İhlâs Risâlesinin giriş bölümünde Üstad, İhlâs’ın tanımını yaptıktan sonra İhlâs’ı kazanmanın gerekliliğini öz bir şekilde beyan etmiş, İhlâssızlığın veya İhlâsı kırmanın doğuracağı muhtemel zararlara değinmişti. Akabinde İhlâsı kazanmak, muhafaza etmek ve İhlâsı zedeleyecek engelleri bertaraf etmek için dört düsturu kardeşlerin kendilerine rehber edinmeleri gerektiğini belirtmişti. İnşaallah bu yazımızda rehber edinmemiz gereken ilk düsturu öz olarak izah edeceğiz.
BİRİNCİ DÜSTURUNUZ
“Amelinizde rıza-yı ilahi olmalı”
Amel her türlü fiil, iş ve oluşumun adıdır. Başka bir deyişle insanın dışa yansıyan tarafı, yani zahiridir. İnsanın düşüncede ve teorik aşamada olan itikadının mücessemleştiği bir olgu ve bir değerdir. Hangi düşünce ve inanışta olursa olsun olaya somutluk ve şahsiyet kazandıran unsur ameldir. Mü’min, kafir, münafık... kısacası her zümrenin kendi içindeki konumunu belirleyen; zahire yansıyan halidir. İyi-kötü, kalite-kalitesizlik amelde gizlidir. Kişinin dünya görüşüne göre iyi olsun, kötü olsun tümüne genel olarak amel deriz. Zira iyi-kötü bir oluşum ve hareketin ortaya konması söz konusudur. Ancak İslam buna farklı bir boyut kazandırmış ve ‘Salih amel’ diye nitelemiştir ki Üstad’ın da ‘Amelinizde’ sözündeki kastı, İslam’ın öngördüğü salih ameldir.
Bu noktada önemli bir farkın ortaya çıktığına şahit oluruz. Çünkü her insan güzel ve müspet amelleri işleyebilir. Yani ister kafir, ister münafık... Hatta kimi zaman bir mü’minden daha da öte faydalı işler yapabilir. Ancak bunlar salih amel sınıfında ele alınamaz, ‘Hasene’ sınıfında değerlendirilir. Dolayısıyla hasenede bir ideoloji ve itikad sorunu yoktur. Bunu yapabilmede mü’min de, kafir de, münafık da ortaktır. Ama ‘Salih amel’ de itikad ister. İşte bu itikadın doğurduğu fiillere İslam; ‘Salih amel’ der.
Kur’an-ı Kerim’de de bu fark apaçık göze çarpar. Nitekim ‘hasene’ mutlak olarak zikredildiği halde ‘salih amel’ ise “ellezine amenu” kaydına alınmıştır. İşte Üstad Bediüzzaman Hazretleri, düsturların hemen başında İslam itikadının öngördüğü ve bugün ümmetin en büyük sorunlarından biri olan amel konusuna değinmekte ve amelsiz bir mü’min düşünülemeyeceği için “amelinizde” ibaresini kullanmaktadır.
Tabii salt amel ve şekilcilik tamamıyla bir mana ifade etmez. Zira pek çok insanın amelde kemaline hükmedilir ancak Kur’an’ın onları münafık diye nitelediğine şahit oluruz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi o amel İslam’ın ideolojisine ve itikadına dayanmamakta ve rıza-yı ilahi gözetilmemektedir. Dolayısıyla batın ile zahirin çelişkisi söz konusudur ki, bundan dolayı İslam’da mü’min değil de münafık diye ayrı bir zümre olarak adlandırılmışlardır. O halde Mü’min batın ile zahirinin uygunluk arzettiği, başka bir ifadeyle amelinin itikadına dayandığı, düşünce ile amelinin uyuştuğu kimsedir. Üstad da bu hassasiyete binaen “Amelinizde” sözünü “rıza-yı ilahi olmalı” kaydıyla bağlamıştır. Yani; amel işleyiniz ama o ameliniz itikadınıza dayansın, içinizde rıza-yı ilahi dışında bir şey olmasın ki amelinize halel gelmesin.
