Kanuni Sultan Süleyman’ın “Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim” dediği rivayet edilir. İnsan ile tabiattaki varlıklar arasında yapılacak bir mukayese açısından bu söz hayli gaddar ve elbette hukuk dışı bulunabilir. Ama zaten Kanuni’nin kastı her dal kesenin başını kesmek değil.
Tabii ki bir dal kesenin başı kesilmez. Bir şeyin önemini anlatmak üzere Kanuni böyle bir söz söylemişse, bu söz önemini hala koruyor. Neredeyse her yaz mevsimi binlerce hektarlık orman alanı yanıp kül oluyor. Çıkan yangınların tümünün bir “dikkatsizlik veya kaza sonucu” olduğunu söylemek zor. Bazı insanlar kendilerine ekili arazi veya üzerinde beton binalar dikecekleri arsa sahibi olmak için acımasızca ormanları yakıyorlar. Her yeni büyük teknolojik yatırım için de yüzbinlerce ağaç kesiliyor.
Çoğu insan Osmanlı’nın bir tür orman kanunuyla idare edildiğini sanır. Buna göre, devletin başında bulunan sultan Batı’daki çağdaşları gibi mutlak bir otorite olup bütün ülkenin kaderi onun iki dudağı arasında çıkacak emir ve fermanlara bağlıdır. 14. Lui nasıl “kanun benim” demişse, Osmanlı sultanlarının buyrukları da tek ve mutlak kanun yerine geçmiştir. Bu tamamen uygunsuz bir analoji!
Tarihi gerçekler hiç de öyle değildir. Osmanlı’da yönetimi bağlayan çok güçlü hukuk kuralları ve iç toplumsal dengeler var. Saray Örfi Hukuk alanında, zaman zaman “siyaseten katl” yoluna başvuruyorsa, “hikmet-i hükümet” üzere kararlar alıyorsa ve “ebed müddet” olarak kabul ettiği devlet –ve tabii taht- adına cinayetler işliyorsa da, aslolan sosyal barışı, siyasi birliği ve adaleti tesis etmeye matuf hukuk düzeninin devamını sağlamaktır. Çok farklı din ve mezheb mensubunu, hayli renkli etnik grupları birbiriyle çatıştırmadan bir arada yaşatma başarısını sadece “kılıcın korkutucu gücü”ne bağlayamayız.
Tarihte İkinci Roma olarak şöhret yapan 600 yıllık Osmanlı’da din ve sınıf savaşları yoktur; beylerin ve veliahtların sebep olduğu kanlı iktidar mücadeleleri var. Zaman zaman beylerin isyanlarına halktan destek gelmişse, bunun sebebi sistemin ruhu demek olan hukuka rağmen haksızlık ve adaletsizliklerin yaygınlaşması, dirlik ve düzenliğin bozulmaya yüz tutmasıdır. Elbette Osmanlı’nın kamu hukuku demokratik değildi; ancak bugünden 16. yüzyıla dönüp baktığımızda, nasıl “niçin o zaman otomotiv sanayii gelişmemişti” demek ne kadar anakronik ise, aynı şekilde “niçin çok partili parlamenter sistem yoktu” demek de öylece anakroniktir.
İmparatorluğun mimari, müzik ve edebiyat alanında zirveye ulaştığı dönem aynı zamanda idare ve hukuk alanında da zirveye ulaştığı dönemdir. Öyle ki, bazı Osmanlı mütefekkirleri, tıpkı Fukuyama gibi, “Nizam-ı alem”in kurulduğunu, insanoğlunun Osmanlı ile mükemmelliğe ulaştığını ve bir bakıma “tarihin sona erdiğini” düşünmeye başladılar. Bu muhteşem dönemin padişahı Sultan Süleyman’dır. Ona “kanuni” denmesinin sebebi, aldığı her kararı ve icra ettiği her şeyi belli bir kanuna göre yapmasıdır. Rivayetlere göre ölünce, başvurduğu kanunların kendisiyle beraber mezarına konulmasını vasiyet etmiştir. Çünkü Büyük Hesap Günü’nde neyi neye göre yaptığını bu kanunları göstererek kendini savunacağını düşünmüştür.
Türkiye’nin en önemli sorunu “hukuk sistemi”nin kendisinden beklenen gayeleri gerçekleştirememesidir. Mevcut hukuk ne farklı toplum gruplarını bir arada yaşatabiliyor ne adaleti tesis edebiliyor. Kurumların yetki karmaşası, gelir dağılımındaki adaletsizlikler, farklı inanç ve grupların bir arada yaşama konusu, seçkinci bir otoritarizmin giderek rejimin baskın karakteri haline gelmesi, siyasette yaşanan temsil ve katılım krizi, kuvvetler ayrılığı arasındaki dengenin bozulması vb. çok sayıda sorun gelip hukuk ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir yönetim konusunda düğümlenmektedir. Hukukun siyasetle ilişkisi kesilemez, hukuk bizatihi siyasi öz taşır, ama yargının siyasallaşması bu erkin belli iktidar dönemlerinde hükmedenlerin enstrümanı haline gelmesine yol açar. Bunun önüne geçmek zannedildiği gibi kolay değildir, çünkü sorun yapısaldır. Eğer modern/batılı yaşama tarzını topluma benimsetmek ve devletin benimsediği resmi ideolojiyi hukuk yoluyla tahkimat altına alma prensibi kabul edilmişse yargı bizzarure ve tabiatı gereği siyasileşir, bürokratik merkezin ve siyasetçilerin enstrümanı olur.
Altı çizilmesi gereken temel husus şu ki hukuk, uzmanların tekelindeki bir bilim konusu değildir. Bana göre hukuk bir bilim olmanın ötesinde, bir toplumda çok farklı kimlik ve görünürlük talebi olan sosyal grupların özel, sivil ve kamusal alanda yaşama biçimlerini düzenleyen bir tekniktir. Bizim yaşama biçimimiz, toplumsal örgütlenme biçimimizi tayin eder ve devlet dediğimiz kamu otoritesi de bireyin ve sivil grupların serbest iradeye ve kendi aralarındaki konsensus taleplerine göre teşekkül eden sosyo-politik bir organizasyondur.
http://www.dunyabulteni.net/?aType=yazarHaber&ArticleID=19384