Öncelikle bize zaman ayırdığınız için Allah razı olsun. Biliyorsunuz Peygamberimiz Hz.Muhammed (sav), Miladi 622 yılında Medine’ye hicretinin yıldönümünü idrak ediyoruz. Sevgili Peygamberimizin hicretiyle ilgili genel anlamda nasıl bir yaklaşım sergileyebiliriz?
Gözlerimizin nuru Hz. Peygamber (sav) ile ilgili tarihi vakaları toplumun idrakine sunma gayretinizi takdir ediyorum. Bu vesileyle Sevgili Peygamberimizin hicretinin yıl dönümünü idrak ettiğimiz şu günlerde gerek fert ve gerek toplum olarak gerçek hicretlere ulaşmayı Rabbimizden dileriz.
Burada bir hususu beyan etmek istiyorum. Hz. Peygamber (sav)’in hicretiyle Hicri yılbaşını karıştırmamak lazımdır. Hicri yeni yılın ilk günü Peygamberimizin hicretinin ilk günü değildir. Kaynaklarda geçtiğine göre peygamberimiz Rebiulavvel ayının 12. gününde Medine ye ulaşmış. Miladi tarih olarak da 622. yılın Eylül ayında Hicret vuku bulmuştur. Temmuz ayında bunu idrak etmemiz ise tarihi süreç içerisinde bu günlerin değişmesidir. Hâsılı burada bir tarihi yanlışlık yoktur. Temmuz ayında olsun Eylül ayında olsun bizim için önemli olan bu tarihi vakayı hakkıyla idrak etmek ve ondan gereği gibi yararlanabilmektir. Bu münasebetle Sevgili Peygamberimiz (sav)’i belki daha fazla araştırma ve tanıtma imkânımız doğar. Onu tanıdıkça daha çok istikamet bulur ve Rabbimizin merhametine inşallah nail oluruz.
Tarihi olaylar içerisinde önemli bir yeri olan Resulullah (sav)’nin hicretini değerlendirecek olursak; göreceğiz ki, bu alelade bir tarihi vaka değildir. Bilakis insanlığın yitirmiş olduğu değerlerine asırlar aradan sonra ulaştığı ilk kutlu ve nurlu projenin önemli basamaklarından biridir. Bunun önemine binaen Hz. Ömer (ra) bu vakayı Tarihin başlangıcı olarak değerlendirmiştir.
Sevgili Peygamberimiz ve ashabının hicretiyle ilgili binlerce eser yazılmıştır. Kaynaklarda bu önemli olayı tüm boyutlarıyla araştırıp öğrenmek mümkündür. Özellikle değerli okuyucuları kaynağın başına yöneltmek istiyorum. Bu önemli vakayı bu dar alanda birkaç sahifeyle tamamıyla anlatmak mümkün değildir. Eğer Resulullah ve ashabının âşıkları, onların mücadelelerini, tevhidi direnişlerini ve fedakârlıklarını araştırıp öğrenirlerse görecekler ki, hayatlarının tüm kareleri ibret tablolarıyla doludur. Ama hicret olayında bütün yönleriyle bu altın tabloları görmek mümkündür. İşte bu tabloları yol işaretleri olarak almak ve hayatımızda uygulamak gerekir.
Şüphesiz belirtmiş olduğunuz gibi hicret, İslam Tarihi açısından bir dönüm noktası hükmündedir. Ancak öncelikle bu tarihi hadiseyi iyi bilmemiz gerekmektedir. Peygamberimizi hicrete sevk eden nedenleri bize anlatır mısınız?
Bilindiği gibi Sevgili Peygamberimiz (sav)’e ilahi vahy inzal buyrulduktan sonra bir müddet tebliğ vazifesini gizli yapmış, daha sonra açıkça insanları tevhide davet etmiştir. Toplumu şirk düzeniyle yönetip bundan rant sağlayan ekabir var güçleriyle insanlığın kurtuluş reçetesi olan bu davete karşı durmuşlar ve inananlara korkunç eziyet ve işkenceler yapmışlardır. Böylece inananların ibadet ve davetlerini engellemeye çalışmışlardır. Bir müddete kadar bu şekilde gözlerimizin nuru Sevgili Peygamberimiz ve Onun güzide ashabı sebat etmiş, onurlu bir direniş göstermişlerdir. Bu ağır işkencelerden ashaptan bazıları şehit düşmüş ama inançlarından taviz vermemişlerdir. Bu aşamada ilahi tebliğ metodunda Mü’minler sabır ve sebat ile yükümlüydüler. Müşriklere karşı fiili bir tepkinin sorumluluğu ve izni yoktu. Zaten mevcut imkânlar ve ortam da buna elverişli değildi. İşte bu aşamada Allah Resulü (sav) ashabına hükümdarı adil bir ülke olan Habeşistan’a hicret etmelerine izin verdi. Habeşistan’a yapılan ilk hicret her ne kadar giden inanan topluluğa ağır gelmişse de zalimlerden ırak ve özgür bir şekilde ibadetlerini yapmış olmaları ve orada tebliğ vazifelerini icra etmeleri sebebiyle güvenli bir ortam olmuştur. Sevgili Peygamberimiz (sav)’in fedakâr ashabı her şeylerini geride bırakmış olmalarına rağmen davaları uğruna giriftar oldukları bu acıya da sabrediyorlardı.
