Hamd, alemlerin sahibi olan Allah’a; Salat-u selam, tüm peygamberlerin, Resul’ün yüce şahsiyetinin, Ehli beytinin, ashabının, salihlerin, şehidlerin ve tüm inananların üzerine olsun.
Hz.Ademden başlayarak gelişim gösteren dünya tarihi boyunca, hak-batıl, İslam-küfür mücadelesi daima varola gelmiştir. Bu mücadele, Hz.Adem ve şeytan ile başlamış, Habil-Kabil ile hareket kazanmış ve günden güne artarak devam etmektedir. Hakka ittiba edip hakikat yolculuğuna çıkanlar, her daim karşılarında batılın farklı çehresiyle karşılaştı. Gün oldu, şeytan kendi suretiyle dikildi hakkın karşısına; gün oldu, gizliden vesveselerle duyguları tarumar etti; ve gün oldu, uşaklığını yapan insan suretlerini her şeyden çok tercih eder oldu. Kabil ile başlayarak gelişen batıl, nemrutları, firavunları, karunları, belamları ve yardakçılarını kullanarak, kıyamete dek devam edecektir. Bu süreçte; inanç ve olgunluğuyla batıla karşı duran Habil’ler, mücadelesiyle nemrutları dize getiren İbrahim’ler, imanlarıyla firavunları garkeden Musa’lar, saltanatlarını sarsarak küfrü yerle bir eden Muhammediler ve daha nice hak aşıkları da varoldu. Onları rehber olarak kabul edip takip edenler, hep izzet ve şeref sahibi olurken; sırt çevirenler ise zillet bataklıklarında çırpınıp durdular.
Hayatı, mücadelesi ve bıraktığı miras açısından inananlara en güzel örnekler sunan bu mürşitlerden biri hiç şüphesiz Hz.Peygamberin atası olan Hz.İbrahim’dir. O’nu tanımak, anlamak ve örnek edinmek, her zaman Allah’a dost olmayı kazandıracaktır. Çünkü O Halilullah’tır. Yani Allah’ın dostudur, böyle vasfedilmiştir. O’nun imanı, teslimiyeti, kendinden sonraki tüm iman ehline bir örnek ve model olarak Kur’an’da gösterilmektedir:
"İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır…"(1)
Yüce Allah, millet-i İbrahim’den yüz çevirenlerin ancak aşağılık kimseler olduğunu beyan etmektedir:
"Kendi nefsini aşağılık kılandan başka kim Millet-i İbrahim'den yüz çevirir?" (2)
Millet-i İbrahim’den olmak böyle yüce bir değere sahipken, bu şerefe nail olabilmek de elbette ucuz değildir. Çünkü Halilullah olabilmek için nice bedel ödedi Hz.İbrahim. Dolayısıyla O’na tabi milletin bir ferdi olabilmek de; O’na uymakla, bıraktığı mirasa sahip çıkıp yeni nesillere taşımakla gerçekleşir. Allah’ın dostu olabilmek için İbrahimi yolda yürümek gerekir. Yol üzerinde varolan çetin mücadele ve imtihanlara rağmen bu yoldan kaçmamak gerekir.
Peki sonu Allah’ın dostluğuna çıkan bu yolda Hz.İbrahim neler yaşadı? İman ehline bıraktığı hazineler hükmündeki miras neydi? Ağır bir yük olan bu miras elbette taşınmaya değerdi. Tabi ki değer bilenler için…
Hz.İbrahim bataklıklar içinde yeşerdi. Putperest bir toplum ve aile ortamında büyüdü. Ancak O, yaratılışı tertemiz olan insan için bu düşünce ve inanışın çok akılsızca olduğunu idrak edebiliyordu. Rabbini henüz tanımıyor ama bunların ilah olamayacaklarını çok iyi biliyordu. Kendilerini korumaktan aciz olan, başkasını nasıl korusun? Aslında tüm putperest toplumlarda bu muhakeme gücünü kullanabilecek nice insanlar vardır, bu toplumda da olduğu gibi. Ancak toplumu idare eden zorba iktidar sahipleri, ellerindeki bu saltanatı sürdürebilmek için, insanları bu düşünceden daima uzak tutmaya çalışmaktadırlar. Bazen zulümle, bazen hileyle ve bazen de menfaat karşılığı şahsiyetlerini satın alarak bunu gerçekleştirmektedirler. Ancak İbrahimler illa ki çıkacaklardır.
