Mü’minlerin duyarlı oldukları hususlar vardır. O hususlar, mü’minin dünyasında bir hassasiyet/duyarlılık oluşturur.
Mü’min, gafletten uzaktır.
Gaflet; derince dalgınlıktır, önemsememektir; boşluğa girmektir, dikkat etme, dikkatli olma niteliğini yitirmektir. Dolayısıyla hayatın akışına kapılmaktır gaflet. Kendini boşa atmaktır, boş vermektir, duyarlılığını yitirmektir, duymamak, duymazlıktan gelmek, ilgilenmemektir, yoldaki işaretleri görmemektir, yok saymaktır.
Gaflet, zevk ve sefaya dalıp hak ve batıl arasında, helal ve haram arasında ayrım yapmadan yaşayanların, uyarıları duymayanların, uyarıları duymak istemeyenlerin hâlidir. Gaflet, Mekke müşriklerinin bariz bir niteliğidir.
Yüce Allah, Kur’an’ın kalbi Yasin-i Şerif’te, müşriklerin uyarılar karşısındaki duyarsızlığını anlatırken “Onlar gaflettedirler” diye buyurur.
Mü’min, müşrike benzemez.
Mü’min, gafletten uzaktır. Dolayısıyla duyarlı bir şahıstır; hassastır. Hassas bir terazi nasıl ki titizlikle ölçer, mü’min öylesine hassasiyetle ölçüp tartar.
Hassas, bir dedektör nasıl ki fark eder; mü’min de öylesine fark eder.
“Hassas bir insan” diye anlattığımız kişi, nasıl ki çabuk hisseder ve etkilenir; mü’min de ama hastalıktan beri olarak, psikolojik bir hâlin ötesinde; hisseder, etkilenir.
Mü’min kendisinden ne alındı, kendisine ne eklendi, velev bir miligram miktarınca bile olsa, “miskal-i zerre” ya da hardal tanesi büyüklüğünde de olsa fark eder, etkilenir. Alınana ve verilene duyarsız kalmaz, alınıp verildiğinde aynı ayarda durmaz.
Alınan ve verilen hardal tanesi ağırlığınca ve büyüklüğünce bile olsa mü’min ona karşı olumlu veya olumsuz tepki verir.
O, yaşananlar karşısında “Bu, dünya hâlidir, zaman böyle şeyleri yaşatır, zamanla olur böyle şeyler” diyerek gamsız olmaz, dertsizliğe kendini alıştırmaz. Gam, dert ona dağlar kadar ağır gelse de mukaddes ise onu sırtında taşımayı göze alır.
Resûllullah salallahü aleyhi vesellem buyuruyor: “Cennet ehli cennete, ateş ehli de ateşe girdikten sonra yüce Allah: Kimin kalbinde bir hardal tanesi ağırlığınca iman varsa ateşten çıkarınız, diye emreder.” (Buharî)
Allahu aʿlem ama herhâlde bu hadis-i şerifi; zira kalpte hardal tanesi kadar bile iman varsa ona sahip kimse ile cehennemde ebediyen kalacak kafir birbirine benzemez, bir olmaz, bir görünmez, diye anlamak mümkündür.
Hardal tanesi kadar iman bile imanı ilgilendiren hususlarda kişide bir hassasiyet oluşturur. Mü’min bir hâlle karşılaştığında, imandan yana sermayesi hardal tanesi gibi değil de dağ gibi olursa kalbi, dili ve eli aynı anda harekete geçer. Öyle dağ gibi değil de zayıf kalmışsa en azından kalbi depreşir. İstenmeyen hâller karşısında kalbinde bir titreme oluşacak kadar duyarlılık, hassasiyet bulunur.
Mü’min dünyanın yapılması gerekenleri var: Farz, sünnet, müstehab… Mü’min dünyanın iskeleti farzlarla örülmüştür. Binayı farzlar oluşturur. Sünnetler, o dünyanın mimarisidir. O mimariyi müstehablar/medublar tamamlar. Mü’min, o yapının penceresinden dünyaya bakar.
Mü’min dünyanın bir de arındıkları vardır; o dünyada bulunmaması gerekenler vardır: Haramlar, mekruhlar. Bunlar mü’min dünyanın sınırlarıdır.