Görüldüğü gibi amel-niyet arasındaki ilişki de net bir şekilde ortaya konulmuştur. Ve bu ilişki İhlâs ile İhlâssızlık arasındaki ince çizgiyi ifade eder. Bu noktada her Mü’minin bu hassas noktaya azami derecede ehemmiyet göstermesi elzemdir. İlahi dergaha arz edilecek amelin halis olması ve hiçbir şeyle bulanık olmaması gerek. Çünkü Allah amellerin sadece kendisi için olanını kabul eder.
Bununla beraber amel sadece ibadetlerle kayıtlı bir yansıma ile sınırlı değildir. Bilakis ibadetleri kapsamına aldığı gibi cemiyet bünyesindeki her türlü hizmeti de kapsamına almaktadır. Bugün en az ibadetler kadar bir değer ve mana ifade eden Kur’an ve iman hizmeti ve o hizmetin öngördüğü kaide ve kurallarda da rıza-yı ilahiyi elde etme gayesi en büyük düsturumuz olmalıdır. Üstad’ın ameli mutlak olarak zikretmesi de bu genellemeye yöneliktir. Zira bir şey mutlak olarak zikredilince o türdeki her şeyi kapsamına aldığına hükmedilir. Dolayısıyla “Amelinizde” denilince, cemiyet bünyesindeki iman ve Kur’an hizmeti; gerek ferdi, gerekse toplumsal her türlü fiil buna dahildir. Nitekim Üstad Barla Lahikasında buna atfen şöyle demektedir:
“İbadet ve dini hizmetlerde rıza-yı ilahi kâfidir. Eğer o yâr ise, her şey yârdır. Eğer o yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş para değmez.”
Yine şehit alimlerimizden biri tavsiyelerinin birinde şöyle demektedir:
“Asıl hedef ve maksadınız; Allah’ın rızasını kazanmak ve O’nun razı olduğu kullarının arasına girmek olmalıdır. İşinizi yaparken; salt başarılı olmak ve iltifat görme için yapmayınız. Kendinizi sürekli Allah’ın murakabesinde biliniz. Şüphesiz O, kalplerinizin künhünde olanı bilmekte ve O’nun sadık katipleri her şeyinizi kaydetmektedir.”
O halde mü’min, amelinde daima Allah’ın rızasını gaye edinmeli ve sürekli murakabede bulunarak hangi niyetin İhlâsı kıracağını bilerek uyanık olmalıdır. Şeyh Attar bir beytinde;
“ Allah’tan bir an gafil olursan o anda şeytanın hemdemi olursun” demektedir.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri Birinci Düstura devamla şöyle der:
“Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.”
Gerçekten de O razı olduktan sonra tüm dünyanın küsmesinin, düşmanlığının, saldırısının hiçbir ehemmiyeti olamaz. Çünkü her şeyin Rabbi, terbiye edicisi, tüm sebeplerin yaratıcısı olan Allah razı olmuştur. Tarihe bakınız, gönderilen Peygamberlerin durumunu mütalaa ediniz. İnsanların imanının kurtulması için en halis bir şekilde çalışıp çabalarken pek çoğunun şehit edildiğine, ezalara ve hakaretlere maruz kaldıklarına inananlarının olmadığına veya bir-kaç kişiyi geçmediğini görürsünüz. Ama davalarını yüzüstü bıraktıklarına tarih şahit olmamıştır. Nedir bu muazzam dayanak ki insana bu denli irade ve kuvvet bahşedebiliyor? Şüphesiz ki İhlâs’ın kazandırdıklarındandır. Evet, ‘O razı olduktan sonra, bütün dünya küsse bile önemi yok. Allah kabul ettikten sonra, bütün halk reddetse etkisi yok.’ İşte İhlâslı kulların durumu... Şahit olduğumuz ve yaşadığımız gerçekleri adeta dile getirmekte Üstad Bediüzzaman Hazretleri. Muhacerat, esaret, bela ve musibetler, türlü türlü hile ve desiselere karşı bir avuç müslümanın direnç ve sebatı şüphesiz ki takdire layık en büyük haldir. Mesele mü’min insanın Rabbine razı olacağı şekilde farz olan vazifesini eda etmesidir.
