Gündemin gürültüsü içinde hafta sonunda atlanan bir haber vardı. Macaristan Başbakanı Victor Orban, Budapeşte'de düzenlenen yıllık değerlendirme toplantısında yaptığı konuşmada, Avrupa'nın sığınmacı krizine ilişkin açıklamalarda bulunurken “Avrupa'da büyük şehirlerin İslamlaşması günden güne ilerliyor” beyanatında bulundu.
Orban, İslamlaşma tespitini analiz de ederek yaşanan gerçeği Avrupa'da kültürel değerlerin değişmesine ve Hristiyan kültürüne sahip nüfusun azalmasına bağlıyor.
Yine Orban'a göre “İslamlaşma”, “Avrupa için kötü bir rüya” ve bir “istila”dır. Orban, bu kötü rüyanın önüne Maceristan'ın güneyini tel örgülerle çevirerek engellemeye çalıştığını duyuruyor, “Batı Hristiyanlığının son ülkesiyiz. Biz istikrarlı bir şekilde, en büyük kitleleri bile durdurmaya hazırız. Ortodoks ülkeler de cesur bir şekilde savaşıyor. Sırbistan, Romanya ve Bulgaristan'ı takdir ediyoruz.'' diyerek İslamlaşmaya karşı Katolik-Ortodoks ittifakını haber veriyor.
İslam, yüzyıllar boyu Avrupa'nın sınırlarını zorladı. Ama Avrupa'nın İslamlaşması, ince örülen sıkı Katolik tarikatı engeline takıldı. İspanya'yı fetheden Müslümanlar, Fransa'ya geçmedi. Fatih Sultan Mehmed'in ordusu, onun vefatı üzerine Roma kapılarından geri döndü. Sonraki Osmanlı orduları da Orban'ın başbakan olduğu Macaristan'ı fethetti ama Viyana kapılarını aşamadı, Orban'ın ifadesiyle “Latin Hıristiyanlığı”nın coğrafyasına açılamadı.
Latin Avrupa'sında İslamlaşma, Endülüs'ün İslamsızlaştırılmasından yüzyıllar sonra Avrupa'nın İslam dünyasında sömürgeler kurmasıyla başladı. Ardından II. Dünya Savaşı'nda Avrupa, kitlesel bir insan kaybına uğradı; savaş sonrasında, sanayisinin ihtiyaç duyduğu personeli İslam dünyasından getirtmek durumunda kaldı. O Müslüman işçiler, nice Avrupalının Müslüman olmasını sağladı. Hikmet-i İlahi, Müslüman sultanların Avrupa'da başaramadığını sömürgelerden getirilen yarı köle Müslümanlarla yine İslam dünyasından getirilen ekonomik bakımdan en zayıf Müslüman işçiler başardı.
Batı, değerler bakımından iflas etmiş; Batı'nın özgürlük adına kurduğu yaşam tarzı Batı'yı bitirmiş. Orban, bu açıdan haklı. Batı'nın kendi değerler sisteminde inşa ettiği kilise gibi kurumları iflas etmiş, yaygın havaya uyarak tükenme yaşıyor. Batı, Protestanlığı canlandırarak ve kısmen Polonya gibi ülkelerde Katolik kilisesini yeniden var ederek İslamlaşmanın önüne geçmeye çalışıyor.
Lakin bu önlemler, Avrupa'ya çare olmuyor. Avrupa, bir kısım zavallı mültecinin çaresizliğini kullanıp onları kiliselere doldurmaya çalışırken daha doğrusu kiliseleri onlarla doldurmaya çalışırken o çaresiz mülteciler Avrupa için İslamlaşmanın yeni bir aşamasının aktörlerine dönüşüyor. Genelde güçlüler zayıfları dönüştürürken söz konusu İslam olunca zayıflar güçlüleri dönüştürüyor.
