Huzur, bir matematik problemi gibi doğru kurulması gereken bir denklemdir. Şu farkla ki, matematik probleminde verilen birkaç öncülden hareketle verilmeyenlerin bulunması istenir. Oysa huzur probleminde bulunulması istenilen herhangi bir verilmeyen yoktur. Zira huzur ile ilgili her şey verilmiştir. Huzur probleminde denklem, verilmeyeni bulma üzerine değil, verilenleri doğru bir şekilde harmanlama üzerinedir.
Harmanlama yeter ki kıvamında olsun, zamanında olsun, önem sırasına göre olsun… Bu durumda huzurun naz yapıp gitmeyeceği bir yer yoktur. Huzur bu durumda, saraya gittiği gibi mağaraya da gider. Bunu anlamayıp huzur için bir eline yağ diğerine bal arayanlar, huzurun dokunma veya tatma duyusunun bir mahsulü olmadığını bilmek durumundadırlar. O, organların değil gönlün hissettiği bir şeydir. Ebette, gönül de yağ ve baldan etkilenecektir ama kesinlikle onlara tümüyle de mahkûm değildir. O, olumsuz şartlarda kendi özel çevresini oluşturacak kabiliyettedir. İnsanın yapması gereken gönlün bu has haremine necaset sürmemektir.
Huzurun mekâna lakayt kaldığı aşağıdaki hikâyeyi okumanızı istirham edeceğim.
Derler ki Padişahın biri, huzurun resmini en güzel çizecek ressama çok büyük bir meblağın ortaya konulduğu bir resim yarışmasını düzenler. Birçok ressam büyük ödülü kazanmak için resimlerini çizip saraya gönderir. Tablolarda; ormanın gün batımı esnasındaki manzarası, sakin nehirler, toprakta koşan çocuklar gibi dinlendirici manzaralar vardır.
Padişah bütün tabloları inceler ve sonunda iki eser seçer. Bunlardan biri, sakin bir göl tasviridir. Göl, yamaçtaki ormanı ve mavi gökyüzünü berrak sularında aksettiriyordu. Gölün semasının kimi yerlerinde küçük bulutlar görülüyor, ayrıca sol köşesinde de küçük bir ev vardır. Eğer dikkatle bakılırsa evin pencerelerinin açık olduğu ve bacasından duman yükseldiği de görülebilirdi. Bu da sıcak ve güzel bir akşam yemeğinin hazır olduğunu gösteriyordu.
İkinci tablo ise yalçın bir dağ manzarasıydı. Engebeli dağın; keskin kayaları ve derin bir uçurumu vardır. Dağın zirvesindeki karanlıklar acımasızcadır. Yıldırım çakan siyah bulutlar, yıkıcı seller oluşturacak sağanaklara gebe gibidir.
Bu tablo, yarışma için gönderilen diğer tablolara hiç benzemiyordu. Ama tabloya dikkatle bakan bir göz, derin uçurumun kenarındaki sivri kayanın küçük oyuğunda bir kuş yuvasını görebilirdi. O uçurumun kenarında, fırtınanın vahşi kükremeleri arasında, bir serçe, kenarlarında yavruları, yuvalarında sakince tünemişlerdi.
Padişah, saray ahalisini topladı ve huzuru en güzel şekilde resmeden tablonun ikincisi olduğunu açıkladı. Sonra merak içindeki saray ahalisine bunun sebebini şu şekilde açıkladı:
- Huzur; sakin, gürültüsüz, sorunsuz ve zor işlerin olmadığı yerde hissedilen bir şey değildir. Huzur; zor şartlar altında geçen, ama kendisini kalbimizde hep hissettiren bir şeydir. Huzurun gerçek anlamı o uçurumda, o fırtınada sakin duran kuşlar ve onları kucaklayan yuvadır, dedi.
İşte, hikâye böyle… Diyeceksiniz ki "Dediğin gibi bu bir hikâye, bizse gerçekler dünyasında yaşıyoruz." Siz de haklısınız. Ama gerçek hayatta da kendi malikânesinden fakirin kulübesine gıpta ile bakan lortlar yok mudur? Bizim kendimizin de bizden daha fakir birindeki huzuru görüp gıpta ettiğimiz olmadı mı hiç?
Hâsılı… Unutmamak gerekir ki dünyada her şey "Küllü şey'ün ala ma yüram (*)" üzere dönmez. Hava bozulur, şimşekler çakar; sağanak, sel, tufan… Sıkıntı yok, yeter ki gönlün ismetine leke sürülmesin, onun havası napak şeylerle kirlenmesin. O yani gönül, temiz haremine aldığı sahibinin kulağına bu kasırgalarda bile maveradan teraneler mırıldamaya devam edecektir.
(*)Her şey istenildiği gibi.