“… Rahman’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir düzensizlik görüyor musun?
Sonra (düzensizlik aramak için) tekrar tekrar bak; bakışların âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (Mülk Sûresi 4-5)
İslam, ilâhi bir nizamdır; Allah celle celâlühü’nün her eseri gibi, mükemmel bir bütündür. Kâinatta nasıl ki tutarsızlık bulmak mümkün değilse İslam’da da çelişkiler bulmak mümkün değildir. Kainattaki her şey nasıl ki bütünün bir parçası ve bütünün kendi işlevini yerine getirmesinde bir vazifeye sahipse İslam’da da her unsur, bütünün bir parçasıdır ve bütünün kendi büyük işlevini yerine getirmesinde bir vazifeye sahiptir.
İslâmî eğitim, İslam’ın işlevini yerine getirmesinde merkezî bir unsurdur, yol göstermekte, vahyedileni öğrenmeyi de içine aldığından adeta Güneş gibidir.
Nasıl ki Güneş söndüğünde dünya hem karanlığa bürünür hem nebat vermemeye başlar, var olan gıdalar da çürür, insanlar açlıktan ölür. İslâmî eğitim de kaybolup gittiğinde Müslümanlar karanlıkta kalır, önünü göremez, İslâmî bilgiler unutulur, eserler çürür ve Müslümanlar yeryüzünden silinip gider.
Dolayısıyla nasıl ki yeryüzünde hayatın idamesi Güneşin varlığına bağlı ise İslâmî bir hayatın devamı da İslâmî bir eğitimin devamına bağlıdır.
Nasıl ki bir bitkinin sağlıklı büyümesi güneş ışığını almasını gerektiriyorsa bir Müslüman evladının iyi gelişmesi de iyi bir İslâmî eğitim almasına bağlıdır.
O evladın toprağı, temiz bir ortam; suyu zikir; havası edeptir. Bu unsurlar tamamlandığında ortaya insan-ı kâmil çıkar inşaallah.
MESCİD-İ NEBEVÎ’DEN KALAN BİR SÜNNET
İslâmî eğitimin icrası, hiç kuşkusuz mekân ister.
Mekân bağlamında İslâmî eğitimin merkezi ise mesciddir/camidir. Zaman içinde hangi kurumlar gelişirse gelişsin cami, İslâmî eğitimde yer sahibi olmaya devam etmiştir.
İslâmî eğitimin mebdei, yani başlangıç noktası, vahyin gelmeye başladığı zamandır. O noktada Hz. Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem’in eğitim mekânı önce evidir, sonra Kaʿbetü’llâh’tır. Kaʿbe’de eğitim mümkün olmayınca beşerden gelen hiçbir engeli aşılmaz görmeyen Hz. Resûl-i Ekrem, kırları ve Dârü’l-Erkâm’ı eğitim mekânı olarak kullanmıştır. Mekke günlerinde Dârü’l-Erkâm’ın yanında Müslümanların evleri de birer eğitim mekânıdır.
Hicret zorunluğu oluşup Medine-i Münevvere’ye geçildiğinde İslâmî eğitimin merkezi hiç kuşkusuz Mescid-i Nebevî’dir. Hicrî Takvimde esas alındığı üzere İslam’ın iktidar çağı Medine günleri ile başlar. İşte o günler ile birlikte camiden aynı zamanda bir eğitim kurumu olarak istifade etmek, Hz. Resûl-i Ekrem’in Müslümanlarca hiçbir zaman yok sayılmayan bir sünneti olarak var olmuştur.
İnsanın yaradılış gayesi Allah’a kulluktur: “Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyât 56)
Kulluğun özü ibadettir. İslâm’ın bütün emirleri ibadet çerçevesindedir. “İlim edinmek” anlamında eğitim; kişiyi kulluğa, ibadetin gaye ve mahiyetine götüren ışıktır.
