“Resûl, kendisine Rabbinden indirilene iman etti ve mü’minler de iman ettiler…” (Bakara, 285-286)
Hz. Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem’in toplumla ilişkisi iki ana safhada tetkik edilebilir: Mekke’de müşrik bir topluma İslam’ın tebliği ve Medine’de Müslüman bir toplumun irşadı.
Bu iki safha birbirinden ayrı gibi görünse de Hz. Resûl-i Ekrem’in insanı hakka yöneltmesinde takip ettiği yöntemler bağlamında aynı noktada buluşur.
MEKKE’DE MÜŞRİKLERİ İSLAM’A DAVET
Mekke insanı, materyalistleşmiş, yani maddeye tapar hâle gelmişti. Maddeye tapmak; salt putlara tapmak değildir, kişilerin maddi varlıklarına göre konumlandırılmaları ve kişilerin her şeyi maddi bir çıkar için yapmalarıdır.
Hz. Resûl-i Ekrem, toplumu madde taparlıktan hakka yöneltmenin mücadelesini vermiştir. O, toplumu yüce Allah’ın emrettiği bir mana toplumuna dönüştürme yönünde uğraşmıştır.
Mana; davranış söz konusu olduğunda fedakârlıktır. Fedakârlık, kişilerin dünyalık bir çıkar beklemeden başkaları için can ve mallarından vermeleridir. Maddeye tapışın olduğu yerde fedakârlık yoktur. Kişiler, her eylemi, ekonomik, cinsi tatmin veya makam gibi tatminler için gerçekleştirirler. Ama bazıları fedakârlık söyleminde bulunur, onun üzerinden profesyonel bir ikiyüzlülük geliştirerek çıkar sağlamaya çalışırlar. Böylece ikiyüzlülük (riya, gösteriş) de toplumun yaygın bir hâline dönüşür.
Böyle bir toplumda sadaka vermek, zaman zaman doğrunun yanında görünmek gibi hâllere tanıklık edilir. Ancak bu hâller,
1.Sistematik değildir, yani kurumsal/sürekli olmaktan uzaktır.
2.İstisnadır.
3.Özü itibariyle varlık sahibinin sadaka vermesi fedakârlık değildir, belki bugünkü ifadelerle sosyal bir sorumluluk gösterisidir.
Zira fedakârlık, kişinin kendinden kısıp kendine dokunacak bir verişte bulunmasıdır. Örneğin, kişinin bir inanç uğruna canını vermesi ya da yoksullaşacağını bile bile elindekini muhtaç insanlara vermesidir.
Örneğin, Mekke koşullarında Hz. Resûl-i Ekrem’in ticaretini bırakıp kendisini davasına adaması, varsıllıktan yoksulluğa davası uğruna gönüllü olarak geçmesi; Hz. Yasir ve Sümeyye’nin (Allah onlardan ve cümle Ashabdan razı olsun), ölümü göze alarak imanlarını ikrar etmeleri, fedakârlıktır.
Mekke’de Hz. Resûl-i Ekrem’den önce bu anlamda fedakârlık, Hanifler bağlamında dahi ölmüştü. Hanifler, yaşananları görüyorlardı ama toplumla karşı karşıya gelmemek için inandıklarını topluma anlatmıyor, ana toplumsal yapı içinde kendilerine yönelik bir tepkiye yol açmayacak söz ve davranışlarda bulunmakla yetiniyorlardı. Dolayısıyla Haniflik adına kimin iman edip etmediği de tamamen onların başkalarına dokunmayan bireysel ibadetleriyle kalıyordu. Bu da nefisten yana bir fedakârlık olsa da toplumla ilişkiler bağlamında fedakârlık değildir.
Rabbimiz Allah celle celâlühü’nün “Resûl, kendisine Rabbinden indirilene iman etti ve mü’minler de iman ettiler…” (Bakara, 285-286) ayet-i kerimesindeki tanıklığıyla Hz. Resûl-i Ekrem,
1.Yakinî bir imanla iman etmişti.
2.Bu yakinî imanı amel ile ilan; Hanif ehlinde olduğu gibi salt nefsinden yana bazı kısıtlamalara gitmek ve bazı ibadetleri yapmakla sınırlı değildir.
Hz. Resûl-i Ekrem, “Ey örtüsüne bürünmüş peygamber, kalk insanları uyar. Rabbini yücelt. Elbiseni temizle” (Müdessir 1-4) yüce fermanına mazhar olunca onun bireysel hâli, toplumla iletişimle bütünleşmiştir.
Hz. Resûl-i Ekrem, o andan sonra,
1.Kendisinin kesin bir imanla iman ettiğini ifade etmiş.
2.İmanında ihlas sahibi olduğunu toplumsal ilişkilere yönelik ameliyle ilan etmiştir.
