Bir anne daha “Yusuf”una hasret yummuş gözlerini.
Zaten zulüm, kaç bahar, kaç kış yedi, bir anne anlar ancak.
Muktedirler anlaşılmaz bir umursamazlık içinde.
Annenin yüreğini anlamayanlar, soğuk kitaplardan yola çıkarak mekanik sözler sarf etmeye devam ediyorlar.
Zulüm devam ediyor ve kimileri soldaki katip meleğe durmadan iş çıkarıyor.
“Baba katiliyle baban bir safta” diyordu şair.
Oraya girince adın yalnızca “suçlu”dur.
Halil Cibran bir şiirinde şöyle der:
“Babamın bahçesinde iki kafes var.
Birinde babamın Ninova çölünde yakaladığı bir aslan, diğerinde ötemeyen bir serçe..
Her gün doğumunda serçe aslana şöyle der:
‘Günaydın sana hapishane dostum!”
İster çöl aslanı ol, ister ötemeyen bir serçe, zindan seni eşit kılıyor öyle değil mi?
Zaman öyle ya da böyle geçiyor biz “gözü perdeliler” için.
Zindanlar içinde…
Yusuf'un dostlarına bin selam…
Kendini kuşatan zindanları göremeyenler hüküm vermeye kalkıyor.
“Beni Allah tutmuş, kim eder azat”…
Herkes kendi “parmaklıklar”ına baksın yalnızlık anlarında.
Rahatsız edici şeyler görünebilir.
Evet, herkesin kendince bir zindanı vardır.
Kimimiz zaman zindanında esiriz. Geçmiş ve gelecek kaygılarımız kollarımızda zincirler, ayaklarımızda prangalar olarak kısıtlar bizi. Hırslar ve korkularımız çevremizde göz gözü görmez sisler oluşturur da gözlerimizin önündeki hakikati göremeyiz. Ölümler ve ayrılıklar, şimşekler gibi aydınlatır çevremizi; ama kısa bir andır bu sadece. Unutkanlık dalgalarıyla hayat denizindeki teknemiz alabora olur ve suyun içinde gerçeği tek boyutlu olarak algılamaya başlarız.
Kimimiz nefsin zindanında esiriz. Heva ve hevesler kontrolü ele geçirmiş, gemi eline almış, bir kuyunun içinde, bir sahrada yaşadığımızı vehmettirecek yaldızlı bir zindanda koşturmaktadır bizi. Hüzünlerimiz, sevgilerimiz ve hatta hayallerimiz bile yeniden formatlanarak sunulmaktadır.
Aklımız, kurtların kapattığı bir dağ yolunda zirveye küçümser gözlerle bakıyor çaresizlik iç çekişlerini unutturmak için kurtuluşu, maddenin süslü; ama ruhsuz adasına sığınmakta buluyor.
Daha kötüsü de yüzyıllık uykulardan dolayı gönlümüzü kaybettik. Ki o gönülde rahmet yeşerirdi mazlumlar için. Topraklarımızı işgal edenler öyle yaldızlı sözler söylediler, öyle vesveselerle yanaştılar dört bir yanımızdan, biz tutup içimizdeki insanı kendi ellerimizle attık zindana. Tarihin çözülmemiş düğümlerini topladık, hakikat çağrılarını modern cihazlarımızla değiştirip gönlünün ucuyla hissedenleri zombilere dönüştürmekte kullandık.
Kimi gönülden de habersizdi; el yordamı düşmüştü hakikat sandığı heyulanın peşine.
Sanki Hafız yüzlerce yıl önce bizi tarif etmişti:
“Müslümanlar, bir vakit benim de bir gönlüm vardı, bir müşkülüm oldu mu ona söylerdim.
Dertten bir girdaba düştüm mü, tedbiriyle bir kıyıya varırım diye umardım.
Benimle dert ortağıydı, iş bilir bir dosttu. Gönül ehli olanların hepsi ona dayanırlar, ona güvenirlerdi.”
Müşküller bin iken bir yüce gönül bulmak zorlaşıyor.
Her gönül bir mahkeme ve herkes yargıç olmuş.
Oysa vahyi “yargı” makamına alıp kendimizle hesaplaşmamız gerekmez miydi?
“Savunma yok, çünkü ben suçluyum!” dediğimiz zaman ancak tevbenin berrak pınarında arınmak mümkün olabilir.
O cesareti gösterebildiğimiz zaman…
Evet, o cesareti gösterebildiğimiz zaman çok şey değişecek.
Yazımı dar mekânlara inat yüreği geniş bir “Yusufi”nin cümleleriyle bitireyim:
“Değerlendiremediğimiz her an boşa giden ve zayi edilen kendi ömür sermayemizdir. Ölüm meleği bir gün aniden gelmeden önce hayrımızı ve kazancımızı artırmak için sa'ye sarılmak gerekir… Hayat ve memat arasında geçen fasıla bir nefes mesabesindedir.” (Yusuf Akyüz, İnzar Dergisi, Mayıs 2017)