Henüz bir genç olmasına rağmen Hz.İbrahim, kainatı temaşa ederek bu ahengi yaratan gücün sonsuz kudrete sahip olduğunu düşünüyor ve Rabbini arıyordu. Bataklıklar içerisinde tertemiz bir fidan, göğe doğru uzanmış, hayat bahşeden atmosferden feyizyab olma adına gayret gösteriyordu. Rabbini tanıma, O’na yaklaşma ve sonsuz rahmet damlalarından tatmaya aday tüm insanlar için bıraktığı ilk güzel miras tefekkürdü. İmansızlık, ahlaki bozukluk ve zulumat içerisinde tertemiz kalabilmenin, Allah ile rabıtayı kuvvetlendirebilmenin yolu bu mirası uygulamaktır. Akletme, tefekkür etme… Ya da çirkinlikler içerisinde kayboluş… Hz.İbrahim bu tefekkür ve arayışla Rabbini buldu. Genç yaşına rağmen seçkin biri olarak Rabbinin vahyine muhatap oldu. Rabbini arayan ve O’na ulaşma yolunda gayret sarfeden herkes, O’nun gibi güzel lütuflara kesinlikle sahip olacaktır.
İman nuru Hz.İbrahim’i sarmıştı artık. Kalbi, yüreği ve tüm zerreleriyle imanı tatmıştı. Bu imanla vahye muhatap olduğundan, onu haykırmalıydı. Aksi taktirde tek başına sahip olduğu bu imanı ne işe yarayacaktı ki!
Rabbinden aldığı ilk emirle babasına ve tüm topluma tevhidi haykırdı:
‘Bilinki ibadet ettiğiniz o tanrılar, hepsi benim düşmanlarımdır. Ancak alemlerin Rabbi! (benim dostumdur). Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O'dur.Beni yediren, içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur. Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur’ (3)
Bu haykırış, yıllardır içinde biriktirdiklerinin bir yanardağ misali dışa taşması gibiydi. Akan lavlar iman ateşiydi. Asi ve zorba iktidar ehlini kasıp kavuran bir haykırış. Önüne çıkan şirk anlayışını tarumar eden bir haykırış. Çünkü kaynağı köklü bir imandı. Şekilden ibaret ve yapmacık olmayan bir iman. Durgun, korkak, etkisiz değil; hareketli, cesur, ve etkin bir iman. Bu imanda taviz yoktu, hakkı layıkıyla ortaya sermek vardı. İktidar sahibi ile ittifak yoktu, derin bir mücadele vardı. İmansız toplum ve putperest insanları (bu baba bile olsa) kızdırmamak adına sönüklük yoktu, Allah’ın dışındaki tüm güçlere karşı asil bir direniş vardı.
‘….Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.’ (4)
İşte bizlere kalan iman mirası... Allah’a yönelip, O’na uzak olan her şeyden yüz çevirten bir iman... Ancak bu imanı taşımak bedelsiz değildi. Çünkü insanlığı akıl ve tüm sermayesiyle sömüren, saltanatı, köleliği yaşatma adına zulüm ve vahşeti araç olarak kullanan zorba güçlere karşı, yalnız ve yalnız Allah’a teslimiyeti haykıran bu iman sahibi elbette cezasız bırakılmayacaktı.