Mü’min, kendini haramdan uzak tutar, dünyasının mekruhlarla çirkinleşmemesi için de gayret gösterir.
Helal dairesi geniştir. Dolayısıyla mü’minlik, asla, sürekli yırtıp insanı rencide eden dar bir giysi değildir. Lâkin mü’minlik cebine haramlar girecek kadar geniş bir giysi de değildir. Haram, bu giysiye ağır gelir. Mekruhlar ise bu giysinin renginin solmasına yol açar. Bunun için mü’min gafletten uzak olarak, mü’minlik hassasiyetiyle giysisinin ölçülerini sağlam tutar, rengine de dikkat eder.
Mü’minlerin Hassasiyetlerinin Kapsamı
Mü’minlerin hassasiyetlerinin bir kısmı, yaşamı kapsayan üst yapıyla ilgilidir, diğer bir kısmı daha alt değil ama iç yapıyı ilgilendirir.
Üst yapıdan kasıt, dünyanın idari kurumlarıdır. Mü’min, insanlık için “imam” bir ümmetin mensubu olduğunu bilir; dünyanın idaresi karşısında gafleti tercih edemez, duyarsız olamaz. Dünyayı kim yönetiyor? Dünyayı yönetenler, dünyaya ne katıyor; dünyadan ne alıyorlar? Bunlar, mü’mini ilgilendirir.
Mü’minlik hassas terazisi, dünyadaki hâl değişiklikleri karşısında hep aynı ayarda durmaz, hâle göre vaziyet alır. “Başta kim var, beni alakâdar etmez!” sözü bu bağlamda mü’mince bir söz değildir.
Ne var ki İslam, medeniyettir: İslam’ın farzları gibi farz-ı kifâyeleri de vardır. Farz-ı kifâyenin varlığı, iş bölümü/taksimat/organizasyon gerektirir.
Bu iş bölümüne uymamak kimi zaman vebal getirir. Misalen Allah yolunda cihad erkeklere farzdır. Kadınlar da ona katılabilir. Ama kadının, çocuklarını ihmal edip savaşa katılması doğru değildir. Bunun kadınlar arasında yaygınlaşması hâlinde ise tedbir yani engelleme gerektirir. Aynı şekilde alimler, yerine göre savaşa katılmalıdır, katılabilir. Ama cephede onlara ihtiyaç yok iken ve yoklukları ilmin tükenişine sebep olacak iken alimlerin ilmin ihmal edileceği yoğunlukta savaşa katılmaları da yine tedbir gerektirir.
Bu münasebetle mü’min dünyanın bütün olarak ayakta olduğu bir zamanda, herhangi bir mü’min kişi dünyanın üst yapısındaki gelişmelerle ilgilenmeyebilir, ilgilendiği için tedbire konu olabilir. O dünyada bazı işler asıllar üzerinden gerçekleşir, bazıları vekiller üzerinden. Mü’min kişi, üst yapı meselelerini önderlerinin, ilgili kişilerin vekaletine bırakmış olabilir, yerine göre bırakmalıdır. Bundan dolayı gaflette sayılmaz. Aksine bu, onun gafletten uzak olmasının karşılıklarından biridir.
Medeniyet, gücünü bütün kesimlerinin aynı hedefe doğru birbirini tamamlayarak ve ahenkle işlemesinden alan bir birliktir, bütünlüktür.
Parçalanmışlık, medeniyetin zıddıdır. Aynı hedefe doğru birbirini tamamlamayan ve aralarında ahenk olmayan hizmetler iş bölümünü değil, parçalanmışlığı ifade edebilir. Farz- ı kifâye kimse tarafından yerine getirilmeyince bütün mü’minleri vebal altında bırakır. O hâlde bugünün dünyasında mü’min fertlerden öte, mü’min toplulukların dünyanın üst yapısını tamamen ilgi alanlarının ötesinde görmeleri, “O siyasettir!” deyip ona sırt dönmeleri, bir iş bölümü değil, gafletin görünümü olarak görülebilir.
En azından bu topluluklar, hâllerinin bu bağlamda gaflet dairesi içinde yer almadığına dair izah getirmekle, daha yerinde bir ifade ile hallerine sağlam delillerle fetva bulmakla mükelleftirler. Aksi hâlde duyarlı mü’minler, onları kınar ve onlar, bu kınamadan dolayı duyarlı mü’minlerden rahatsız olduklarında sadece veballerini artırırlar.