Bunun altında yatan bir etken katı Katolik değerlerin aşınması olabilir. Ama asıl etken, o sömürgelerden getirilen insanların, Avrupa'ya sığınan işçilerin ve mültecilerin imanlarının ve İslamî değerlerini yaşatma azimlerinin çektikleri bütün sıkıntılara rağmen sarsılmamasıdır, davranışları ile örnek birer şahsiyet olmalarıdır. Başka bir ifadeyle Avrupa'yı Müslümanlaştıran, Avrupa'nın bozulması değildir tek başına. Müslümanların yaşadıkları facialara rağmen iyi kalmalarıdır. Müslümanların, insanlığın aradığı “iyi insan” olma vasfını korumalarıdır.
Batı, İslam'la mücadelesinde tarihî deneyimler edinmiştir. Orban'ın dikenli tellerinin, mülteci akışını kısmen engelleyebileceğine inanmışsa da bu iletişim çağında İslam'ın yayılmasının önüne geçemeyeceğinin şuurundadır.
Batı, Müslümanın “iyi insan” imajının İslamlaşmanın en önemli etkeni olduğunu görüyor; tarihi boyunca bu imajı yok etmek için önlemler geliştiriyor. Son İslamlaşma sürecinde de bulduğu en etkili engel budur.
İnsana iyilik vasfını kaybettiren en kötü fiillerin başında kardeş kanını dökmesi gelir. Malum olduğu üzere “Kabil”i kötülüğün simgesi yapan onun Habil'in kanını dökmesidir.
Tarih boyunca Müslümanların ihtilafı ve çatışması, Müslümanın “iyi insan” imajına zarar vererek İslam'ın yayılmasının önündeki engeli teşkil etmiştir.
Müslümanlar, I. Dünya Savaşı'yla karşılaştıklarında kardeş kanı dökmeyi kimi basit kabile savaşları dışında epeydir unutmuşlardı; Yemen gibi kronik kan dökücü bir iki yer bir kenara bırakılırsa İslam dünyası kardeş savaşından epey önceleri uzaklaşmıştı.
Müslümanlar, Müslümanların kardeşliğinden güç alarak o savaşta Batı'nın karşısında durdular. II. Dünya Savaşı'ndan sonra ise Filistin, Moro, sonraları Afganistan, Çeçenistan, Bosna ümmet şuurunun yayılmasında büyük bir etken oldu. Müslümanların kardeşliği, birbirlerine sahip çıkmaları üzerinden İslamî şuur, İslam dünyasında doruk yaptı. Müslümanlar, mezhep, milliyet fark gözetmeden birbirlerine sahip çıkıyor, imkânları az olsa da kardeşlerine yardımları ile teselli vermeyi başarıyorlardı. Dünya alttan alta Müslümanların dayanışmasını konuşurken Müslümanların acıları dahi İslamî şuuru İslam dünyasında yayıyor; bunun yanında İslamî tebliğin Müslüman olmayan kesimler arasında yayılmasını da sağlıyordu.
1990'lı yılların ortalarına kadar gelen bu süreç başta Afganistan, Pakistan ve Irak olmak üzere Batı'nın Suudi Arabistan üzerinden gerçekleştirdiği operasyonlarla sekteye uğratıldı, ardından etkiye tepkiyle buna mezhebist bir karşılık bulundu ve bu iki yapının üzerinden İslam dünyası 2000'li yıllardan sonra bir yıpratılma sürecine tabi tutuldu.
Selefist yapılarla Batınî yapıların ortak özelliği, gözleri dışarıdan içeriye çevirmeleri, dışarıdan İslam'a yönelen tehditler yerine kendilerince buldukları iç tehditleri abartarak, iç çatışmayı farklı bahanelerle kutsayarak Müslümanları iç çatışmaya sürüklemeleridir.
İslam dünyasının dikkati dışarıda iken bu iki yapının karşılıklı olarak harekete geçmesiyle bir anda içeriye döndü. Dünyayı ıslah etmek isteyen “iyi insan” Müslümanlar, bir anda kardeş katlinde bulunan “kötü insan”a dönüverdi.
Müslümanların tarihte yaşananlardan farklı olarak bu seferki avantajları, mevcut iletişim dünyasında Batı'nın bu sorundaki katkısının saklanamaması ve Müslümanın “iyi insan” imajına yönelik saldırıların bütün Müslümanları kapsayacak şekilde yayılamamasıdır.
