Allah'u Teâla, sözle yapılan davete fiilen de örnek olmayı emreder: "İnsanları Allah'a davet edip güzel amel işleyen ve 'Ben Müslümanlardanım' diyen kimsenin sözünden daha güzel sözlü kim vardır?" (Fussılet, 33)
Bu ayeti kerime, iyiliği emreden davetçide ve hatipte aranacak vasıfların en önemlilerini bir araya getirmiştir. Burada iyiliğe davet eden tebliğci veya hatip için koşulan şart, amelinin sözüne uygun olmasıdır. "Ben Müslümanlardanım" demesi ise, davetçinin kendini dinleyicilerden üstün görmemesi, onlarla kaynaşmış, kibir ve gurur gibi duygulara kapılmamış olmasıdır.
İnsanlar, iddialı kişilerde örnek görmek isterler. Psikoloji ve pedagojide, örnek olmanın büyük değeri vardır. Her taklit olayı, önce insanların ruhlarında arzu, ihtiyaç, itikad ve fikir şeklinde doğar. Daha sonra bunlar, hareket ve davranışlar, adet ve alışkanlıklar şeklinde yaşayışa intikal eder. Bu konuda toplumun her sınıfında ve her türlü eğitim dalında istifade edilir.
Mesela çocuğuna dini eğitim vermek isteyen bir aile, ona her vesile ile "taklit edilecek iyi numuneler" göstermek zorundadır. Yemeğe başlarken besmele, kalkarken hamd, Kur'an okumak, namaz, oruç, fakirlere yardım, küfür etmemek, içki içmemek, yalan söylememek gibi İslam'ın emrettiği esasları, ciddi ve samimi olarak önce aile büyükleri yaparken, çocuklar şuursuz olarak bunları taklit edecekler. Bu taklit devam ettikçe, nihayet kuvvetli bir alışkanlık haline gelir. Çocuklukta kazanılan iyi alışkanlıklar, bütün hayat süresince devam eder.
Toplumun bütün katmanları, halk yığınları arasında bu kanunun hükümleri aynen geçerlidir. Öğretmen okulda, hatip muhatapları karşısında hal ve tavırlarıyla, fikir, söz ve özleriyle örnek olmalıdır. Bunlar yapılmadıkça davet ve tebliğ için, eğitim ve öğretim için ne kadar gayret sarf edilirse edilsin tesirsiz kalmaya mahkûmdur.
Genel kural olarak diyebiliriz ki tebliğ, beşikten mezara kadar devam eden bir alıştırma ve iyi örnek olma işidir. Resulüllah sallallahu aleyhi vesellem, yirmi üç yıllık peygamberlik hayatı boyunca hiç kimse onun karşısına çıkarak veya arkasından konuşarak: "Neden bize söylediklerini kendin de yapmıyorsun?" diyememiştir. Onun bu üstün vasfı, her yönüyle sözü dinlenir bir kişi olarak tanınmasına vesile olmuştur. Ona sarsılmaz bir imanla bağlananlar, her şeyden çok sözünün işine uygun olması yönüyle bağlanmışlardır.
Demek ki, İslami davetin neticeye ulaşabilmesi için davetçinin tebliğ ettiği esasları çok iyi bilerek hayatında yaşaması ve güzel bir örnek teşkil etmesi gerekir. Asrı Saadet'ten sonra İslam'a muhatap olan milletlerin İslam'ı öğrenme ve kabul etmede yabancı kalmalarına sebep, -esefle kaydedelim ki- İslam'ı hiç duymadıkları veya yanlış anladıklarından ziyade, Müslümanlardan gördükleri kötü yaşayış ve davranışlar olmuştur. İslam'ı kabul edenleri incelediğimiz zaman bunların iki ana grup teşekkül ettirdiğini görmekteyiz:
1- Allah'a ve İslam'a samimiyetle bağlı Müslümanların örnek yaşayışlarından etkilenerek Müslüman olanlar,
2- Hür düşünce ve tarafsız bir araştırmayla İslam'ın hakikatini anlayarak diğer dinlerin yanlışlıklarından İslam'a sığınanlar.
Şüphesiz birinci grup, ikinci gruptan kat kat fazladır. Müslümanlar ve davetçiler, bilmelidirler ki, şayet kendileri yaşayışlarını İslam'a uydurarak güzel bir örnek halinde İslam'ı sunabilseler Avrupa'sıyla, Amerika'sıyla ve Asya'sıyla bütün bir cihan kapıları sonuna kadar İslam'a açacaktır.
Yapmadıklarını söyleyen, başkasına öğüt verip kendileri verdikleri öğütlere uymayan ve başkalarına doğru yolu gösterip kendileri o yoldan gitmeyenler, ancak insanların alayını ve Rablarının gazabını üzerlerine çekerler. O halde davetçi, kendi kendisini sıkı sıkıya kontrol etmeli ve verdiği kararlara uymakta öncelikle kendisini sorumlu tutmalıdır.