HÜDA PAR Sözcüsü Emiroğlu, partisinin iç ve dış gündeme ilişkin değerlendirmesini paylaştı.
Emiroğlu, artan cari açık, yüksek enflasyon ve her gün biraz daha yükselen açlık ve yoksulluk sınırlarının ekonominin kanayan yaraları olduğunu söyledi.
"Hükümet açısından halkın alım gücünü yükseltmek öncelikli hedef olarak belirlenmeli"
Farklı kurumların yaptıkları son araştırmalara göre açlık sınırının 7 ile 8 bin lira arasında seyrederken yoksulluk sınırının 24 bin liraya yaklaştığını ifade eden Emiroğlu, "Büyük çoğunluğu dar veya sabit gelirli olan halkın belirtilen sınırların altında bir hayat mücadelesi verdiği görülmektedir. Küresel çaplı bir enflasyon artışı yaşandığı doğrudur. Ancak Türkiye açısından enflasyonu daha can yakıcı kılan yüksek kur ve gelir dağılımındaki adaletsizliktir. Gelir dağılımındaki adaletsizlik, yüksek enflasyonun bütün yükünü dar gelirli ve sabit ücretli büyük kitlenin üzerine yıkmaktadır. Bu sebeple yoksulluk halkın büyük bir kesimi açısından kronik hale gelmiştir. Geniş halk kitleleri için kronik yoksulluğun olağan hale getirilmesi kabul edilemez. Hükümet açısından halkın alım gücünü yükseltmek öncelikli hedef olarak belirlenmelidir. Hayat pahalılığını önlemek ve gelir dağılımında adaleti sağlamak için gerekli tüm adımlar atılmalıdır." dedi.
TÜİK’in açıkladığı son verilere göre ocak-eylül döneminde dış ticaret açığının yüzde 156,3 artarak 32,4 milyar dolardan 83,1 milyar dolara yükseldiğini hatırlatan Emiroğlu, "İhracatın ithalatı karşılama oranı 2021 ocak-eylül döneminde yüzde 83,2 iken 2022 yılının aynı döneminde yüzde 69,4'e gerilemiştir. Özellikle ithalata dayalı enerji fiyatlarındaki artışlar, genel ticaret sisteminde cari açık oranını yükseltmektedir." bilgisini verdi.
"Yenilenebilir enerji sistemlerinin geliştirilmeli"
Emiroğlu, şu değerlendirmede bulundu:
Dış ticaret dengesinde yaşanan bu olumsuz tablo, mevcut ekonomi politikasını fazlasıyla zorlamaktadır. Zira cari fazla vermek suretiyle enflasyonu düşürebilmek için sadece ihracatı artırmak değil, aynı zamanda ithalatı da azaltmak gerekir. Cari açıktaki mevcut seviye sürdürülebilir değildir. Cari açığın aşağı çekilmesi için ihracat-ithalat dengesi ile üretim-tüketim dengesi mutlaka sağlanmalıdır. Bunun yolu da tüketerek değil, üreterek büyümekten geçmektedir. Bu bağlamda özellikle yüksek katma değerli ürünlerde dışa bağımlılık azaltılarak yerli üretim artırılmalıdır. Ayrıca enerjide dışa bağımlılığı azaltmak için de yenilenebilir enerji sistemlerinin geliştirilmesine hız verilmelidir.
Hasta mahkûmlar ve yeni bir kanuni düzenleme
Hükümet tarafından gündeme alındığı ifade edilmesine rağmen hasta ve yaşlı mahkûmlara dair vicdanları rahatlatıcı bir düzenlemenin henüz yapılmadığını söyleyen Emiroğlu, cezaevlerinin bu kişiler için birer eza evi olmaktan çıkarılması, insan onuruna yakışır bir biçimde tedavi almalarının önü açılması gerektiğini söyledi.
Emiroğlu, "Hasta mahkûmların, tedavilerinin yapılabilmesi için işledikleri suçlara bakılmaksızın cezalarının infazı ertelenmelidir. Bu hak, sadece imtiyazlı ve kamuoyuna mal olmuş bazı mahkûmlar için değil, ayrım yapılmadan bütün mahkûmlar için uygulanmalıdır. Bu çifte standarttan vazgeçilmediği sürece hukuk mekanizmasının adilliğine yönelik tartışmalar sona ermeyecektir." dedi.
