Bir önceki yazımızda dönemin ABD Başkanı Bush'un Ulusal Güvenlik Danışmanı Condolezza RİCE'in, yayınlandığında hayli yankı uyandıran “Transforming The Middle East” yazısına işaret ederek Fas'tan Körfez'e kadar 22 ülkeyi kapsayan “Ortadoğu'nun dönüşümü” makalesine değinmiş ve “Dönüşüm” konusunda Amerika ve Batılı müttefiklerinin bu amaç doğrultusunda uyguladıkları “Dönüştürme” amaçlı müdahale biçimlerine temas etmiştik.
Bu merhaleleri kısaca özetlersek;
1 – Irak işgali ile start alan kaba kuvvete dayalı doğrudan işgal merhalesi.
2 – İşgal stratejisinin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra “Soft Power” olarak isimlendirilen “Yumuşak güce” dayalı müdahale biçimi. Ki bu yöntem “Arap Baharı” üzerinden nüksetmişti.
3 – Yumuşak güce dayalı “Arap Baharı'nın” başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra uygulamaya konulan “İç çatışma” stratejisi.
Ne yazık ki şu anda tüm acımasızlığıyla uygulamada olan “İç çatışma” stratejisi hepsinden daha zorlu ve daha yakıcı geçiyor.
Müdahale biçimi ne olursa olsun veya her defasında farklı yöntemlerle değişkenlik gösterse de, değişmeyen tek bir gerçek vardır; O da Ortadoğu'nun hedeflenen “Dönüştürülme” stratejisinin kesintisiz olarak uygulandığı gerçeğidir.
İlk defa RİCE'nin Ağustos-2003'te Washington Post gazetesindeki makalesiyle siyasal literatüre giren bir kavram olarak “Oratdoğu'nun Dönüştürülmesi” ile alakalı yazısının bazı bölümlerine birlikte bakalım. Yazının ilk paragrafları şöyle:
“2. Dünya Savaşı'nın bitiminden hemen sonra ABD kendisini Avrupa'nın uzun dönemli dönüşümüne vakfetti. Savaşın yol açtığı kayıp ve yıkımı gözden geçiren siyaset mercilerimiz, başka savaşların düşünülemeyeceği bir Avrupa yaratmak için masaya oturdu. Bizler ve Avrupa halkları, demokrasi ve refah vizyonuna samimiyetle inandık ve bunu birlikte başardık.
Bugün Amerika ile dost ve müttefikleri, kendilerini dünyanın bir başka kısmında, Ortadoğu'da uzun vadeli bir dönüşüm yaratmaya vakfetmek durumunda.”
İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD'nin ne denli katkısı olduğu tartışılabilir, ama Avrupa gerçekten iç savaşlardan arındı ve büyük bir başarı grafiği yakaladı. RİCE Ortadoğu'daki durumu iyileştirmek adına Avrupa'nın “Dönüşümünü” örnek vererek zekice bir metot uyguluyor. Oysa Ortadoğu'ya dönük politikaları ile aslında nasıl bir manzarayı kasdettiğini anlamak için 2003'ten günümüze kadarki uygulamalarını ve bu uygulamaların Ortadoğu'yu, hedeflenen İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupasını bir tarafa bırakın, öncesinin de gerisine götürdüğü bir manzara ile karşı karşıya kalmak yeterlidir.
Yazının devamında RİCE şunları söylüyor:
“Ortadoğu'nun dönüşümü kolay olmayacak ve zaman alacak. Amerika'nın, Avrupa'nın ve bütün özgür ülkelerin geniş seferberliğine ihtiyaç duyulacak; bölgede, özgürlük konusunda bizim düşüncelerimizi paylaşanlarla tam işbirliği içinde çalışacağız. Bu sadece askeri bir kararlılık değil, ulusal gücümüzün tüm unsurlarını (diplomatik, ekonomik ve kültürel) seferber ettiğimiz bir süreç olacak.
…Amerika, potansiyellerini ortaya koymaları konusunda Ortadoğu halklarına yardım etmeye kararlı. Bu işten vazgeçmeyeceğiz, Dünya için daha fazla güvenlik istediğimiz kadar, bölge insanları için de daha fazla özgürlük istiyoruz. (7 Ağustos 2003)”
Bugün Ortadoğu'da gelinen nokta, 2003 yılında vaat edilen “Dönüşümde” sağlanan “başarıyı” net şekilde ortaya koyması açısından hayli anlamlı olsa gerek.
