Çoğu zaman bizler kitap, dergi okur; konferanslara, seminerlere katılırız. Fakat özlemle duymak istediğimizi burada değil de başka yerlerde duyabiliriz. Tıpkı Einsten gibi, Newton gibi, Arşiment gibi duyduklarımız ve gördüklerimiz sayesinde buldum diyerek haykırmak istediğimiz durumlar olabiliyor.
Konu bağlamında düşündüğümüzde psikoloji bilimi bu tür öğrenmeleri kavrayış yoluyla öğrenme olarak izah eder. Nedir kavrayış yoluyla öğrenme, içgörüyle öğrenme? Uzun süre uğraştığın bir işin sonucunu hiç beklemediğin bir durumda şaşırarak öğrenmek olarak yorumlanır.
İçgörü oluşturma sürecinde artık deneme-yanılma olmaz. İçgörü oluşturma önceki yaşantılara bağlıdır. Fakat içgörü oluşmaya başladığında denemeler bırakılır, zihin önceki denemelerin sonuçları arasındaki doğal ilişkileri yakalayarak farklı çözüm yolları arayışına girer ve sonunda kavrayarak öğrenir. Bilim literatüründe çok önemli olan bu konuyu önemsemek gerektiğini düşünenlerdenim. Tecrübeyi ifade eden bu konuyu çeşitli örneklerle pekiştirerek izah etmeye çalışacağım inşallah.
Geçen gün iki değerli büyüğümle muhabbet edip çay içme fırsatım oldu derken ezan okudu. Abdestimizi alıp namazımı kıldık. Muhabbetimiz yarım kaldığı için tekrar dönüp muhabbetimize devam ettik. İkisinin de tecrübesine inandığım için kendi alanımla ilgili anahtar cümleleri yakalamak adına içimdeki ses ümitlerimi artırdı. Muhabbet başladı. Toplumdaki yozlaşmadan konu açıldı.
Biri ‘'Biz olaylar üzerinden değerlendirmeler yapıyoruz, aslında olgular üzerinden gitmek lazım. Kötü insanlarla değil kötülükle mücadele etmek lazım.'' Muhabbet güzelleşince diğer abimiz ‘'Durun bu konuyla ilgili ben size yıllar önce yaşadığım bir meselemi anlatayım. Sizin de çok sevdiğiniz şu an aramızda olmayan bir abimizle bir dostu ziyaret etmek için bir köye gittik. Köyün yaylasında oturuyorduk, bir kuzu meledi. Allah mekânını cennet etsin, hepimize vesile olan bu abimiz gidip kuzuyu kucakladı. Kuzuyu kucaklayınca annesi kuzunun yanına yanaştı daha sonra bütün koyunlar toplandı.
Abimiz kuzuyu bıraktı ve sordu. Siz bu tablodan ne çıkardınız? Bir fikrimiz yoktu. O abimiz: “Bakınız eğer bu toplumu düzeltmek istiyorsak önce yavrularını koruyup kollamamız lazım. Bu sayede ebeveynler de bu hikmet pınarından içmiş olur.”
Başka bir örnekte ise Budist bir bayan turist 2003 yılı Ramazan ayında Türkiye'ye gelir. Birkaç günlük gezisi sırasında kimsenin gündüz bir şey yememesi dikkatini çeker. Bir gün bir lokantaya girer yemek ister, burada da bir ilginçlik vardır. Yemeğin verildiği yer dışarıdan görünmüyordur. Bunun sebebini sorunca garson:
Ramazan abla Ramazan, der. Turist bayan bir şey anlamaz. Ertesi gün tanıştığı rehberini yemeğe çağırır o da "Ramazan" deyip geçiştirir. Merak eder sorar: “Nedir bu Ramazan?” Rehberi bu ayın Müslümanlar için kutsal bir ay olduğunu, bu ayda Müslümanların gündüz bir şey yiyip içmediğini uzun uzadıya anlatır. Neden aç kalıyorlar, niçin nasıl gibi sorular ardı arkasına gelir ve bayan otele gider. Nasıl olurda sadece yaratıcı yemeyin diyor, kimse yemiyor şeklinde düşüncelere dalar hem bu tanrı budaya hiç benzemiyor. İslamiyeti araştırır ve şu kanaate varır sadece yaratıcı emrediyor diye yeme içme gibi temel ihtiyaçlardan vazgeçiliyorsa bu fedakârlıklara katlanılıyorsa bu din batıl olamaz diyerek iman ediyor ve Müslüman oluyor.
Selam ve dua ile...