Mevcut koşulları itibariyle cezaevlerinin ya kronik hastalıklara sebebiyet vermediğini ya da var olan hastalıkların ilerlemesine neden olduğunu söyleyen Emiroğlu, "Özellikle ağır infaz rejimi uygulanan mahkûmların kronik hastalıklarının da olması durumunda kendi bakımlarını sağlayabilmeleri, tedavi edilebilmeleri, tedavilerine paralel beslenme ve diğer imkânlardan yararlanabilmeleri mümkün değildir. Kanser gibi ağır hastalıkların, cezaevlerinde pek çok ölüme de sebebiyet verdiği kamuoyunun malumudur. Ağır hastalığı bulunan mahkûmların bakımlarının ve tedavilerinin sağlanması ve hiç değilse son zamanlarını aileleriyle geçirebilmeleri adına infaz ertelemesinin kolaylaştırılması gerekir. Adli Tıp Kurumu ideolojik ve siyasi saiklerle hareket etmekten vazgeçmeli, kişinin mahkûm olduğu suçları hastalıklarının önünde görmemelidir. Adli Tıp Kurumu’nun yanı sıra tam teşekküllü diğer hastanelerin raporlarıyla da infaz ertelemesi kararı verilebilmelidir." diye konuştu.
Diyarbakır Cezaevi’nin müzeye dönüştürülmesi
Emiroğlu, Cumhurbaşkanı’nın Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nin Kültür Bakanlığı’na bağlı bir müze, kütüphane ve kültür sanat merkezine dönüştürülmesine yönelik vaadinin, "yerinde ama çok geç kalınmış ve oldukça yetersiz bir adım" olduğunu dile getirdi.
Emiroğlu, "Kürt meselesinin şiddete, ölüme, yıkıma ve trajediye dönüşmesinde önemli bir etken olan Diyarbakır Cezaevi’nin kapatılıp bir hafıza merkezine dönüştürülmesinden daha da önemlisi, katı milliyetçiliğin bir neticesi olan ayrımcılığın, asimilasyonun, ret ve inkârın ortadan kaldırılması gerekir. Dil, kimlik ve bölgesel kalkınmada adaletin ve eşitliğin sağlanmasına dair plan, proje, söylem ve politikaların hâlâ ortaya konulmaması üzüntü vericidir." şeklinde konuştu.
40 yıl öncesinin sembolü olan bir işkence merkezinin, iktidarın 20. yılında hâlâ bir vaat olarak meydanlarda ifade edilmesinin, Kürt meselesinde zihniyet, niyet ve pratik açısından oldukça geride ve yetersiz kalındığını gösterdiğini belirten Emiroğlu, "Kürt meselesinin adalet temelinde kimlik ve dil boyutuyla ele alınmadan çözülmesi mümkün değildir. Anadilde eğitim talebini duymazdan gelen hükümet, kendi imzasını taşıyan seçmeli Kürtçe ders imkânını bile fiilen zorlaştırıp engelleyen bir tutum takınmaktadır. Yapılması gereken, Kürt meselesinde geçmişte cesurca atılan adımlara ve söylemlere sahip çıkmak ve sorunun asıl kaynağı olan zihniyet ile yasal ve anayasal düzlemde mücadele edip her konuda olması gerektiği gibi bu konuda da adaletin tesisi için çalışmaktır. Aksi takdirde Kürt meselesinin bölgesel ve küresel güçlerin müdahalesi ile içinden çıkılmaz bir hal almasına ve geçmişte olduğu gibi gelecekte de köhnemiş ideolojik yapıların istismarına fırsat ve imkân tanınmış olacaktır." ifadelerini kullandı.
Togg ve yerli üretim politikası
Emiroğlu, partisinin Togg ve yerli üretim politikası hakkındaki görüşlerini şöyle anlattı:
Ekonomik gelişmişlik sürecinin en önemli sacayağı yerli üretimdir. Gelişmiş ülkelerdeki yerli üretim potansiyeli ile karşılaştırıldığında Türkiye’nin yeterli bir seviyede olmadığı görülmektedir. Bu durum, daha ciddi bir yerli üretim politikası izlenmesini zorunlu kılmaktadır.
Geç kalınmış olsa da yerli otomobil üretiminde atılan yeni adım değerlidir. 1961 yılında ilk yerli otomobil girişiminin akamete uğratılmasından 61 yıl sonra piyasaya girmeye hazırlanan yerli otomobil TOGG'un seri üretiminin gerçekleştirileceği fabrikanın açılışı, kritik bir eşiğinin aşıldığını göstermektedir.