Mü’minlerin Hassasiyetleri Değişiyor mu?
Mü’min, hasassiyetleri Kur’an ve Sünnetle belirlenmiş olan, bununla birlikte sürekli bir uyanış ve aksiyon hâlinde olan şahıstır. Onun hassasiyetleri kıyamete kadar değişmez. Ne var ki mü’minin hassasiyeti hâl ve zamandan beri değildir. Mü’min, farklı zamanlarda farklı bir duyarlılık içinde olabilir, olması da gerekir.
Mü’min dünyasının üst yapısının işlediği, İslamî nizamın hüküm sürdüğü, İslam dünyasının istilanın uzağında olduğu, hiçbir dış gücün Müslümanların kendi içinden farklı bir yapı oluşturma cesaretinde bulunmadığı günlerde tesettürü ihlal eden bir Müslüman kadının sadece bireysel hayası sorgulanırdı.
Mü’min, ondan rahatsız olur, ona müdahale eder. Ama ona karşı “kıyamet kopmuş gibi” figan etmez, ederse ciddiye alınmaz hatta ölçüyü aşıp toplumu rahatsız ettiği, toplumsal düzeni bozduğu için kınanır. Neticede o haya kusurunu görüp değerlendirecek ve giderecek kurumlar vardır.
Sonra; İslam dünyasını istila etmek isteyen güçlerin Müslümanlar içinde formun dışına çıkan yapılar oluşturdukları bir döneme gelindi. Bu dönemde elbette mü’min, tesettürün azaldığını gördükçe figan etti, alarmda bulundu. Onun bu hâli ölçüyü aşmak değil, bilakis ölçüye çağırmaktır.
Ne yazık ki o duyarlı mü’minlerin alarmına rağmen tesettürsüzlük yayıldı. Şimdi bu hâli İslam’a karşı bir isyan olarak yaşayanlar var, bir de onlara aldananlar, sosyolojinin meşhur ifadesiyle trene binenler var.
Bu hâl karşısında tesettürsüzlüğü normal görmek, ona alışmak; hassasiyetin ölümüdür, duyarlılığın sakıt olmasıdır.
Ve bu hassasiyetimizi katletmek, duyarlılığımızı imha etmek için çalışan bir dünya organizasyonu ve onun her yana yayılmış ağları ile karşı karşıyayız.
Bugün bu misal üzerinden kendimize bakmamızda hayr vardır. Dünyaya ne ekleniyor, dünyaya ne katılıyor? Yaşamımıza ne eklendi? Yaşamamızdan ne çıkarıldı?
Farzlar, sünnetler namına, müstehablar/mendublar namına…. Haramlar, mekruhlar namına…
Adalet gibi… Müslüman kişinin İslam dünyasının baştan başa özgürce dolaşması gibi… Müslüman alimin İslam dünyasının vatandaşı olarak Şark’tan Garb’a dilediği yere geçip ders vermesi gibi… Müslüman talebenin aynı özgürlükle ilim neredeyse oraya gitmesi gibi… Müslüman tüccarın İslam dünyası içinde serbestçe ticaret yapması gibi… Geçmişte yaşanan hangi İslamî gereklilik, üstünlük, bereket, güzellik bugün yok!
Mü’minin kafirin hizmetine girmesi gibi… Kültürel istila gibi, küffara benzer yeme içme gibi… Geçmişte yaşanmayan hangi hâl bugün yaşanıyor!
Ve buna karşı biz nerede duruyoruz… Kalbimiz, dilimiz, elimiz hep birlikte harekete geçiyor mu? “Evet!” diyorsak hassasiyetimiz, duyarlılığımız dimdik ayaktadır. Aksi hâlde hareketliliğimiz kadar hassasiyetimiz vardır, hâlimiz kadar duyarlıyızdır.
Özetle, hassasiyetlerimiz değişmez ama biz, değişmiş olabiliriz… Gafillerden sayılmamak için hâlimizi gözden geçirmeli, gafillerden ne kadar uzak olduğumuzu belirlemeliyiz.