemli etken Calvin'in Tanrı'nın ebedi ve mutlak egemenliği düşüncesidir. Bu düşünce onu "bütün düşüncelerde Tanrı'nın mutlak egemenliği" felsefesine yöneltmiştir. Bu felsefe, bütün düşüncelerde Kitab-ı Mukaddes'in mutlak egemenliği" sonucunu ortaya çıkarmıştır.  Teonomi, Tanrı'nın egemenliğinin etiğe uygulaması olarak sosyal düzen ve adalet sistemi açısından Kalvinist teolojiye dayanmaktadır. Dolayısıyla teonomi, Reform teolojisinin modern dönemde etik alana uygulanması tasarısıdır.

Teonomi öğretisi Tanrı'nın hukukunun egemenliği vurgusuna dayanmaktadır. Bu vurgu Kitab-ı Mukaddes'i otoriter bilginin yegâne kaynağı olarak gören ve Tanrı'nın her şey üzerinde egemen olduğu kanaatini içeren Kalvinist anlayışı temel alır. Eğer Tanrı egemen ise adaletin insani hukukta değil ancak Tanrı'nın hukukunda yer alması gerekir. Nitekim insan başlangıçtaki masumiyetini düşüş ile kaybettiğinden adalet insanın doğasında yer alamaz. Adalet ancak Tanrı'nın vahyinde bulunur. Tanrı'nın vahyi ve hukuku ise ancak Kitab-ı Mukaddes'te yer almaktadır.

Tanrı'nın egemenliğini övmeyi hayatın gayesi edinmiş seçilmiş halkın ahlaki düzenlemeleri On Emir hükümlerine bağlıdır. Eski Ahit hukukunun seremonik ve adli işlevi değil ahlaki işlevinin Hıristiyanlar için bağlayıcılığı Calvin'in ahlak anlayışının temelini oluşturmaktadır. Ancak Kalvinist Reform teolojisinin Cenevre dışına taşarak kuzey Avrupa hatta kolonileşme süreciyle Amerika'ya kadar taşınmış olması, Calvin'in On Emir temeline dayalı ahlaki hukuk düzenlemelerinde önemli bir değişime zorladığı görülmektedir. Calvin'in ahlaki telkinleri On Emir hükümleri içinde yer alırken bu hükümler ve bu hükümlerden kıyasla elde edilen diğer yasaklayıcı hükümlerin cezası ise adli hukuk olarak Eski Ahit içinde yer aldığı düşünülmüştür. Kalvinist Cenevre modeli ile teonomi düşüncesi karşılaştırıldığında, her iki yaklaşımın da Kitab-ı Mukaddes hukukunu hem adli hem de moral boyutuyla güncelleme çabasında olduğu görülmektedir. Dolayısıyla "teonomi" Tanrı'nın bütün hukukunu kutsanmışlığın modeli olarak Hıristiyanlar için bağlayıcı olduğunu savunan düşüncedir. Bu düşünce Hıristiyan etiğinin merkezini ifade etmektedir.

Günümüzde bir Kalvinist'in zorunlu olarak teonomist olacağını iddia etmek kolay değildir. Ancak Kalvinizm'in Eski Ahit hukuku vurgusu ile teonomik teoloji karşılaştırıldığında teonominin Kalvinist gelenekten beslendiğini görmek mümkündür. Calvin'in Cenevre'deki din cumhuriyetini hem teonomik hem teokratik olarak tasarlandığı söylenebilir. Bu yapı içinde teokrasi, kiliseyi de devleti de Tanrı'nın yönetmesidir. Teonomi ise bütün hukukun Tanrı hukukundan türetilmesidir. Aynı şekilde Calvin de Hıristiyan bir devleti Tanrı tarafından ve Tanrı'nın hukukuyla yönetilen bir kurum olarak tanımlamıştı.

