Bir buçuk milyarlık kemmiyyete sâhib İslâm âleminin bugünkü dağılmış, bölünmüş, dolayısıyla da güçsüz kalmış manzarası; inanç sistemimizin esâs aldığı keyfiyyet noktasındaki azîm hatânın haber vericisi olmalı değil midir? Fakat, bu haber vericiye kulakları tıkama modası herkesi sarmış durumda. Asrın hastalığına, elbette “Asrın İmâmı” olan zevât-ı âliyye eğilecektir. Nitekim, öyle de olmuştur.
Mes’eleyi bir buçuk milyar üzerinden düşünmekte zorlandığımız için, “ümmet” bazından “cemâat” bazına çekerek düşünmeyi deneyelim. Bedîüzzamân Hazretleri, hastalığın gözüken a’râzı olan “çekişme, ihtilâf çıkarma, nizâ etme” hâdiselerine set çekebilmek için Kur'ân eczâhânesinden ilâc ararken, eline Enfâl sûresinin 46.âyeti lütfedilmiştir. Âlemlerin Rabbi, “Velâ tenâzeû!” emri ile, çekişmelerin, kavga çıkarmaların önünü kesmektedir.
Ortada dünyâ menfaatleri bulunurken, insanoğlu nasıl kavga etmeyecek, bu mümkün müdür? Hâbil-Kâbil ile başlayan nizânın çağlar ve devirler sonra bile “bir karış toprak” için, “bir yudum su” için, “bir cins-i latîf” için, “bir fânî makám” için, “bir menhûs şöhret hissi” için hâlâ devâm ediyor olması da gösteriyor ki; insan varsa, illâ kavga olacak demektir. Peki, âyette geçen bu yasak emri niçindir?
Âyet-i kerîmenin mâkabline baktığımız zamân, mes’eleyi kavramamıza bir yol açıldığını görüyoruz. Enfâl sûresinin 45.âyeti, “cihâd” ile ilgilidir. “Ey îmân edenler! Bir düşman topluluğuyla karşılaştığınız zamân sebât edin ve Allâh’ı çok zikreyleyin ki felâha erebilesiniz!” buyurulmuş. Arkasından gelen “Ve lâ tenâzeû” âyeti ise burası ile bağlıdır.
Mezkûr 46.âyetin başında Rabbimiz, “Allâh’a ve Rasûlüne itâattan ayrılmayın” emrini verdikten sonra “Ve lâ tenâzeû”ya geçiyor. Şimdi bu iki âyette ehl-i îmândan istenenlere bakınca şu sıralamayı görüyoruz:
“Bir düşman topluluğu ile karşılaşınca sebât etmek (yâni, harbden kaçmamak), o sıkıntılı zamânda bile Allâh’ı zikretmek (yâni, ‘en büyük zikir’ olan namazı terk etmemek), Allâh’a itâat etmek, Rasûlüne itâat etmek…” Ve işte bu emirleri yapma husûsunda “nizâ etmemek, ihtilâf çıkarmamak”!..
Peki, Bedîüzzamân Hazretleri kendi talebelerine ve o cadde-i kübrâ yolunu ta'kíb edecek olanlara niçin “cihâd” ile ilgili âyetten delîl getirmiş? Bunun üzerinde biraz kafa yormakta fayda yok mudur?
İslâmın “cihâd” emri ikidir. Birisi “maddî cihâd” farîzasıdır ki, Dârü’l-Harb’deki harbî kâfirlere karşı veyâ İslâm beldelerini işgál eden mütecâviz kâfirlere karşı silâhla yapılanıdır. Tıpkı bugün Çeçenistan, Afganistan, Irak, Doğu Türkistan, Filistin ve Bosna Müslümanlarının yaptığı gibi. İşte böyle bir “cihâd” esnâsında “harbden kaçmak”, bütün fıkıh kitâblarına göre “ekberü’l-kebâir” denilen “en büyük günâhlar” sıralamasında “yedinci” olarak zikredilmektedir. Bedîüzzamân Hazretleri ise bu sıralamayı eserlerinde yaparken, “harbden kaçmak” maddesi yerine “bid’alara tarafdâr olmak” maddesini zikretmiştir. (Barla Lâhikası, Tenvir Neşriyat, s.353).
Zîrâ, “cihâd” emrinin ikinci kısmı, “ma'nevî cihâd” sahasıdır. Bu ise, Dârü’l-İslâm’daki cühelâ ve münâfıklara karşı yapılan “ilmî” cihâddır. İşte bu ilmî cihâd esnâsında ma'nevî mücâhidlerde meydana gelen “bid’alara tarafdâr olmak” hastalığı, maddî cihâd esnâsında “düşmandan kaçmak” gibi ma'nevî mes’ûliyyeti olan bir cürümdür. Çünkü, Müslümanlar arasındaki ihtilâfların bütün sebebi hep bu “bid’alara tarafdâr olmak” hastalığından kaynaklanmaktadır. “Bid’a” denen ma'nevî hastalığı, yazımızın başlığında “İhlâs yolunu kesen harâmî” diye vasıflandırmamız da bu yüzdendir. Merhûm Üstâd’ın, bid’alara tarafdâr olanları kendisine “dost” bile saymadığı ma’lûmdur (Bkz.Mektûbât, s.353).
