S.Huntington'un “Medeniyetler Çatışması” veya M. Thatcher'ın “Yeni Bolşevizm, İslamizm'dir” tezleri, makro ve mikro ölçekte yaşanan küresel-yerel gelişmeleri anlayabilmemizi sağlayacak iki önemli köşe taşıdır.
ABD'nin Irak'ı işgalinden bir yıl kadar önce İngiltere'nin eski başbakanı “Demir Lady” lakaplı Margareth Thatcher'ın “Guardin”da önemli bir makalesi yayımlandı.
Buna göre “Doğu Bloku”nun çökmesiyle sona eren “Soğuk Savaş” sonrası NATO, hedefine İslam'ı koymalı ve ABD, bu kapsamda Irak'ı mutlaka işgal etmeliydi.
Takip eden süreçte Bush'un “Neo-Con”lara yakın duruşu da göz önüne alındığında bu her iki tezin ABD dış politikasını şekillendirdiğini söyleyebiliriz.
Tam da bu süreçte İran ve Türkiye'nin de içinde bulunduğu en az yedi İslam ülkesinin işgal edilerek parçalanacağına dair Pentagon-CIA kaynaklı haberlerin de bir şekilde basına sızdığını hatırlatalım.
Son tahlilde yaşanan işgaller, bu şeytani planın tıkır tıkır işletildiğini açıkça gözler önüne sermektedir.
Afganistan, Irak, Sudan, Yemen, Libya, Mısır ve Suriye'de yaşanan gelişmeler de fazla söze hacet bırakmayacak türden.
Son dönemdeki hesapların neredeyse tamamı, listede favori olarak yer tuttuğuna inandığım iki ülke üzerine yapılıyor:
Türkiye ve İran.
Küresel oyun kurucu güç, Ortadoğu ile ilgili projesini gerçekleştirirken askeri seçeneğin yanısıra tahrip gücü daha yüksek “etnik ve mezhepsel farklılıkları” kaşımayı temel politika edinmiştir.
Kobani bahaneli IŞİD'e karşı konumlanma üzerinden Türkiye'yi Suriye mayınlı arazisine çekmeye çalışan küresel güçlerle yereldeki maşa ve taşeronları başarılı olamadı.
Şimdilerde ise zıt gibi görünen yapıların yine aynı amaç doğrultusunda bir güç birliği yaptıkları görülmektedir.
“Süleyman Şah” türbesi umurlarında bile olmayan yereldeki taşeron güçlerin bir anda “Vatan-Millet-Sakarya” refleksleri göstermesi elbette tevekkeli değildir.
Suriye topraklarında meydana gelebilecek asker ölümleri üzerinden Türkiye'nin Suriye sahasına çekilmesi planları yaptıkları anlaşılan zıtlar koalisyonunun; bu planları akim bırakan “Şah-Fırat” operasyonuna şiddetli tepki göstermesi elbette tesadüf değil.
İç güvenlik paketine destek vermesi beklenen MHP'nin de HDP ile aynı koalisyonda yer alarak karşıt cephede yer alması, sandıktan umut kesen güçlerin kaos peşinde olduğunu göstermektedir.
Seçime yaklaştıkça Doğu illerinde “6-8 Ekim” benzeri olaylar, Batı illerinde ise “Gezi” tarzı olaylar çıkarmak suretiyle memleketi tekrar karıştırmak ve mümkünse bir iç savaşa sürüklemek isteyen güçlere karşı kuşkusuz sesimizi yükseltmemiz gerekiyor.
6-8 Ekim olaylarını iliklerine kadar yaşamış ve şehid vermiş bir camianın mensupları olarak böylesi ortamların tekrar oluşması ihtimaline en sert ve şiddetli tepkiyi elbette biz vermek zorundayız.
Suriye meselesi patlak verdiğinde özellikle hükümete yakın çevrelerin her türlü insafsızca eleştiri ve haksız suçlamalarına muhatap olma pahasına “doğru, kararlı ve dik duruşu”nu bozmayan HÜDA PAR ve camiası bugün de konuşma hakkına sahiptir.
Hükümetin, Şam'da Emevi Camisi'nde Cuma namazı kılmaktan vazgeçip Sn. Davutoğlu'nun dilinden “Bizi Suriye batağına çekmeye çalışyorlar” noktasına gelmiş olması, HÜDA PAR'ın başından beri ortaya koyduğu doğru ve yerinde tavrın ta kendisidir.
Bu meyanda, “Şah Fırat” operasyonunu herkes istediği yönde algılayabilir veya yorumlayabilir.
Ortada bir gerçek var ki bu operasyonun esas amacı ve niyeti Türkiye'yi Suriye tuzağından uzak tutmaya çalışmak ve böylece iç savaşın bir parçası haline gelmekten kaçınmaktır.
Suriye meselesinde ilk zamanlardaki hükümet politikasını ne kadar yanlış görüyor idi isek, şimdiki savaştan uzak kalma tavrını ve çabasını o kadar doğru buluyoruz.
Türkiye'nin Suriye iç savaşının bir parçası haline gelmesini küresel güçlerin oyununa gelmek olarak gören ve bunu Türkiye'deki bütün halkların felaketi olarak gören bir insan olarak, Türkiye'yi bu tuzaktan uzak tutacak bütün çabaları değerli gördüğümü özellikle ifade etmek isterim.
Dört yıl önce olaylar başladığında Suriye'de devrim beklentisi içinde olanlara Suriye'nin devrimden ziyade fitneye daha yakın olduğunu söylerken de ortaya çıkan şu dehşetli manzarayı kast etmiştik.
Müslüman ülkelerin kendi ajandaları doğrultusunda hareket etmedikleri taktirde, küresel oyun kurucu güçlerin ajandalarına göre konumlanmalarının kaçınılmaz olduğunu söylemiştik.
Bugün aynı noktadayız ve aynı şeyleri söylüyoruz. Çünkü biz gerek devletler arası, gerekse de gruplar, cemaatler ya da cemiyetler arası münasebetlerde çıkarların değil, ilkelerin hakim olması gerektiğini belirten bir anlayışa sahibiz.
Hedefteki iki ülke, hedef belirleyen iki ülke haline gelmek istiyorsa, yaşanan bunca savrulmaya rağmen soğukkanlılıkla bu anlayışı egemen kılmak zorundadır.
Selam ve dua ile...