Bütün imkânlarına rağmen Habeşistan, cihan şümul bir davanın merkezi olması için elverişli bir yurt değildi. Ama Mü’minlerin kuvvet kazanmaları ve enerjilerinin tekmili için iyi bir mekândı.
Gözlerimizin nuru Peygamberimiz (sav) davası için bir merkezin arayışı içindeydi. Nitekim Taif seferine bu niyetle çıkmıştı. Çünkü müşrikler Mekke’de davetin önüne var güçleriyle set olmuşlardı. Taifliler, âlemlere rahmet olan zata karşı Mekke müşriklerinden daha kötü bir tavır sergilemeleri sebebiyle Sevgili Peygamberimiz (sav) başka arayışların içine girdi. Bu arayışlar neticesinde ard arda Akabe Biatleri gerçekleşti.
Bunlarla beraber vahiy ile Medine’ye hicret izni verildi. Böylece Resulullah (sav), ashabına o günkü adıyla Yesrib’e hicret etmeleri için izin verdi. Artık Medine’de onları bağırlarına basacak Ensar kardeşleri vardı. Muhacirler, Ensar kardeşlerine kavuşmakla güçlerini birleştirdiler. Artık ilahi davanın tebliği için önlerinde hiçbir engel duramayacaktı. Medine evrensel bir davanın merkezi olmaya adım adım yaklaşıyordu. Neticede Medine kutlu misafirine de kavuşmakla artık kâinata ayine olmaya başladı. Güneş, Ay ve yıldızlar Medine-i Münnevvere’nin etrafında dönmeye başladılar. Artık karanlık hiçbir kuytu kalmayacak ve müşrikler putlarıyla birlikte esfel derekesine yuvarlanacaktı.
Hâsılı Sevgili Peygamberimiz ve ashabının doğup büyüdükleri ana yurtlarını terk etmeleri; ne davaları uğruna şehit olacakları endişesi ve ne de dünyevi mal ve mülk idi. Eğer hicretleri incelenirse görülecektir ki, herkes maddi tüm değerlerini geride bırakarak hicret etmişti.
Ayrıca en muannit düşmanlar bile onların korkudan hicret etmediklerini ikrar ediyorlar. Çünkü Hz. Ömer (ra) gibileri müşriklere meydan okuyarak hicret etmişlerdi. Mekke’deyken de kimse Ona yönelik bir baskı yapamıyordu. Buna rağmen o da hicret etmişti. Hicret, Allah ve Resulünün emriydi. Hicret imkânı olup da hicret etmeyenler İslam saflarını terk etmiş sayılırlardı. Bu nedenle kahraman Mü’minler Allah ve Resulünün emirlerini her şeyden üstün tutarak hicret etmişlerdi.
Şüphesiz hicret, beraberinde birçok zorluğu da getirmektedir. Yıllarca üzerinde yaşadığınız coğrafyanızı Allah için terk ediyor ve bilmediğiniz tanımadığınız bir toplumun içine gidiyorsunuz. Peygamberimiz de şüphesiz insani özelliklerin en yoğun demini yaşıyordu. Hicreti anında yaşadığı duygular şüphesiz bunu gösteriyordu. Hicret anında söylediği ve yaşadığı duyguları nasıl yorumlamak gerekir?