O gün doğrudan işgalle başarılamayan devasa “Özgürlük vaadi”, mutasyonlara uğraya uğraya günümüze devasa iç çatışma olarak yansımış oldu.
İç çatışma alanları her ne kadar Suriye ve Irak ağırlıklı olsa da yaydığı çatışmacı etki bugün RİCE'nin 2003'te sınırlarını belirlediği 22 ülkenin tümünde en derin etkileriyle hissediliyor. Herkes birbirine düşman, herkes birbirinin hale gelmiş bulunuyor.
Bu hafta herkes Cenevre görüşmeleriyle yatıp kalkmaya başladı. Cenevre üzerinden yürütülen tartışmalar, içerikten ziyade şekilsel boyuta indirildi. Kimin katılıp katılmayacağı tartışıldı. Cenevre için öyle bir zihin çeperi oluşturuldu ki, sanki o görüşmelere katılabilmek tek gaye haline geldi.
Senaryosunu adamlar kendileri çizmiş, uygulamaları kendileri bizzat yürütmüş ya da kendileriyle çalışan “müttefikleri” aracılığıyla yürütülmüş bir enkaz üzerinden Cenevre'de uzlaşının çıkmasını beklemek, yıllar önce projesini çizdikleri yıkım tablosunu bir nevi inkâr etmek olacaktır.
Açıkçası şunu hedeflediler ve büyük oranda da başarı sağlamış görünüyorlar:
Öyle bir iç çatışma yaşanacak ki, etnik, dini, mezhebi hiçbir grup diğerleriyle birlikte yaşama imkânı bulamayacak!
Suriye'yi, Irak'ı, Yemen'i göz önünde bulundurun! Kendinizi buralarda yaşayan herhangi bir dini/etnik/siyasi/mezhebi fırka yerine koyun. Sizin dışınızda kalan hangi farklı kesimle birlikte yaşamayı tercih edersiniz? Hiç biri!!!
Şii, Sünni ile; Sünni, Şii ile; Kürt, Arap ile; Türkmen, Kürt ile vs vs… Artık yaşamak istemiyor. Bırakın yaşamak istemeyişleri, birbirlerinin boğazını sıkmak için kendi katillerinden siyasi, ekonomik, lojistik destek talebinde bulunuyor, katillerinin nezdinde kabul görmek için bin bir surata bürünüyorlar.
Ve şimdi bunlar zoraki nikâh masasına götürülüyormuşçasına Cenevre'ye götürülüp güya uzlaşı arayışları yapılıyor.
Şunu vurgulamak gerekir ki, bu kesimlerin uzlaşı ihtimalleri olsaydı, asla Cenevre'ye götürülmezlerdi. Çünkü ortalığı cehenneme çevirenlerin asla yapmayacakları şey, buralarda herhangi bir uzlaşının sağlanmasıdır.
Büyük “Dönüşümün” mimarları belli. Bu “Dönüşüm” için ortalığı cehenneme çevirenler belli. Ortadoğu'da savaşın asıl tarafları küresel güçler ve bunların dümen suyuna kapılan bölgesel güçlerdir. Bunlar önce farklı etnik/siyasi/mezhebi fırkaları kendi aralarında paylaştırdılar. Savaş kararı aldıklarında paylaştırılan fırkalar vekâlet savaşına tutuştular.
Savaş kararı veren küresel ve bölgesel müdahil güçler kendi aralarında “uzlaşı” kararına varmadıkça sahadaki gruplar asla uzlaşmaz, uzlaşamaz.
Cenevre'de “uzlaşı” tiyatrosu kurulmadan önce perde gerisindeki aktörlerin uzlaşması gerekiyor. Aksi halde “Dönüşüm” kampanyaları adına savaşa, iç çatışmalara devam edilecek.
Bu noktada bölgenin iyiliğini asla istemeyen küresel güçlere söylenecek çok da fazla söz bulunmamaktadır.
Bu cürümlerin sürmesi adına yıkıcı politikalarla çatışma sahalarına müdahil olan bölgesel güçler bugün yaşanan mezalimlerin birinci derecedeki müsebbipleri ve muhataplarıdırlar.
Bölgesel güç iddiasındaki mevcut aktörler birbirlerinin mezarını kazmak adına sahayı ateşe vereceklerine, bir araya gelip uzlaşma kapısını zorlayabilselerdi, belki de küresel güçlerin birçok yıkıcı planını işlevsiz hale getirebilirlerdi.