Rabbimize sonsuz hamdler olsun, Muhammed Mustafa’ya, tüm Müslümanlara, özel olarak da siz okuyucularımıza selam olsun.
İhlâs Risalesine bu ayki bölümü ile devam etmeye çalışacağız inşallah.
İkinci düstura devamla;
“İşte ey Risale-i Nur şakirtleri ve Kur’an’ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine layık bir şahs-ı manevinin azalarıyız. Ve hayat-ı ebediye (ebedi hayatın) içindeki saadet-i ebediyeyi (ebedi saadeti) netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve selamet sahili olan Darüsselama ümmet-i Muhammediyeyi (ASM) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede (Rabbani bir gemide) çalışan hademeleriz.”
Üstad Bediüzzaman Hazretleri cemaati üç sıfatla tanımlıyor; İnsan-ı kâmil, saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrika ve Darüsselam’a ümmet-i Muhammediyeyi (ASM) çıkaran Rabbani bir gemi.
Evet, cemaat bir insan-ı kâmil niteliğindedir. İnsan-ı kâmil yani kâmil insan, İslam’ın öngördüğü ve hedeflediği insan modelidir. Diğer dinler veya inanışlarda, İslam’daki kâmil insan modeli yoktur. Bilakis bunu tatmin edici kahramanlar vardır. Herkül, Süpermen vb. gibi… Bunları tahlil ettiğimizde yine de ‘insan-ı kâmil’den çok daha farklı bir mantığa dayandıklarını görürüz. Zira onların bu kahramanları “insanüstü”dür, “üstün insan” değil. Oysa insan-ı kâmil “üstün insan”dır. Bu fark şunu ifade eder; ‘insanüstü’ denen varlık Kur’an’ın deyimiyle “Üsvetün hasene (en güzel örnek)” olamaz. Yani bir örneklik veya taklid edilebilirlik söz konusu değildir. Dolayısıyla ‘İnsanüstü’ için örneklik mümkün değilken, ‘Üstün insan’ (insan-ı kâmil) insanlar için model olacak “en güzel örnek”tir.
Cemaatın insan-ı kâmil oluşuna gelince: Ayrı ayrı her bir kardeş düşünülecek olursa hata ve eksikliklerinin olduğu, bununla beraber her birinin de kendine göre kemal ahlaklarının bulunduğu bir hakikattır. İşte her bir fertteki kemal ahlak bir araya gelip birbirini takviye edince ‘en güzel örnek’ olan insan-ı kâmil portresinin manen cemaat olarak şekillendiğini görürüz. Başka bir deyişle cemaat ve hizmet içerisindeki her bir ferdin kâmil ahlakı, bünyesini oluşturduğu cemaatı, insan-ı kâmil konumuna taşır ve “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanınız” buyruğunun tezahürü gerçekleşir. Doğal olarak her bir ferdin, o şahs-ı manevinin (cemaatın) her adımına ve de olaylar karşısındaki tavrına bakıp o ahlakı yakalaması ve onu örnek alması lazım gelir. Üstad da bunun ifadesi olarak; “insan-ı kâmil ismine layık bir şahs-ı manevinin (cemaatın) azalarıyız. Ebedi saadeti netice veren bir fabrikanın çarklarıyız ve cennet yurduna ümmet-i Muhammediyeyi (ASM) çıkaran Rabbani bir gemide çalışan hademeleriz” demiştir.
Cemaati bu şekilde vasıflayan Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bunun ardından cemaat olmanın gerekliliğine ve cemaat olmanın özelliklerinden olan teavün (yardımlaşma) ve ittihad (birlik) konularına atfen şöyle der:
“Elbette, dört fertten bin yüz on bir kuvvet-i maneviyeyi (manevi kuvveti) temin eden sırr-ı ihlâsı (ihlâs sırrını) kazanmakla tesanüd (dayanışma) ve hakiki ittihada muhtacız ve mecburuz.
Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile (rakamsal değerlerle) ittihad etse yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet (kardeşlik sırrı) ve ittihad-ı maksat (maksatların birliği) ve ittifak-ı vazife (ortak vazife) ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvet ve kıymetinde olduğu gibi, hakiki sırr-ı ihlas (ihlas sırrı) ile, on altı fedakâr kardeşin kıymet ve kuvvet-i maneviyesi (manevi kıymet ve kuvveti) dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye (tarihi olay) şahitlik ediyor.”