Tarih boyunca tevhid mücadelesi veren kahramanlar davaları uğruna gerektirdiğinde kavimlerini, ailelerini, mallarını, mülklerini ve sevdiklerini geride bırakarak gözyaşları içinde dönüşü olmayan muhaceratları göze almışlardır. Hz. Peygamber (sav) ve ashabı da ayni şekilde zalim ve müşriklerin baskıları neticesinde tüm sevdiklerini geride bırakarak muhacerata çıkmışlardır. Bu uğurda çeşitli eziyet ve meşakkat görmüşlerdir. Lakin davalarından zerre kadar taviz vermemişlerdir. Bu konuda hem Habeşistan’a ve daha sonra da hem Medine’ye ilk hicret eden Ebu Seleme b.Abdilesed isimli sahabenin hicret esnasındaki dramı, ashabın bu konuda çektiklerinin sadece bir örneğidir.
Gözlerimizin Nuru Peygamberimiz (sav)’in de hicreti meşakkatlerle doludur. Onun durumu daha farklıydı. Çünkü müşrikler onun ölüm fermanını çıkarmışlardı. O kavminden gizlenerek çok sevdiği Kâbe’nin yanına varıyor son bir defa ona hasretle bakarak ona hitaben: “Allah’ın yarattığı şeyler içinde en çok sevdiğim yer sensin. Eğer buranın halkı beni (zorla) çıkarmasaydı, ben kendiliğimden çıkmazdım” şeklinde hasretini ifade etmiş ve çok sevdiği yurdunu aile fertleriyle birlikte geride bırakıp davasının selameti için muhacir olmuştur.
Ashab-ı Kehf’in, Hz. Resulüllah (sav) ve diğer muhacir Mü’minlerin hicret esnasındaki duygularını; ancak onlar gibi muhacir olanlar ifade edebilirler. Asrımızda onların takipçileri olan muvahhid Mü’minlerin; çağdaşları olan zalimlerin zulüm ve baskılarından dolayı sevdiklerini geride bırakıp dönüşü olmayabilecek muhacerata yöneldikleri zaman benzer duyguları yaşadıklarının inancındayım. Gidenlerin hasreti gibi, geri bırakılanların çektikleri meşakkat ve gidenlere olan özlemi de ancak geride kalanlar anlarlar.
Hicret, şüphesiz çok boyutlu değerlendirilebilecek bir kavramdır. İstem dışı, toplumdan, sevdiklerinden, kardeşlerinden ayrı düşmeyi de hicret kapsamında değerlendirmek mümkün müdür? Bu istem dışı hicretin, sahiplerine, davalarına, ailelerine kazandırdığı güzellikleri nasıl yorumlarsınız?
Hicret, kavram olarak bir yerden başka bir yere göç etmek manasına gelir. Bu kavram yukarıda belirttiğim gibi davaları uğruna zalimle mücadelede zalimle baş edemeyince direnişin devamı ve davanın selameti için başka bir yere göç etmek şeklinde anlaşılır. Bu kapsamda değerlendirecek olursak hak davaları uğruna toplumundan uzak bırakılanları, tecrit edilenleri ve tüm vüsatine rağmen kendilerine dünya daraltılanları da muhacerat kapsamında değerlendirmek mümkündür.
Hakeza günahlardan tevbe etmek, bozuk ahlakını değiştirmek, kötü bir ortamdan iyi bir ortama geçmek de hicret kapsamına alınmaktadır.
Hicret, geçmişte Mü’min muhacirlere ne tür güzellikler kazandırmışsa günümüzdeki muhacir ve mazlum tutsaklara da ayni güzellikleri kazandırır inşallah. Yani Hz. Yusuf (as)’un zorunlu muhacerat ve zindana konulmasından sonraki mükâfatı, Ashab-ı Kehf’in üçyüz dokuz yıllık muhaceratın ardındaki mükâfatı ve Hz. Resulullah (sav)’in ve Ashabının hicretleri ve akıbette uğradıkları mükâfata inşallah aynı sıkıntıları yaşayan tüm Müslümanlar da kavuşurlar. Yeter ki, bizden önceki muvahhidlerin yolunu sürdürelim ve Rabbimizin rızasını kazanalım. Allah, bütün mahlûkatın Rabbidir. İzzet onun katındadır. Ona dayananlar aziz olurlar. Rabbi Rahimimizden bizlere gerçek hicretleri ve gerçek zaferleri nasip etmesini dilerim.
Bize zaman ayırdığınız için Allah razı olsun duanıza biz de amin diyoruz. Allah’a emanet olunuz.
Allah-u Taala sizlerden razı olsun. Çalışmalarınızda başarılar nasip etsin. Bütün okuyuculara da selam ve muhabbetimi bu vesileyle sunuyorum. Esselamu aleykum ve rahmettullahi ve berekatuhu.