MÜSLÜMAN KALVİNİSTLER İFADESİ

Calvin'in teolojik ve politik mirasının Müslümanların yaşadığı tecrübeleri açıklamak için kullanıldığını görüyoruz. Mesela Müslüman Kalvinistler ifadesi kullanılıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Calvin ile birlikte Luther ülkemizin Cumhuriyet sonrası "modernleşme" döneminin en çok kullanılan ve zaman zaman da istismar edilen iki önemli batılı figürü olarak karşımıza çıkıyor. Bu konudaki ironik durumu ifade etmem için Calvin'den önce Luther örneğinden başlamama izin veriniz. Cumhuriyetin erken dönemlerinde kurucu ideologlar "ümmet" dairesini terk ederek Türk dininin "yabancı/Arap" unsurlardan temizlenip müstakil bir Türk dini oluşturulmasına gayret edilmiştir. Elbette bu sürecin dini öğreti, uygulama ve tutumlar ile geleneksel yaklaşımlarda önemli bir değişim içerdiği aşikârdır. İşte bu süreç "dinde reform" tartışmalarının başladığı noktayı ifade etmektedir. Bu dönemde kurucu ideologların dinde reform denemesi önündeki en açık örnek Luther'in Hıristiyan reformudur. Luther Hıristiyanlığın Alman unsurlarını Roma Katolisizmi'nin manevi egemenliğinden kurtarmış, Kitab-ı Mukaddes'i din dili olan Latince'den Almanca'ya tercüme etmiş, ibadetlerin Latince değil "ana dilde" yani Almanca yapılmasına cevaz vermiş ve Alman milli unsurları üzerinde bir Hıristiyanlık yorumu gerçekleştirmiştir. Şüphesiz Luther bu uygulamalarıyla Cumhuriyet'in erken dönemlerinde İslam reformu yanlıları için çok önemli bir örnek olarak görülmüştür. Ezan ve diğer ibadet formlarının Türkçeleştirilmesi, hatta camilere kilise tarzında sıraların yerleştirilmesi girişimleri ile Luther örneğinin yakın bir ilişkisi söz konusudur.

Calvin'e geldiğimizde ise ülkemizde onun öğretilerine dair Luther'den daha farklı bir anlamlandırmanın olduğunu fark ediyoruz. Calvin, dünyevi alanda çalışmayı ve kazanmayı dinin bir gereği olarak değerlendirmiştir. Çalışmak bir ibadet olarak görülmüş kazanmak ise bu ibadetinin adeta ilahi kabulünün işareti olarak değerlendirilmiştir. Ancak kazanç kesinlikle lüks yaşam ve israfın gerekçesi olmamış, elde edilen kârın yeniden istihdama harcanması ve toplum olarak çok çalışan ve üreten böylece müreffeh bir toplum olarak Tanrı'nın şanını yeryüzünde izhar eden bir model kurgulanmıştır. Sonuç olarak ise çalışmanın, kazanmanın ve mutlu olmanın ibadet olduğu manevi kökenli bir yaşam tarzı oluşturulmuştur. İşte Calvin'in ülkemizde "Müslüman Kalvinistler" nitelemesiyle gündeme gelmesi, bu din temelli ticaret ve üretim anlayışıyla ilgilidir. İnançlı çevrelerin "bir lokma bir hırka" anlayışına dayalı olan ve görünürde bu dünyaya değil öte dünyaya yatırım yapan "müstağni" hayat anlayışının dışına çıkarak ticaret ve üretim alanına dâhil olmaları, çalışıp üretmeleri ve bunun sonucunda zengin olmaları çok önemli bir dini anlayış değişimi olarak görülmektedir.

Ekonomik girişimde bulunan kişilerin "Kalvinist" olarak nitelenmesi elbette bu kişilere dair önemli bir normatif yargının olduğunu göstermektedir. Esasen ülkemizde uzun yıllardır hem politika hem de ekonomi alanlarında paylaşılmış dengeler üzerine bina olmuş tartışmalı bir düzenin varlığı hep bilinmektedir. Bu kurulu düzene rağmen ortaya çıkan hemen bütün girişimlerin statüko tarafından endişeyle karşılanması anlaşılır bir durumdur. Dolayısıyla "Müslüman Kalvinistler" söyleminin temel gerekçesini oluşturan tabana yayılmış ekonomik girişimlerin manipülasyonunda, "Kalvinist" vurgusu oldukça etkili bir nitelemeyi ifade etmektedir. Bu durum, açıkça ifade etmek gerekirse, Müslüman/inançlı girişimcilerin farklı dini geleneklere ait öğretilerden devşirilmiş "ithal" teolojik telkinlerle ticaret ve üretim çarklarını çevirdikleri ifade edilmeye çalışılmaktadır.

Burada sözünü etmeden geçemeyeceğim oldukça ilginç bir tespitte bulunmak istiyorum. Cumhuriyet Türkiyesi'nin dini, sosyal, kültürel ve ekonomik değişim sürecinde en çok referans alınan dini gelenek Hıristiyanlığın Protestan yorumu olmuştur. Cumhuriyet'in kurucu ideologları milli din projesi çerçevesinde Protestanlığın Lutherci modelini olumlu bir referans sayarken, yakın dönemlerdeki statüko dışı ekonomik girişimler olumsuz bir referans olarak Protestanlığın Kalvinci modeliyle ilişkilendirilmiştir. "İslam'ın protestanlaştırılması" söylemi de bazen harici bir dini reform girişimi çerçevesinde sosyal bir projeyi ifade ederken bazen de geleneksel anlayışın sınırlarını aşan her türlü düşünsel girişimin meşruluğunu azaltan bir olumsuzlama yaftası olarak iş görmüştür.