O hâlde eğitimin yolunun camiden geçmesi gerekir, diyeceğiz. Öyle değil. Bu; ibadeti teferruat ve hayatın bir süsü, bir eki gibi tasavvur eden çağdaş/seküler bir yaklaşımdır. İslam’da cami, eğitimin yolunun geçtiği yer değil, eğitimin çekirdek mekânıdır. Bu mahiyette ona en yakın mekân ailedir.
Müslüman bir toplumun eğitiminde bu iki mekânın eğitim için kullanılması, Hz. Resûl-i Ekrem’in mütevâtir bir sünneti olarak kesinlikle vazgeçilmezdir. Onun insanları eğitim yolculuğunda, ev ile cami arasında mutlak bir bağ vardır. İslam’da kişinin hayatı ailede başlar, oradan camiye geçer, sonra kişi dünya ve cami bütünlüğü içinde yaşar, nihayetinde ceset olarak son yolculuğunda yine camiye veya aynı bağlamda namazgaha getirilir.
Müslüman, camiyi hiçbir zaman salt, namaz kılma yeri olarak görmez. Cami, hep aynı zamanda İslam’ın öğrenildiği mekândır ve İslam’dan öğrenilenin tatbik edildiği mekândır. O mekâna eklenen eğitim mekânları, asla caminin alternatifi değildir. Hepsi, kulluk vazifesini yerine getirmeye dönük yapılar olarak caminin işlevine hizmet eden kurumlardır.
Henüz Resûl-i Ekrem, zamanında Ashabdan bazılarının ev ve hurma bahçeleri, “mekteb” tarzında çocuklar için okuma yazma öğrenme mekânı olarak kullanılmıştır. Ancak onlar da çocuğu camiye hazırlayan mekânlar olarak görülmüştür. Çocuk, oralarda iken camiden alıkonmamış, oralarda camiye hazır hâle gelince de tamamen cami cemaatine katılmıştır.
MEDRESELERİN VARLIK BULMASI
“Medrese”, bilindiği üzere “ders görülen yer” anlamında bir ism-i mekândır.
Hülefa-i Râşidin devrinde ve Emevî günlerinde herhangi bir alim, sırtını caminin sütunlarından birine dayayarak dersini verir ve onun etrafında bir tür cami içi “medrese” başlar.
-Talebenin dersi, alimden dinlemesi (semaʿ),
-Talebenin öğrendiğini alim ile müzakere etmesi(mütalaʿa),
-Alimin anlattıklarının talebeler tarafından telif edilmesi (imlâ),
-Talebenin aldığı notları teyit etmek için alime okuması (arz)
gibi ilimle ilgili bütün işlemler genellikle camide yapılırdı.
Aynı devirde zikir ehli topluluklar da camilerde zikir meclisleri oluşturmaya başladılar.
Müslümanların sayısı arttıkça ve ilim-zikir ehli topluluklar teşekkül ettikçe cami bu yükü taşıyamamaya başladı. İlim ve zikir ehli, kendisi için cami dışında ama yolunun hep camiye uzandığı mekânlar edindi.
Öte yandan İslam’ın ilk günlerinden itibaren Dârü’l-İslâm hudutlarında murabıtların mekânları olarak ribatlar inşa edildi. Murabıt, hudutlarda cihad için hazır askerdir. Ribat da o askerlerin kaldıkları sınır karakollarıdır.
Henüz ilk günlerde murabıtlar, İslam’ın emirlerinin bir bütün olmasıyla alakalı olarak cihad dışında kalan vakitlerini ribatlarda ilim ve zikir ile geçirirlerdi.
Abbâsî günlerinde ribatların bulunduğu yerler Dârü’l-İslam içinde kalınca ribatlar kapatılmak yerine ilim ve zikir meclisleri için kullanılmaya başlandı.
Böylece İslâm aleminde Arapça “medrese” denen ders mekânları ve Farsçada ribatın karşılığı olarak “hankâh” denen zaviyeler ortaya çıktı. Her iki mekân da caminin alternatifi olmadı, toplumu cami ile buluşturan, talebesini camiden alan ve camiye götüren birer mekân olarak varlık buldu.