Dolayısıyla bu vazifeyi ve yükümlülüğü idrak ederken karşılaştıkları hüsran olarak nitelendirilemez. Hüsran; rıza-yı ilahi yolunda sarf edilen emeğin başka yöne kanalize edilmesi ve sapmasının sonucudur. Zira İslam’da en büyük hedef rıza-yı ilahiyi elde etmek ve hizmetin sürdürülmesidir. Karşılaşılan veya yaşanılan her türlü zorluk ve zahmet ise o rızaya ulaşmak için bir basamak hükmündedir. O halde “O razı olsa bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.”
Büyük İslam mücahidi Şeyh Said efendinin idam sehpasında iken söylediği şu sözler bunun mücessemleşmiş ve abideleşmiş şeklini ifade etmektedir:
“Eğer Allah için, din için kavga vermişsem, Şu basit dallarda asılmaktan perva etmem.”
Birinci düstur şöyle devam eder;
“O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, siz istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder.”
Bu bölümde Üstad önemli bir ikazda bulunmakta ve insanın asıl vazifesini hatırlatmaktadır. Yirminci Lem’a da ise buna daha da açıklık getirmekte ve şöyle demektedir;
“Cenab-ı Hakkın rızası İhlâs ile kazanılır; fertlerin çokluğu ve fazla başarı ile değildir. Çünkü bunlar vazife-i ilahiyeye ait olduğu için, istenilmez, belki verilir. Evet, bazen bir tek kelime kurtuluş ve rıza sebebi olur. Kemiyetin (sayının) önemi o kadar göz önünde bulundurulmamalı. Çünkü bazen bir tek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-yı ilahiye sebeb olur... Bazı peygamberler gelmişler ki, sayılı birkaç kişiden başka tabileri olmadığı halde, yine o kutsal peygamberlik vazifesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, tabi olanların çokluğu ile değildir. Bilakis hüner, rıza-yı ilahiyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırsla ‘Herkes beni dinlesin’ diye, vazifeni unutup ilahi vazifeye karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenab-ı Hakkın vazifesidir. Vazifeni yap, Allah’ın vazifesine karışma.”
On yedinci Lem’a’da ise Üstad;
“Yani, medar-ı necat ve halâs, yalnız ihlâstır. İhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. İhlâsı kazandıran, harekâtındaki sebebi sırf bir emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı İlâhî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlâhiye’ye karışmamalı” der.
O halde insanın vazifesi ilahi rızayı elde etmek için iman ve Kur’an yolunda hizmet etmek ve çabalamaktır. İnsanların hidayeti veya teveccühü onun vazifesi değil, bilakis Allah Azze ve Celle’nin vazifesidir. Muhakkak ki O, bu İhlâs ve çabayı sonuçsuz bırakmayacaktır. Hikmetinin gerektirdiği yerde ve zamanda en küçük bir şeyi dahi vesile yapıp halkların teveccühünü yöneltecek olan O’dur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teala, Resulüne şöyle ihtarda bulunmaktadır;
“Onların hidayete erdirilmeleri senin elinde değildir. Fakat Allah dilediğine hidayet eder...” (Bakara Suresi 272)
Mevlana da Mesnevisinde şöyle der;
Firavunun yüz binlerce mızraklı ordusunu, Musa’nın bir asasıyla kırdı.
Calinos’un yüz binlerce tıbbi devası ve tedavisi de İsa’nın nefhası karşısında batıl oldu.
Yüz binlerce şiir defteri, Ümmi bir zatın tekellümü karşısında utanç vesilesi oldu.
Şüphesiz bunları yaptıran o peygamberler (Allah’ın selamı üzerlerine olsun) değildi. Onlar sadece vazifelerini yapmakla sorumluydu. Bunların tümünü yaptıran yalnız rızası için çabaladığımız Rabbimizdir. Yeter ki niyetler doğru olup O’nun rızası gözetilsin.
“Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenab-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.”
Allah bizlere tüm amellerimizde rıza-yı ilahiyi gözetmemizi nasip etsin.
İnzar Dergisi