Türkiye’nin nüfus yoğunluğu ve ulaşım araçları konusundaki ihtiyaçlar, bu alanda büyük bir pazarın varlığına işaret etmektedir. Ancak ülkedeki ortalama gelir seviyesi, vatandaşların alım gücünü ciddi şekilde etkilemektedir. Bu durumda vatandaşları rahatlatmak için vergi politikalarında yeni bir düzenlemeye gidilmesi zaruridir. Özellikle yerli üretim ürünlerinde ÖTV oranları makul seviyelere indirilerek vatandaşların alım gücüne katkı sunulmalıdır.
Son yıllarda savunma sanayi ve otomotiv sektöründe olduğu gibi gıda, tarım ve hayvancılık başta olmak üzere temel ihtiyaç maddelerinde yerli üretime ağırlık verilerek hem iç piyasayı canlandıracak hem de dışa bağımlılığı azaltacak politikalar geliştirilmelidir.
Evden uzaklaştırmalar ve aile kurumunun dağıtılması
Batı’nın sosyolojisine göre düzenlenmiş olan Avrupa kaynaklı yasalar ülkemizde aile kurumunu tahrip etmeye devam ettiğini dikkat çeken Emiroğlu, kaynağını İstanbul Sözleşmesi'nden alan 6284 Sayılı Kanunun aileleri dağıtıp parçaladığına işaret etti.
Emiroğlu, "Eşler arasında çıkan en ufak tatsızlıklarda bile polisiye tedbirler devreye girmekte, yargıya taşınan en küçük anlaşmazlıklar evden uzaklaştırma kararlarına gerekçe olmaktadır. Evden uzaklaştırma kararları ise sorunları çözmek yerine tam tersine daha da derinleştirmektedir. Gelinen noktada polisiye tedbirler ve mahkeme kararları ile eşler arasında çıkan sorunların çözülmesi ve aile birliğinin korunması beklenirken sorunlar daha da artarak cinnet ve cinayetlerle sonuçlanmaktadır." dedi.
Emiroğlu, "Öznel olan aile kurumunun sorunları nesnel olan kamu kurumlarının polisiye tedbirleri ve yargı kararları ile değil, manevi değerlerimize uygun kanunlarla ve çözüm odaklı yöntemlerle giderilmeli; eşler arasında çıkabilecek sorunlar, arabulucu veya hakem heyeti aracılığı ile çözülmelidir. Boşanmayı kolaylaştıran politikalar yerine aile birliğini korumaya yönelik köklü çalışmalar yapılmalıdır." diye ekledi.
"Okul öncesi eğitim zorunlu olmamalı, ailelerin tercihine bırakılmalı"
Cumhurbaşkanlığı'nın 2023 Yılı Programı'na göre erken çocukluk eğitiminde 5 yaşın, zorunlu eğitim kapsamına alınacağını belirten HÜDA PAR Sözcüsü Yunus Emiroğlu, "Henüz anne şefkatine, sevgisine ve korumasına muhtaç olan oyun çağındaki çocukların evden koparılması, pedagojik açıdan doğru değildir. Her çocuk, ilk eğitimini evinde anne ve babasının denetimi altında almalıdır. Çok küçük yaşlarda ailelerinden koparılan çocukların aileye düşman olarak yetiştiği gerçeği göz ardı edilmemelidir." dedi ve şunları ekledi:
Elbette ki her yaştaki çocuğun iyi bir eğitime ihtiyacı vardır. Ancak uygulanan okul öncesi eğitim buna yeterli ve elverişli değildir. Öncelikle uygulanan eğitim, inancımızdan ve kültürümüzden uzak, Batı endeksli bir eğitimdir.
Okul öncesi eğitim zorunlu olmamalı, ailelerin tercihine bırakılmalıdır. Uygulanacak müfredat da hem inancımıza ve hem de kültürümüze uygun olmalıdır. Okulda kalma süresi yaş durumuna göre ayarlanmalıdır. Bu kurumlarda görev alacak çalışanlar ve eğitimciler mutlaka evli ve çocuk sahibi kişilerden seçilmelidir.
Filistin’deki katliamlar ve Gantz’ın Türkiye ziyareti
Filistin’in Batı Şeria bölgesinde siyonist rejimin katliam ve baskınlarına devam ettiğine dikkat çeken Emiroğlu, direnişin salt Gazze ile sınırlı kalmayıp, Batı Şeria’ya da yayılmasının işgalciyi ürküttüğünü, bunu bastırmak için hiçbir ilke ve sınır tanımayarak saldırılarını arttırdığı söyledi.