Belli ki Avrupa insanı, gerek iletişim imkânları gerek yaşanan süreçlerden sonra artık Müslümanı kapısında komşu olarak görmesiyle imaj bozan gelişmelerden eskisi kadar etkilenmiyor. İslam dünyasında “kötü insan Müslüman”ın haberlerini duysa da sanal veya yüz yüze iletişim üzerinden “iyi insan Müslüman”la karşılaşıyor ve aradığı iyiliğin İslam'da olduğunu görüyor, ona bakıp İslam'ı seçiyor.
Müslümanlar, yaşananlar üzerinde muhasebelerini yapmalı ve oyunu görmeliler. Gözler bir kez daha içeriden dışarıya dönmelidir.
İslam'ın Avrupa'da yayılmasının bir “kötü rüya”nın gerçekleşmesi, bir “istila” olmadığını Batı'nın iyilik arayan, iyi insan arayan insanına duyurmak, şuur ehli her Müslümanın vazifesidir.
Batı'da oluşturulan fobiyi dağıtmak, bunu önüne geçilemez bir sempatiye dönüştürmek gayet kolaydır: İçeriden dışarıya dönmek, suçu hep Müslümanda bulan “kötü eleştiri”den vazgeçip dünyayı suçtan, günahtan kurtaracak büyük davete yönelmek…
İslam karşıtlarının algı becerisi malumdur. Özde zayıf olan, kara propaganda ile işini yürütür. İslam karşıtları özde zayıftır ve bütün sermayeleri kara propagandadır. Bugüne kadarki kara propagandalarının en mühim başarılarından biri ise Müslümanın tövbe eğilimini “etkisizleştirici, tüketici” bir özeleştiriye dönüştürmek oldu.
İç muhasebe, her zaman iyidir. Ama iç muhasebe, iç düşmanlığa döndüğünde yıkıcıdır. Müslümanlar, iç muhasebenin iç düşmanlığa dönüşmesine izin vermeden dertlerini dünyanın emperyalizmden şikâyetçi bütün kesimlerine duyurmalı, İslam'ı en büyük düşman ilan eden modern dünya sisteminden Müslümanların yanında diğer kesimlerin de çektiklerini açıklamalı, dünya toplumlarını etkileyecek dili geliştirmelidirler.
Dünya, bizim iç çatışmalarımızı gören arena koltuklarında oturan Romalı konumundan tebliğimize muhatap olan iyilik arayışındaki insan konumuna dönmelidir. Bunu yapmak, dünyanın değil, bizim elimizdedir; dünyanın değil bizim vazifemizdir. Biz, “iyi insan” Hz. Muhammed Mustafa'ya inanmış “iyi insan”larız; böyle olmalı ve dünyaya aradaki her tür engeli aşarak kendimizi böyle duyurmalıyız.
Özetle biz, insanlığın kötü rüyası değil, gün aydınlığı olmalıyız.
Bunu başarmaya başladığımız gün acılarımız azalacaktır.
Ocak ayı sonunda Hatay'da İslamiyet'i seçen Alman vatandaşı Silke Daniele Sommer adlı kadının Müslümanlaşması bunun güzel bir kanıtıdır. Alman kadın, Hatay'da bir yolculuk esnasında tanıdığı Hatice Sarıbay isimli sıradan bir Müslüman kadında “iyi insan”ı bulmuş ve İslamiyet'i seçmiştir.
Bunun en bariz iki örneği Türkiye'de yaşandı: 28 Şubat'ı İslam karşıtları icra etti ama süreçten sonra Müslümanın eleştirisi Müslümana döndü. Benzer bir durum 15 Temmuz'dan sonra da icra edildi. 15 Temmuz'daki darbeyi engelleyen cemaat, tarikat ve yapılar, neredeyse darbe girişiminin müsebbibi gibi ilan edilecektir.
Görüş ve Önerileriniz için... aturan@dogruhaber.com.tr