POZİTİVİZMİN İNDİRGEMECİ VE KIYASLAYICI METODU

Peki, Kalvinistlerle Hıristiyan fundamentalizmi arasında nasıl bir ilişki var? Bu ilişkilendirmenin bir benzerinin Müslüman dünyanın tecrübesi bağlamında Selefilik ve İslamcılık arasında da kurulduğunu görüyoruz. İki dini tecrübenin modern görünümleri noktasında bir karşılaştırma yapmak mümkün mü?

Öncelikle bir hususun ifade edilmesi gerekir. Farklı kültür, teoloji, gelenek, tarih ve sosyal anlayış temellerine sahip olan toplumların ürettikleri yeni paradigmaların birbirleriyle kıyaslanması pozitivizmin indirgemeci ve kıyaslayıcı metodu olarak değerlendiriyorum. Bu görüşmede tartıştığımız konu tam da bu duruma örnek olmaktadır. Zihinlerde bir dini reform algısı oluşmuştur ve bu algının ana kaynağını ise Protestan Hıristiyanlık oluşturmaktadır. Bu durumda, Müslüman toplumlar başta olmak üzere Hıristiyanlık dışı bütün dini geleneklerde ortaya çıkan dini reform, tecdit ya da yenilenme kategorisine giren bütün hareketlerin Batı'nın dini tecrübesi bağlamında değerlendirilmesi söz konusudur. Bu değerlendirmeler bazen Batılılardan bazen de sözü edilen dinlere mensup toplumların kendi içlerinden çıkmaktadır. Söz gelimi, Batılı düşünce ve politika çevreleri Hıristiyanlığın kendi XVI. Asrında reforme edildiği gibi İslam'ın da artık reforme edilme çağının yaklaştığını empoze etmektedirler. Burada Batı dini tecrübesinin merkeze alındığı görülmektedir. Bazen de Müslümanların zaman içinde ortaya koydukları politik ya da ekonomik değişiklikler, yine aynı kültürün üyeleri tarafından İslam Protestanlığı olmakla suçlanmaktadır. Dolayısıyla Batı'nın değer ve tecrübe birikimlerini referans alarak kendi dini tecrübemizi tasnif etmek gibi bir açmazın içindeyiz.

Hıristiyan fundamentalizmi ve selefilik arasındaki ilişkiyi de böyle değerlendirebiliriz. Esasen selefilik ortaya çıkışı ve kaynağı itibarıyla Hıristiyan fundamentalizm akımından çok daha eskidir. Hatırlamak gerekirse, Hıristiyan fundamentalizmi, Avrupa'nın aydınlanma çağında, yani XVIII. yüzyılda Kitab-ı Mukaddes'e karşı dile getirilen bazı bilimsel argümanlar ve kutsal metin eleştirisine karşı kutsal metnin bağlayıcılığını savunan ve bu metnin literal anlamını yüceltip her türlü yorum ve alegorik yaklaşıma meydan vermeyen akımı ifade etmektedir.

"KAYNAĞA DÖNME" SÖYLEMİNİN HIRİSTİYANLIK VE İSLAM AÇISINDAN FARKLILIKLARI

XIX. yüzyıl sonları ile XX. Yüzyıl başlarında ortaya çıkan Hıristiyan fundamentalizmi, öncelikle Protestan geleneğin bir ürünüdür. Hatırlanacağı üzere Protestanlık yegâne dini otorite olarak Kitab-ı Mukaddes'i görmektedir. Dolayısıyla Protestan geleneğin öncülük ettiği Hıristiyan fundamentalizmin temel görüşleri (i) Kitab-ı Mukaddes'in yanılmazlığı; (ii) Kitab-ı Mukaddes'in literal anlamının bağlayıcılığı ve özellikle İsa Mesih'e dair olağanüstü ve mucizevi anlatımların hakikat değeri; (iii) İsa Mesih'in bir bakireden doğumu; (iv) İsa Mesih'in bedensel olarak dirilmesi ve fiziki olarak ikinci kez yeryüzüne dönmesi; (v) yine Mesih'in haç üzerinde günahlara kefaret olarak kendini feda etmesi şeklinde sıralanabilir. Ancak asıl husus, Hıristiyan fundamentalist akımının Kitab-ı Mukaddes'e yönelik bilimsel metin tenkidi ve pek çok kutsal metin anlatısının sembolik anlama dönüştürülmesi yönündeki girişime karşı kutsal metni korumaya yönelik evangelik bir karşı koyuş olarak anlamak mümkündür. Evangelizm söz konusu olunca da bu öğretinin kutsal metni dinin merkezine koyan Protestan teolojiyi kendisine zemin aldığı bilinmektedir. Dolayısıyla Hıristiyan fundamentalizmi bir tepkinin ürünüdür, modern bir akımdır ve sadece Kalvinizm değil bütün Protestan bünyenin genel bir kanaatini ifade etmektedir.