Mâdem ki Müslümanlar arasındaki çekişmelerin, düşmanlıkların ana temeli bu “bid’a” denen ma'nevî hastalığa yakalanmak veyâ tarafdâr olmaktır; o hâlde önce onun tedâvîsi cihetine gidilmesi elzem olmaktadır. “Lem’alar” isimli eserin “On Birinci Lem’a” başlıklı kısmı, müstakillen bu mes’eleye hasredilmiştir. İslâmın Kur'ân ve Sünnet’le tesbît edilmiş esâslarını “değiştirmek, kaldırmak, bozmak” ma’nâlarına gelen “bid’a” unsuru, o eserde “maraz” (hastalık) olarak ele alınmış; çâre ve ilâc zımnında ise “Sünnet-i Seniyye” tavsiye edilmiştir.
Elimize Kur'ân ve Sünnet düstûrlarını alarak mes'elelere yaklaştığımız zamân, Müslümanlar arasındaki bütün ihtilâflı hâdiselerin neredeyse tamâmının “bid’a” hastalığının içimize girmesinden kaynaklandığını rahatlıkla görebiliriz. Ya kötü niyetli insanlar bilerek bu ma'nevî hastalık mikrobunu içimize bulaştırmışlar; veyâ bizim fıkıh ilminden habersizliğimiz sebebiyle cehâletimizden kaynaklanan bir “bid’a” tarafdârlığı vücûd bularak mü’minler arasında istenmeyen nizâ ve çekişmelerin tohumu atılmıştır. Zamânla cehâlet öyle koyu bir taassub hâlini almış ki, şimdi artık o yanlışın Kur'ân ve Sünnet eksenindeki doğrusunu gösterdiğiniz hâlde bile bir “kabûl” yumuşaklığı görülmüyor.
Hastalığın ana sebebinin Kur'ân ve Sünnet çizgisinden uzaklaşmak, yâni “bid’alara tarafdâr olmak” olduğunu ne zamân anlar ve gereğince amel etmeye yönelirsek; Müslümanlar arasındaki ihtilâfların, çekişmelerin, bölünmelerin durduğunu ve yumağın tersine çevrileceğini ancak o vakit görürüz. Yoksa, “fetefşelû ve tezhebe rîhuküm”(sonra içinize korku düşer ve devletiniz elden gider) hükmü belimizi bükmeye devâm eder.
“İhlâs” risâlesindeki esâslar ile “Uhuvvet” risâlesindekiler, biribirinden ayrılmayan ana umdelerdir. Her ikisini birlikte ele alır ve “Kur'ân ve Sünnet” düstûrları muvâcehesinde incelersek; mü’minlerin ciğerini yakan ayrılıkların, fitnelerin önünü kesme çârelerini görürüz. Ama, önce “tiryâku marazı’l-bid’a” olan “Sünnet” eczâhânesinin farkına varmak gerekiyor.
Hani biz “mü’min” idik, hani bizim şiârımız “Semi’nâ ve ata’nâ” idi? Bilhassa Risale-i Nûr ile meşgúl olanlar hani “sahabe mesleği” içindeydiler; o zevât-ı kirâmın ana vasfı, “İşittik ve itâat ettik!” değil miydi? O zamân, evvelâ kendi nefsimizi Kur’ân’ın, Sünnet’in ve Risâle-i Nûr’un prensipleri ile hesâba çekmemiz gerekmez mi?
Hani “Bu hizmet-i Kur’âniyyedeki kardeşlerimizi tenkid etmeyecek” idik? Hani “bine kadar bir birler” aramızda varken çakıl taşları hükmündeki hatâ ve kusûrlarımızla meşgúl olmayacaktık? Hani “Kadınlar yuvalarına dönmeli” emri hepimizi bağlayacaktı? Hani “kadının bir kal’ası ve siperi çarşafı” idi? Hani Kur'ân “heykel ve resmi yasaklamış” idi? Hani “bütün mü’minler kardeş” idi? Hani “tarafgirlik, inat ve hased” hastalıkları uhuvvet ateşini söndürüyordu?
Kimseyi muhâtab almıyorum, evvelâ kendi zâlim nefsime hitâb ediyorum. Herkes de kendi nefsini muhâtab alarak bu nûrlu düstûrları dikkatle tekrâr tekrâr gözden geçirmeli, onların ne kadarına uyup uymadığını kontrol etmelidir.
Unutmayalım, dersimizin ilk emri “İnneme’l-mü’minûne ihvetün” âyeti ile başlamaktadır. Îmân ve Kur’ân fedâîlerine düşen, önce kendi “îmân” merâtibimizi sorgulamak; eğer o motora rağmen “kardeşlik” yokuşunda tekleme oluyorsa, gerekli tedbîrleri evvelâ îmân cebhesinde almaktır. “Bid’at, dalâlet, sünnete uymama vb” yol kesiciler müdâhil olmuşlarsa, o ağırlıklardan tez zamânda kurtulmaya çalışmaktır.
“Îmân=uhuvvet” denkleminin her iki kefesini biribirine eşitleyene kadar durmak yok. Ya bu işi başaracağız, ya bu işi başaracağız… Minâre tepesi ile kuyu dibininin ortası yok…
Ney’den dinlediğimiz kaç asırlık “hikâyet” faslı hep “ayrılıklardan şikâyet” mi olmalıdır? Yok mudur güldürecek baht-ı kara mâderini?..
İnzar Dergisi