Hz.İbrahim, toplumunu sürekli ikaz etmesine rağmen iman edenler pek azdı. Babası da dahil olmak üzere direniyor, zilleti tercih ediyorlardı. Bu nedenle İbrahimi mücadele farklı bir boyut kazanıyor, sözlü mücadele artık yerini fiili mücadeleye bırakıyordu. Kavminin bulunmadığı bir anda puthanedeki tüm putları paramparça ediyordu Hz.İbrahim. Sadece en büyük putu bırakıyordu, mantıklarını biraz da olsa çalıştırabilmek için...
‘Sonunda İbrahim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye.’(5)
Zulme, cehalete ve sapıklığa sembol olan her türlü put, her zaman sözlü olarak yıkılamıyordu. Sözün bittiği yerde, putkıran İbrahim gibi putları kıracak bileklere de ihtiyaç vardı. Allah’a haşa kafa tutan tüm bozuk düzenlerin acziyetini insanlığa göstermek, güç ve kudretin yalnız O’na ait olduğu kavratmak için elzemdi bu. Hz.İbrahim de bunu gerçekleştiriyordu. Beyinsizler, sözde tanrılarını bu halde görünce hezimeti yaşamaya başlamışlardı bile. ‘Bunu kim yapabilirdi?’ sorusuna kısa bir muhakeme sonrası cevap buluyor ve putlarına dil uzatan genç İbrahim’in olacağı kanaatine varıyorlardı.
‘Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim? dediler. Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Hadi onlara sorun;eğer konuşuyorlarsa! dedi. Bunun üzerine kendi vicdanlarına dönüp(kendi kendilerine)"Zalimler sizlersiniz sizler!" dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: Sen bunların konuşmadığını pek ala biliyorsun, dediler. İbrahim: Öyleyse dedi, Allah'ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hala tapacak mısınız? Size de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıllanmaz mısınız? (6)
Hz.İbrahim akletme melekeleri zaafa uğramış bu insanların düşüncelerini zorlamış, acziyetlerini yüzlerine vurmuş, ancak kararmış kalpleri, sönmüş idrakleri bir türlü canlanmıyor ve ayak diremeye devam ediyorlardı. Nihayet O’nu, her dönemde isimleri değişen zorbaların bu dönemdeki temsilcileri olan Nemrut’un sarayına götürürler. Azgınlaşan, güç ve iktidarına güvenerek kendini tanrı sayan bu aciz mahluka secde edenlerin yanında Hz.İbrahim dimdik ayaktadır. Nemrut’un ‘Neden secde etmedin?’ sualine karşı Hz.İbrahim ‘Ben, beni yaratan Allahuteâla'dan ziyade secde etmem’ cevabını vermektedir. Akabinde aralarında geçen konuşma sürecinde Hz.İbrahim, Allah’ın güç, kudret ve azametini gözler önüne serecek somut delillerle bu aciz mahluku susturuyordu. Bu zelil duruma tahammül edemeyen Nemrut ve avaneleri büyük bir ibret olması açısından Hz. İbrahim’i ateşe atmaya karar verirler.
‘(Bir kısmı:)Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin dediler.’(7)
Ve işte iman, kendisine sahip olanın sadakatini sınamak üzere devasa bir ateşe dönüşüyor. Dedik ya, bu imanı taşımak bedel ister diye. İktidarlarını sarsacak bir deprem gibi iman çıkarsa meydana, zorbalar kabullenecek değildir. Ama iman ehlinin sebatı, depremi önleyici tüm tedbirlerini de yerle bir eder. Hz.İbrahim tavizsizdir. O Allah’a sığınmıştır, çünkü ateş de Allah’ın emrindedir. Yer, gök, dağ, taş, her şey onun emrinde değil midir? O dilemedikçe bir yaprak bile düşer mi?