Bu toplumsal ilişkilerin bir yanı, canını davası söz konusu olduğunda tehlikeye atmaktan sakınmamasıdır; diğer yanı ticaretini heba etmesidir. Her ikisinin toplamıyla ilişkili olarak ise yakın veya uzaktaki bir maddi/dünyevi materyalde gözünün olmadığını ortaya koymasıdır.
Eğitim; kişilerde davranış değişikliği meydana getirmektir. Hz. Resûl-i Ekrem’in Mekke toplumunda davranış değişikliğine yönelik devrimi kendisini ilgilendiren tarafı itibariyle bundan ibarettir.
Hz. Resûl-i Ekrem, bütün Mekke’ye ve civarına materyale/maddeye tapmayan; yani materyal/madde söz konusu olmadan da harekete geçebilen bir önder ve topluluğun var olabileceğini ameliyle ilan etmiş, ortaya koymuştur.
Her toplum, imtihanını kendi gerçekliği içinde yapar. Mekke de Hz. Resûl-i Ekrem’i sürekli madde/materyal noktasında imtihan etmiştir. Bir yandan O’nu ve Ashabını ölümle tehdit ederken öte yandan kendisine materyalin üç birleşeni çok mal-sınırsız cinsellik ve yüksek makamlar teklif etmiştir.
Buna karşılık Hz. Resûl-i Ekrem, davasından vazgeçmeyeceğini kendi kelâmıyla en kararlı bir şekilde ifade etmiş, öte yandan kendisinden önceki Resûllerin dili üzerinden de “’Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir.’ (Şuara 109) mealindeki ayet-i kerimelerle onlara cevap vermiştir. Herhâlde Mekke sürecinde en çok tekrarlanan ayet-i kerimeler bu mealdeki ayet-i kerimelerle kınama ile ilgili ayet-i kerimelerdir.
Zira materyalist toplumların manevi yaptırımı kamuoyu baskısıdır. Bunun da en önemli aracı kınamadır.
Hz. Resûl-i Ekrem’i materyal ile ikna edemeyen Mekke toplumu, materyalizmin manevi baskısını, yani kamuoyu baskısını devreye sokmuş, onun üzerinden Onu vazgeçirmeye çalışmıştır. Buna karşılık Hz. Resûl-i Ekrem, vakarla dururken sıklıkla kendisinden önceki Resûllerin kavimleri karşısında ifade ettikleri gibi kınamadan korkmadığını ifade etmiş ve ameliyle de ispatlamıştır. Hz. Resûl-i Ekrem, ilahi kelam üzerinden kararlılıkla toplumun kınamasına karşılık yüce Allah tarafından kınanmayı öne çıkarmış, böyle bir kınanmanın, asıl kınanma olduğunu ifade etmiştir.
Hz. Resûl-i Ekrem’den önce iktidar olmak; daha önceki peygamberlerin yolu bir yana, bir kişinin hanedanı için iktidar talep etmesi ve böyle bir iktidar için menfaat gruplarını etrafında toplayıp o ortaklarla birlikte oluşturduğu asabiye ile tahta oturması şeklinde gerçekleşiyordu.
Hz. Resûl-i Ekrem ise kendisi için hiçbir şey talep etmeden hakka yöneliş üzerinden iktidar yoluna çağırmış; topluma sadece hakkı talep ettiğini ve onları da hakka yönelteceğini temin etmiştir. Hz. Resûl-i Ekrem’in daveti dünyevi anlamda bundan ibarettir. Kişiler, dünya zemininde son mükâfatı ahirette elde etmek üzere hakka yönelecekler, hakkı hakim kılacaklar, hak için kendilerinden, toplumsal konum ve varlıklarından vazgeçeceklerdir.
Hz. Resûl-i Ekrem, on üç yıl boyunca Kelime-i Tevhid’i kabul üzerinden davasını anlatırken bu hakka inanma, hakkın yanında yer alma, hak için kendinden vazgeçme çizgisinden milim taviz vermemiştir. O bu kararlı hâliyle, devrin insanına, insanlığın önderi olduğunu ispatlamış, inandırmış, bunun üzerinden onlarda davranış değişikliği hasıl edip onları şirkten tevhide getirmiştir.
MEDİNE’DE MÜSLÜMAN TOPLUMU İRŞAD
Hz. Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem, ne Mekke’de Müslüman bireyi ne Medine’de Müslüman toplumu kendi hâline bırakmıştır.
Medine’de ayakları şişinceye kadar nafile namaz kıldığı gibi nasıl olur da bu kadar ayakta durur deninceye kadar Mescid-i Nebevî’de ve diğer mekânlarda vaaz ve nasihatte bulunurdu.
Anlatmak… Anlatmak… Anlatmak… Hz. Resûl-i Ekrem’in Mekke’de olduğu gibi Medine’de de en önemli irşad aracıdır. Ancak Hz. Resûl-i Ekrem, aynı zamanda artık bir devlet başkanıydı ve Onun toplumla ilişkiler nezdinde iki imtihan noktası vardı:
1.Adaleti gözetecek miydi?