Geçen hafta içerisinde Nablus’ta 6 Filistinliyi katleden işgal rejiminin, yılbaşından bu yana 35'i çocuk olmak üzere toplam 181 Filistinliyi şehit ettiğini hatırlatan Emiroğlu, "İşgalciler, Kudüs başta olmak üzere Filistin’in her tarafında baskın ve katliamlarına devam ederken ne yazık ki işgalci rejimin eli kanlı şefi Benny Gantz, Türkiye’de en üst düzeyde ağırlandı. Siyonist rejimin sözde savunma bakanının Türkiye ziyareti, işgal rejimi ile ilişkilerin güvenlik alanında da iş birliğine doğru evrildiğini göstermektedir. Bu durum son derece kaygı vericidir. Siyonist rejimin, Türkiye'de güvenlik ve istihbarat alanında nüfuz ve etkisinin artması yalnızca Filistin davası açısından değil, Türkiye'nin kendi iç huzuru ve güvenliği açısından da büyük bir tehdit oluşturacaktır. 28 Şubat Postmodern Darbesi’ne giden süreçte, özellikle güvenlik bürokrasisinin Siyonist rejimle geliştirdiği ilişkiler önemli bir rol oynamıştır." ifadelerini kullandı.
Emiroğlu, "Siyonist rejimin varlığı, sadece Filistin için değil Türkiye ve bütün ümmet coğrafyası için bir tehdittir. Siyonist rejimle ilişkiler hangi gerekçe ile olursa olsun Türkiye’nin faydasına olmayacaktır. Bu ilişkiler Kudüs davasını zayıflatacak, yalnızlaştıracak ve Siyonist rejimi meşrulaştırarak yapacağı işgal ve katliamlarda pervasız hale getirecektir." dedi.
Mültecilerin zorla geri gönderildiği iddiası
Emiroğlu, açıklamasının devamında, insan Hakları İzleme Örgütü'nün yayınladığı raporda, Türkiye'de şubat ve temmuz ayları arasında yüzlerce Suriyeli mülteci erkek ve çocuğun, keyfi olarak yakalanıp idari gözetim altına alındığı ve sınır dışı edildiği iddiaları hatırlattı.
Türkiye’de bazı siyasetçilerin söylemleri nedeniyle artışa geçen yabancı düşmanlığının devlet politikası haline gelmesine müsaade edilmemesi gerektiğini söyleyen Emiroğlu, "Suriye’deki mevcut durum mültecilerin geri dönüşleri için elverişli değildir. Aksine bölgedeki kamplarda yaşayan mülteciler salgın hastalık ve yetersiz beslenme nedeniyle tehlike altındadır. Mültecilerin geri dönüşü için Suriye’de siyasi uzlaşmanın sağlanması ve ülkenin yeniden imarı için harekete geçilmelidir." şeklinde konuştu.
Emiroğlu, "Başta Suriyeliler olmak üzere istikrarsızlık ve iç savaş nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kalan 29 binden fazla göçmen son 8 yılda Avrupa yolunda hayatını kaybetmiştir. Avrupa’nın duyarsızlığına ve ölümlere sebebiyet veren geri itme politikasına karşın İslam ülkelerinin de bu drama karşı sessizliği ibretliktir. Akdeniz’i mezarlığa çeviren bu göç dalgasına karşı artık harekete geçilmelidir. Göçün sebepleri irdelenerek göç veren bölgelere yönelik çalışmalar yapılmalı, ekonomik ve siyasi istikrarın tekrar sağlanması için diplomatik girişimlerde bulunulmalıdır." çağrılarında bulundu.
İran’da türbeye yönelik saldırı
İran'daki türbe saldırısına değinen Emiroğlu, şunları kaydetti:
"İran’ın Şiraz kentinde bulunan Şah Çerağ Türbesi’ne düzenlenen silahlı saldırıda katledilen siviller nedeniyle İran halkına başsağlığı ve sabır diliyoruz. Ülkede meydana gelen saldırı ve suikastların İran’ın huzurunu ve barışını bozmayı hedeflediği açıktır. Suriye, Irak, Libya ve Yemen’de yaşanan iç savaş bugüne kadar milyonlarca kişiyi etkilemiş, ülke ekonomilerini batırmış, şehirlerini harap etmiştir.
İran halkı, oynanmak istenen oyunun farkına varmalı ve gösterileri iç savaş için bir fırsata dönüştürmeye çalışanların şiddet eylemlerini reddetmelidir. İran devleti ise barışçıl eylemlere yönelik orantısız ve sert müdahaleden uzak durmalı, halkın makul talepleri dikkate alınmalıdır. Zira Batı’nın arzuladığı yeni bir iç savaşın İran halkına da bölgeye de hiçbir faydası olmayacaktır." (İLKHA)