Mancınık kurulmuş, Allah’ın dostunu atmaya hazırlanmıştır. İnfaz gerçekleşiyor ve Halilullah ateştedir. Ateş, göklere yükselen alevleriyle İbrahim’i yutmuştur artık. O’nu da cayır cayır yakması gerekiyor ama büyük bir hüzünle son emri verecek olan Rabbine yöneliyor. Ateş, sünnetullah gereği icra etmesi gereken yakma fiilini ifa etmek istemiyor ama aksi bir emir olmadığı taktirde bunu yapmak zorunda. Yer gök susmuş, kainat sessizlik içinde. Ötelerden gelen bir emir, tüm kainatı coşturuyor adeta. Hele ateşi bir başka coşturuyor. Çünkü bu kutlu misafirini iyi ağırlamak için Rabbinden beklediği emir gelmiştir:
"Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!"… (8)
İman ateşi, direniş ve sabır zırhına bürünerek dünyevi ateşlere galebe çalmış, cehalet, şirk dehşet içinde. Allah’ın inayeti, kendisine itaatte sabır gösteren kuluna yetişmiştir. Bunu sağlayan büyük miras, kıyamete dek bir hazinedir inanan gönüller için. İmanla direniş ve sabır mirası…
Hz.İbrahim bu imtihanı başarıyla geçtikten sonra insanları davete devam etmiş, ancak hiçbir ümidi kalmayınca yine ilahi emirle hicreti yaşamaya hazırlanır. Kavmi kendisinden sonra nice belalara maruz kalacaktır. Sivrisineklerin istilasına uğrayan bu akılsız topluluk Nemrut’a güvenmekte ama ne çare ki ilahlık taslayan, Allah’a başkaldıran Nemrut, burnundan girip beynini kemiren bir sivrisinekle baş edememiş, isyan ve azgınlık onu perişan etmiş, helak olmuştur.
Eşi Sare ile bu küfür toplumundan hicret eden Hz.İbrahim’in çocuğu olmadığından, yine eşi tarafından Hacer annemizle evlendirilir. Bu evlilikten, Peygamberimizin de soyundan gelmiş olduğu Hz. İsmail doğar. Ancak Sare’nin Hacer’i kıskanmasından dolayı yine onun isteği ile bulundukları Filistin topraklarından ayrılırlar ve ilahi emirle Mekke’ye yönelirler. Oraya ulaşınca Hz.İbrahim, Hacer ve İsmail’i bırakır, tevekkülle ilahi emirleri almak üzere ayrılır. Issız çölde yapayalnız bir kadın ve çocuk. Onlar, Allah’a emanet ediliyordu. Zaten en güzel koruyucu O değil mi? Bunu bizzat yaşamıştı Hz. İbrahim.
Hacer, İsmail’in susuzluktan ağlayışı karşısında su arama telaşındadır. Ne kadar arıyorsa da bulamıyor, yavrusu sicim sicim gözyaşı dökerken o acziyet içerisindedir. Safa Merve tepeleri arasında yedi kez gidip gelmiştir ama nafile. O da Allah’a sığınıyor. Acizdir ancak isyankar değil. Hz.İbrahim’in ilahi emirle gidişini bildiğinden, şikayetçi de değil. Günümüz Müslüman kadınlarına ne kadar da güzel bir örnek! En basit dünyevi hususlarda bile dava adamı olan eşlerine şikayet üstüne şikayette bulunan müslüman kadınlara…
Allah’ın kendisine ihlasla sığınan kullarını boş çevirdiği görülmüş müdür? Yine görülmez ve Yüce Allah, kutsal zemzem suyunu bahşeder Hacer’e, İsmail’e... Her ikisi de suya doymuş, yürekleri ferahlamıştı. Yavrusunun bu mutluluk hali çok sevindirir Haceri, şükrediyor Allah’a. Çünkü nimet, lütuf, şükürle devam eder bunu biliyor. Bugün hala zemzemin aktığı gibi…
Aradan yıllar geçer. İsmail büyümüş güzel bir çocuk olmuştur. Babasına itaatkar, salih bir çocuk... Hz.İbrahim onu sevgiyle, şefkatle bağrına basmaktadır. Ve bir rüya; acı dolu, gizem dolu, imtihan dolu ilahi bir rüya… Hz.İbrahim, İsmail’i kurban etmekle emredilmiştir. Ciğerparesini, küçücük yavrusunu boğazlama emri... Hz.İbrahim, emir gereği yavrusunu güzelce giyindirir, bıçağını alır ve kırlara götürmek üzere evden ayrılır. Yüreği yanıyor, gözyaşları döküyor ama emri çiğneyemeyeceğinin idrakindedir. Yer, gök, tüm kainat suskun, bir kez daha Halilullah’ın acısına ortak olmuşlardır. Yavrusuna bu emri ilettiğinde, ciğerparesinin olumlu tepkisi onu bir hayli cesaretlendirir. Çünkü yavrusu o küçük yaşına rağmen “.... Babacığım, emrolunduğun şeyi yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın” (9) demektedir.