2.Devrin maddeye esir olmuş devlet başkanlarına benzeyecek miydi?
Toplum, ifade etsin veya etmesin Hz. Resûl-i Ekrem’in sadakat, ihlas ve fedakârlığına buradan bakacaktır.
Hz. Resûl-i Ekrem, adaletten asla şaşmadı, kızı Hz. Fatıma radiyallahü anha’nın dahi hukukun dışına çıkma hakkının olmadığını temin etti, toplumun en zayıf bireylerinin dahi hak ve hukukunu gözetti.
Bununla beraber Mekke’de iken yüz vermediği dünyaya Medine’de yönelmedi. Dünyevi bir makamı haşa hevası için kullanmadı, ahiretteki makamı, makam-ı mahmud için imkân bildi. Dünyaya ahirete giden bir basamak gözüyle baktı ve öyle yaşadı.
Hz. Resûl-i Ekrem’in geçmişiyle (Mekke’deki hâli) ile ahir hali (Medine’deki hâli) arasındaki tutarlılık, itikat esasları arasındaki tutarlılık, sözü ile ameli arasındaki tutarlılık toplumla ilişkilerindeki ana irşat aracıdır.
Hz. Resûl-i Ekrem, sade bir hayat yaşamış, gece yarıları tehecüdde bulunmuş, sıcak günlerde oruç tutmuş, Tebuk boylarına çöllerde seferde bulunmuştur.
Hz. Resûl-i Ekrem, yüce bir ahlak üzere bulunmuş, bütün insani ilişkilerinde kusursuz bir önder olmuştur. Toplum da Onun yüce önderliğine tabi olmuştur.
1.RESÛL-İ EKREM’İN DAVET VE İRŞADINDA ORTAK YÖNLER
Hz. Resûl-i Ekrem’in davetinin ilk gününden ahirete irtihal ettiği güne kadar Onun toplum ve bireylerle ilişkilerine hâkim olan bazı ortak noktalar vardır. Bunlar esasa intikal eden ve asla değişmeyen noktalardır.
1.İmanındaki samimiyeti en güçlü dille ikrar, başka bir ifadeyle söylediklerine iman ettiğini bütün hâlleriyle ispat.
2.Ameliyle ilan, yani söyledikleriyle amel ederek ideal bir örnek olarak davasını duyurmak ve davası için yaşam kanalı açmak. (Zira davalar ancak, örnek insanlar üzerinden toplum içinde bir yaşam kanalı bulur ve o yaşam kanalı genişledikçe dava topluma hakim olur.)
3.Hakkı ikrardan ve hakkı tekrardan asla vazgeçmemek ve usanmamak, (Bu noktada hakkın ikrarı kadar tekrarı da önem arz etmektedir.)
4.Davet ettiklerinin gündeminden başlasa da onları davanın gündemine çekmek, başka bir ifadeyle güncelden, değişken olandan hakka davet için istifade etmek, değişkeni sabit olan için değerlendirmek.
5.Öfkelenmemek, soğukkanlılığını asla kaybetmemek, (Bu Hz. Resûl-i Ekrem’in daveti boyunca en mühim esaslardan biridir. Hz. Resûl-i Ekrem, ne cahiliyenin babası şehirli, sözde hikmet ehli Ebû Cehil’e bağırıp çağırmış ne Mescid-i Nebevî’de bevleden bedevi cahile, ne ezanla alay eden çılgın delikanlılara…)
6.İknâyı esas almak. (Öfke ile ikna arasında ise bir ters orantı vardır. Öfke, çoğaldıkça dava sahibi iknadan zora yönelir ve zora yöneldikçe gücün söz konusu olduğu yerde iknanın yerini sahte bir teslimiyet alır.)
7.Sözünü mutlaka hikmetle ifade etmek, her ne söylüyorsa neden söylediğini beyan etmek.
8.Özünde hep devrimci, keskin, açık (mübin) bir davayı ifade ederken tatbikatta maslahatı, dolayısıyla ıslahatı gözetmek.
9.Her tür aksi duruma karşı sabretmek.
10.Doğruyu sürdürmede kararlı olmak.
11.İfade ettiklerini takip edip yanlış anlamaları ilahi kelam veya kendi kelamı üzerinden gidermek.
12.Davasının dosdoğru yayılması kadar dosdoğru kalması ve yaşanmasına da önem vermek.
Neticede, Hz. Resûl-i Ekrem, kendisine yüce Allah tarafından vahyedilmiş bir maarif sistemi vardır. Hz. Resûl-i Ekrem, o sistemi hakkıyla uygulamıştır. O sistem, özü itibariyle çağlar üstüdür. Bugün de takip edilecek yegane sistem odur.
Rabbim, bizi Ona hakkıyla tabi olanlardan eylesin…
Allahümme salli alâ Seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve bârik ve sellim…
Dr. Abdulkadir Turan