Konunun İslam geleneğindeki selefilik akımıyla ilişkisine gelince, Hıristiyan fundamentalizm akımın en çok benzeştirildiği dinin İslam olduğunu ifade etmek gerekir. Hıristiyan düşüncesinin modernizm ile yüzleşmesinin Hıristiyan fundamentalizmine yol açtığı gibi Müslümanların da aynı modernizm ile daha geç bir yüzleşmesinin İslami fundamentlizme, yeni selefiliğe ya da İslamcılık akımlarına yol açtığı yönünde yaygın bir kanaat söz konusudur. Bu aşamada öncelikle, yukarıda işaret ettiğim benzeştirmesi ve indirgemeci Batı zihninin Hıristiyan fundamentalist akımının amaç, metod ve ilkeler çerçevesinde İslam fundamentalizmi olarak Müslüman toplumlarında neşet ettiği önyargısına yeniden dikkat çekmek isterim. Elbette bu iki farklı dine dayalı olarak "üretilmiş" fundamentalizm akımlarına dair tespit ve kanaatler siyasal ve kültürel argümanlar temelinde çokça tartışıldı. Ancak benim dikkat çekmek istediği husus, sorunuzda da yer aldığı şekliyle bir karşılaştırma yapmamız gerekirse, "kaynağa dönme/kutsal metne dönme" söyleminin Hıristiyanlık ve İslam açısından çok da ortak olmayan bir sonuç doğuracağıdır.

Modernizm ve pozitivizmin yıpratıcı etkilerinden sakınmak için kutsal metnin otantik bağlamına dönme gayreti içinde olan bir Hıristiyan ile yine aynı yıpratıcı etkiler karşısında kendi kutsal metnine dönmek isteyen bir Müslümanın "dindarlık" tutumları arasında çok ciddi bir fark olacaktır. Sözgelimi, Hıristiyan kutsal metinleri inananlarını bu dünyanın ötesindeki bulunan Tanrı krallığına yönelik bir çağrıda bulunurken, siyasi otoriteye kayıtsız bir itaati emrederken, her türlü baskı, zulüm ve ıstıraba tahammülü önermektedir. Yani dönülmesi gereken kaynak olarak Hıristiyan kutsal metinlerinin mevcut dünyevi ideolojiler karşısında çok da aksiyoner bir telkin ve telmihte bulunduğu söylenemez. Dolayısıyla bir Müslümanın kendi kaynağına dönmesi ile bir Hıristiyanın kendi kaynağına dönmesi ideali sebepleri itibarıyla birbirine benzese de sonuçları itibarıyla kesinlikle birbiriyle benzeştirilen ve yakınlaştırılan bir benzerlik içinde olmayacaktır. Hatta bu sonuçların önceden kestirilmesi dahi mümkün görünmemektedir. Çünkü fundamentalist eğilim her zaman organize bir hareket olarak düşünülmemelidir; hatta genellikle bireysel çıkış ve marjinal tutumlar çerçevesinde de gelişebilmektedir. İşte tam bu nedenle, yani kendisine dönülmesi arzu edilen kaynakların öğretileri arasındaki derin anlamsal farklılıklar nedeniyle Müslüman zihinlerdeki her türlü düşünsel gelişimlerin bir kısmının "fundamentalizm" adını taşıyan ortak dosya içinde değerlendirilmesi, bu gelişmelerin daha kolay tasnif edilmesi ve hatta manipüle edilmesi imkânını sağlamaktadır. Sözgelimi, Batı perspektifinden bakıldığında, b-merkezinde Batı'nın yer aldığı ortak bir dünya tarihi kurgusu için İslam fundamentalizminin de Hıristiyan fundamentalizm tecrübesinin gölgesinde gelişmelidir. Ahiret, nübüvvet ve vahiy algıları arasındaki kıyaslanamaz farklılığa rağmen pozitivist bilim ve siyaset okuması yine de indirgemeci metodunu işe koymaktadır. Sonuç olarak kadim selefilik, yeni selefilik, İslamcılık ve İslami fundamentalizm gibi kavramların modern sosyoloji ve siyaset biliminin kıyaslayıcı kıstaslarından bağımsız olarak kendi bağlamları ve özgün zeminleri üzerinde değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim.

Hakan Olgun, Kalvinizm'de On Emir, Eski Yeni Yayınları, 2012

 

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.