Şeytan, bir taraftan baba ve anne, diğer taraftan İsmail ile uğraşıyor, bu imtihanda onları isyana sürüklemek istiyordu. Topa tutulmuştu yürekler, ama nafile… Ana yüreği bile ilahi emre karşı isyankar olmuyor. Sözkonusu Allah’ın emri olunca her şeyi kurban etmeye hazır. Zaten O vermemiş mi? İstediğinde de almak hakkı değil mi?
Bıçak İsmail’in boğazındadır artık. Acıyla bıçağı çeker Hz. İbrahim, ama bıçak kesmemiştir. Bir daha dener yine olmaz. Kenardaki kayaya vurduğu anda kaya paramparça olmuştur. Tekrar denemek istiyor ama yine olmuyor. İsmail’de işlemiyor bıçak. Ve o anda bir koçla görünür Cebrail. Allah, dostunun ve ailesinin gösterdiği bu zirvedeki teslimiyetleri nedeniyle, kurban olarak koçu göndermiş ve İsmail’i ikinci kez lutfetmişti onlara. Kainat şenlenmişti bu manzarayla. Hz.İbrahim bir kez daha ilahi merhamete doymuştu. Bunu sağlayan, sabır ve teslimiyetiydi. Evet bizlere miras bıraktığı bir teslimiyet... Her zaman ve her mekanda…
Hz.İbrahim’in bir diğer mirası da Allah’ın evlerini imar ve ihyadır. Gelecek nesillerde yetişecek müminlerin vahdetini ifade eden bir ibadetle ihya… Şeklen değil, bedenen ve ruhen hayat bulan bir ibadet. Beytullah, Hz. İbrahim’le hayat buldu. Yüzyıllar boyunca ilahi nefes pompalayacak misyonuyla imar edildi. Allah’ın evlerini sadece imar etmek çözüm değil elbette. Binlerce mescide sahip olsak da, vahdet ve İttihad-ı İslam’ı solumadıktan sonra hiçbir ehemmiyeti yoktur. Sadece ibadet ve inziva yeri değildir Allah’ın evleri. Omuz omuza saf tutup inançlarda birlik olsak da, küfür ve zulmün egemen olduğu tüm coğrafyalarda olduğu gibi güç ve hareket birliğine sahip olmadıktan sonra ne ehemmiyeti kalır ki! Dolayısıyla vahdet her alanda tesis edilmelidir.
Beytullah; diriliş ve direnişin potansiyel bir güçle boy gösterdiği bir sembol. Şeytana karşı, nefse karşı, Beytullah’ı put ve putçu düşüncelerle doldurmak isteyenlere karşı… Hz.İbrahim ve Hz.İsmail, şeytanın telkinlerine karşı burada direndiler. Hz.Resulullah, küfrün tanrı diye taptıkları putlarıyla burada mücadele etti. Mekke fethiyle ilk gerçekleştirilen de Kabe’nin putlardan temizlenmesi oldu. Ama malesef Beytullah bugün yine suskun. Belki içinde putlar yok ama, Kabe’nin Rabbine değil de içindeki putlara tapan müşriklerin maddeperest düşüncelerinin esareti altında. Beytullah o gün putlarla kirletilirken, bugün asli misyonuna set çekiliyor. O gün Kabe, imanın haykırıldığı, müslüman topluluğun güç gösterisine başladığı mekandı. Ama bugün Beytullah’ta iman hakkıyla haykırılamıyor, vahdetin gerçekleşmesi adına hiçbir misyonuna izin verilmiyor. Küfre karşı haykıran hacıların yakın tarihte nasıl bır kıyımdan geçirildiğine Beytullah tanıklık etti. Hz.İbrahim’in temellerini attığı bu kutsal mekanı misyonuna kavuşturmak, tüm inananların üzerine bir borçtur.