Gerçekten de üç tane ‘bir’ sayısı ayrı ayrı düşünülecek olursa, pek bir değer ifade etmez. Ancak bu ‘bir’ sayıları yardımlaşıp birleşerek yan yana gelince yüz on bir sayısını oluşturacak ve dolayısıyla bir güç ve değere çıkacaklardır. İşte bunun gibi de bir insanın ferdi çalışması ile binlerce, yüz binlerce veya milyonlarca insandan oluşan bir cemaatin birlik ve dayanışma ile çalışması, hiç şüphesiz kıyas bile edilemez. Bu birlik ve dayanışmanın, dolayısıyla da bereketin dayandığı ilkeler; kardeşlik sırrı, hedefte birlik, hizmetin (yürütülen mücadelenin) ortak oluşudur. Bu ortak hususlar tenkidi, büyüklenmeyi veya gıpta ve haset ile ihlâsı zedeleyip kırmayı değil; belki ihlâsı netice veren yardımlaşmayı, birliği ve taksim-ül a’mali (işleri paylaşmayı) gerekli kılar. Bu konuda İkbal şöyle der: “Harekette birlik olmazsa, fikirde birlik faydasızdır.”
“Bu sırrın sırrı şudur ki; Hakiki, samimi bir ittifakta her bir fert, sair (diğer) kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya, on hakiki müttehid adamın (sanki gerçek manada birleşmiş, bir araya gelmiş on adamın) her biri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevi kıymeti ve kuvvetleri vardır. (Haşiye) ”
İşte ortak bir hizmet için bir araya gelip ihlâs ile, ahlaki ilke ve prensiplere riayet ile birleşip cemaatleşmenin önemi budur. Cemaat içindeki her bir fert o insan-ı kâmilin gözü, kulağı ve aklıdır. Bir insan bir şeyi görüp düşünürken, o insan-ı kâmil binlerce şeyi görüp binlerce ayrı düşünceyi bir anda yapabilir.
Başka bir risalede Üstad;
“Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârane ittihad (uyumluluğu ifade eden birlik) gittiği vakit, manevi hayat da gider. ‘Çekişmeyin; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz elden gider’ (Enfal – 46) işaret ettiği gibi, tesanüd (dayanışma) bozulsa cemaatin tadı kaçar. Bilirsiniz ki, üç elif ayrı ayrı yazılsa kıymeti üçtür. Tesanüd-ü adedi ile ictima etse (sayıların birleşmesi ile bir araya gelirse) yüz on bir kıymetinde olduğu gibi, sizin gibi üç-dört hadim-i Hakk (Hak hizmetçisi), ayrı ayrı ve taksim-ül a’mal olmamak ciheti ile hareket etseler (hiç işleri kendi aralarında paylaşmaya gitmeseler bile), kuvvetleri üç-dört adam kadardır. Eğer hakiki bir uhuvvetle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle (dayanışmayla) birbirinin aynı olmak derecede bir tefani (kardeşlerin birbirinde fani olması) sırrıyla hareket etseler, o dört adam, dört yüz adam kuvvetinin kıymetindedirler.” (Barla Lahikası)
Bu düsturun sonundaki haşiyede Üstad, ihlâs ile samimi bir şekilde yardımlaşıp birleşmenin ölüm korkusuna dahi bir siper olduğunu oldukça güzel bir misal ile anlatıp bu düsturu bitiriyor:
“(Haşiye) Evet, sırr-ı ihlâs (ihlâs sırrı) ile samimi tesanüd (dayanışma) ve ittihad (birlik), hadsiz (sayısız) menfaate medar (vesile) olduğu gibi, korkulara, hatta ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-ı istinaddır (dayanak noktasıdır). Çünkü ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye (hakiki kardeşlik sırrı) ile rıza-yı ilahi yolunda, ahirete müteallik (yönelik) işlerde kardeşleri adedince ruhu olduğundan, biri ölse; ‘Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla manevi bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum’ diyerek, ölümü gülerek karşılar. Ve; ‘O ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum’ der, rahatla yatar.”
Kardeşler arasındaki sevgi ve muhabbetin, yani birbirinde erimenin kazandıracağı anlayışı budur. Nitekim birbirini seven (İslami çerçevede) iki insan, eskiden beri sürdürdükleri muhabbetlerini ihlâsla ve kendilerinden geçerek yaşatacak olurlarsa zamanla aynı niteliklere bürünerek birbirlerinin aynı olurlar.
Allah bizlere, ahlaki ilkelere riayet edip birlik ve dayanışma ile iman ve Kur’an hizmetini yürüterek tefani sırrını idrak etmeyi ve yaşamayı nasip etsin.
İnzar Dergisi