Zikir meclisinin gayesi nasıl ki kalpte kulluğa dair bir marifet meydana getirmek ise medresenin ister bizzat ilk devirde olduğu gibi cami içinde olsun veya sonra olduğu gibi cami dışında olsun gayesi kulluğun icra edileceği evrene ışık tutmaktır.
Her iki kurum da dayanışma içinde, nurdan ışıkla, kulu nardan korumayı amaçlar. Kulun nardan korunması, Allah’a kulluk etmesiyle mümkündür. Her iki kurum da kulun kulluk vazifesini hakkıyla icra etmesini sağlar. Dolayısıyla onu camiye götürür.
Dikkat edilirse İslam medeniyetinin kurumları, “cami etrafında” bir bütündür. Mescidin yerine kullanılan cami, “camiʿ”dir, yani toplayıcı, bir araya getiricidir. İslâmî eğitim, Medine günlerinden itibaren camiden yayıldı ve kişileri hep camiye toplar, muvahidlerin halkası böylece tamamlanır.
İslâmî olmayan eğitimin özü ise kişileri kulluktan uzaklaştırması, onlara ahiret hayatını unutturmasıdır. İslâmî eğitim, kişinin camiye alışmasını temel kazanımı olarak görür. İslâmî olmayan eğitim ise kişiyi camiden uzaklaştırmayı kazanım sayar.
İslam medeniyetine ait olmayan ancak Müslümanlar tarafından ıslah edilerek alınan diğer eğitimler de camiyi merkeze almaz, sadece talebenin yolunun camiden de geçmesini bir kazanım olarak düşünür. Dolayısıyla ıslah edilmiş bu yabancı eğitim, camiyi sadece bir ziyaretgâh gibi tasavvur eder. Camiyi dışarıda görür, camiye uğramayı esas değil, sadece fazilet görür. Camiyi dünyayı aydınlatacak bir ışık merkezi olarak anlamaz; aksine dışarıdaki eğitimi camiyi aydınlatacak faaliyet olarak görür.
Islah edilmiş, “yabancı eğitim”, bu yönüyle İslâmî eğitimden tamamen ayrışır.
Bugün dünya Müslümanlarının büyük meselelerinden biri de caminin ve camiden doğan medrese güneşinin görülmemesidir. O güneş, sönmeye başladığı gün, İslam ümmeti sönmeye başladı.
Camiden doğan ve cami merkezli eğitimin yerine camiye karşı veya camiyi yok sayan eğitimin icrasıyla sönen güneşimizin yerini bizim nur zannettiğimiz oysa nar olan sahte ışıklar almaya başladı. Müslümanlar, nura yaklaşma niyetiyle ona yaklaştıkça yandılar, evlatlarını ateşe attılar.
Eğitimi ıslah yönündeki çabalar ve kurumlarla o nar, nura dönüştürülmek istendi. Lâkin özü necis olanın tathiri mümkün olmuyor. Bugün hâlâ pek çok sıkıntımız, aslında sözde ıslah edilmiş kurumlardan kaynaklanıyor.
İslam aleminin felahı, hiç kuşkusuz, güneşini yeniden bulmasıyla, yani kendi eğitim kurumlarını yeniden inşa etmesiyle mümkündür.
Ancak fert ve topluluk olarak bizim o günü sadece düşler kurarak beklememiz caiz değildir. Her birimiz o güneşin oluşması için cehd içinde olmakla mükellefiz. Bunun için çocuklarımızı aile içinde camiye hazırlarken onları camideki tedrisatla tanıştırmak ve mümkün olduğu kadar camiye götüren tedrisat içinde tutmak durumundayız.
Bu yönde yaptıklarımızın müteşekkil bir yapı içinde buluşması fazilet ve berekete vesile olacak ve yeryüzünde kaybedilmek istenen İslam medeniyetinin yeniden zuhur etmesine vesile olacaktır.
O zaman, kâinat misali, gözlerin baktıkça mükemmeliyetine tanıklık ettikleri İslam’ın bütün sorunlarımızı çözdüğünü ve bize dünya ve ahiret saadeti getirdiğini göreceğiz inşaallah…