İbadet olarak miras kalan Hacc ve Kurban gerçekleştirilirken de, Hz.İbrahim, Hacer ve İsmail yadedilmeli. Beytullahı ziyaret, İbrahim peygamber ve ehlinin yaşadığı gibi bir hicret havasında olmalı. Tüm dünyalıklardan, nefsani ve şeytani düşüncelerden sıyrılarak, yalnız Allah’a iltica olunmalı. Hacer gibi arayış halinde olmalı. İsmaillere ve kendilerine hayat verecek su arayışı. O kutsal mekanlardan getirilecek en güzel hediyeler, bu arayışla elde edilen tevhidi azıklardır. Hem kendimize, hem de ehlimize ve çevremize. Bu hediyeleri arayış yerine, cicili bicili maddi hediyelerle heder edilecekse, haccın ruhundan kopuk bir eylem olacaktır bu ziyaret. İbrahim gibi, İsmail gibi taşlamalı, Allah’a asi olmalarını telkin eden şeytanı... Ama yürekten ve samimi. Daha büyük taş atmayla şeytana bir zarar verilemez. Bu taşın, kalpten gelen bir tepki olması gerek.
Ve kurban… Sadece biraz kan akıtıp et bayramı yapılmaması gereken kurban… Hz.İbrahim, yüce Rabbinden uzaklaşmasına sebep olarak gördüğü sevgisiyle, İsmail’i kurban ediyordu. Rabbini razı ederek, O’na yakınlaşma düşüncesiyle aralarına giren her türlü engeli kaldırmak istiyordu. Sadece ve sadece Rabbini razı etmek adına… Kurbanın kelime anlamı da yakınlaştıran değil mi? Hz.İbrahim, teslimiyetle bunu gerçekleştirirken Rabbi onu mükafatlandırdı ve bir koç lutfederek onu kurban etmesini istedi. Kurban eylemi, böylece bir sembol olarak gerçekleşti. İşte bizlere kalan kurban mirasıdır bu. Kurban eylemiyle, Allah ile aradaki engelleri samimiyetle kaldırma hedeflenmeli. Bunu gerçekleştirmekle ancak kurban ibadeti hedefine varmış olacaktır.
Hz.İbrahim, bu büyük mücadelesi sonrası, gelecek nesiller için Hz.İsmail ile birlikte Rabbine şöyle dua ediyordu:‘Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar…’ (10)
Bir mirastı bu dua da. Onlar, sacid bir nesil için dua ediyorlardı. Hem kendileri, hem de nesilleri için Rabbe boyun eğmeyi diliyorlardı. Çünkü kurtuluş budur. Neslimize konforlu bir hayat, zengin bir miras çabası içinde iken, ebedi kurtuluş için nasıl bir miras bırakıyoruz. Düşünmeye değer gerçekten.
Hz.İbrahim, hayatını Rabbine teslimiyet içerisinde geçirmiş, bıraktığı miras ve dualara layık olabilmemizi Rabbinden dilemiştir. Ne mutlu bu mirasa sahip çıkanlara….
Ne mutlu Millet-i İbrahim’den olabilenlere…
Ne mutlu onun duasına layık sacid neslin bir ferdi olabilenlere…. Ne mutlu…..
Kaynaklar:
1- Mümtehine 4 6- Enbiya 59-67
2- Bakara 130 7- Enbiya 68
3- Şuara 77-82 8- Enbiya 69
4- Mümtehine 4 9- Saffat 102
5- Enbiya 58 10- Bakara 128