İnsanların ihtilaf etmesi kadar tabii bir şey yoktur. Tarih boyunca insanlar her konuda ihtilaf etmişlerdir. Bundan sonra da ihtilaflar ilanihaye devam edecektir. Hiç ihtilaf edilmesin demek; fıtrata karşı çıkmak ve adeta muhali istemektir. Çünkü insanlar farklı özelliklerde yaratılmışlardır ve davranışları da buna göredir:
“De ki: Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi bilendir.” (İsra 17/84)
Aşağıdaki ayet-i kerimenin iki tefsirinden birine göre, insanın yaratılış amaçlarından biri de ihtilaftır.
“Rabbin dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı. Fakat Rabbinin merhamet ettikleri müstesna onlar ihtilafa devam edeceklerdir. Zaten onları bunun için yarattı.” (Hud 11/118-119)
Hem ihtilaf kötü bir şey de değildir. Eğer hiç ihtilaf olmasaydı her şey tekdüze olur ve çok az gelişme olurdu. Farklı fikirlerin ortaya çıkması ise gelişmeyi ve gerçeğe ulaşmayı sağlar. Kötü olan ise ihtilaf değil; özellikle de dinde, iftirak (parçalanma)tır.
Dinde ayrılığa düşmeme hususu o kadar önemlidir ki sadece bu ümmete değil diğer peygamberlere ve ümmetlerine de adeta bir inanç ilkesi gibi emredilmiştir.
“Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin, diye; Nuh’a emrettiğini sana vahyettiğini, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğini size de din kıldı.” (Şura 42/13)
Burada iftirakın başlangıç noktasının ihtilaf olduğu söylenebilir. Buna binaen olsa gerek İmam Şatıbi, el-Muvafakat adlı eserinde ihtilafı ikiye ayırıp, ihtilaf, ihtilaf edenleri birbirinden uzaklaştırmıyorsa bu İslami (muteber) bir ihtilaftır; ama eğer ihtilaf, araya kin ve düşmanlık sokuyorsa bu İslami (muteber) bir ihtilaf değildir, der.[1]
Bu sebeple Müslümanlar arasında ihtilaf olmasın diye çabalamak hem gereksizdir hem de netice vermesi mümkün değildir. Çünkü ihtilaf olacaktır. Dolayısıyla asıl çaba, ihtilafın ayrılığa dönüşmemesi için gösterilmelidir.
Hz. Ali radıyallahu anhın Mina’da namazın tam kılınmasına karşı tavrı, ihtilafı iftiraka sebep kılmama duyarlılığının güzel bir örneğidir. Resulullah aleyhisselatu vesselam, Hz. Ebubekir radıyallahu anh ve Hz. Ömer radıyallahu anh, Hac’da namazı kısaltarak (kasr) kıldırmışlardı. Hz. Osman radıyallahu anh da halifeliğinin ilk döneminde böyle yapmıştı. Ancak sonradan namazı tam kılmaya başladı. Hz. Ali radıyallahu anh ve diğer bir kısım sahabe buna karşı çıktılar. Fakat onu ikna edemediler. Bu durumda Hz. Ali’nin tavrı çok önemliydi. Eğer namazda Hz. Osman’a tabi olmayıp namazı ayrıca kısaltarak kılsaydı – muhtemelen ona tabi olacak çok kişi ile beraber – ihtilafı ayrılığa dönüştürmüş olurdu. Ama böyle yapmadı. Müslümanların birliğinin bu konudaki içtihat farklılığından daha önemli olduğunu görerek Hz. Osman’a tabi oldu ve ayrılığın önüne geçti. Bu tavrının sebebini soranlara verdiği cevap da önemliydi:
“Ben muhalefet etmekten hoşlanmam.”
Burada kastı fikri muhalefet değil ayrılığa yol açan muhalefettir. Çünkü fikri olarak ayrı düşündüğü ortadaydı. Nitekim kendi halifeliği döneminde de eskisi gibi namazı kısaltarak kıldırmıştır.
İmam Şafii’nin Bağdat’ta sabah namazında kunut okumaması da birliğin içtihat farklılığına tercih edilmesinin anlamlı bir örneğidir. Bilindiği gibi İmam Şafii, sabah namazında kunut okunacağı görüşündedir. Hanefilerde ise sabah namazında kunut okunmaz. İmam Şafii, Hanefi mezhebini taklit eden Bağdatlılar arasında sabah namazı kılarken, onlar gibi kendisi de kunut okumamıştır. Bunun gerekçesi için çeşitli sebepler söylenmiştir ama kanaatimce en güçlü sebep, Müslümanlar arasında ayrılık görüntüsü vermek istemeyişidir.
Birliğin önemi ile ilgili en dikkat çekici tavır ise Hz. Harun aleyhisselamındır. Hz. Musa aleyhisselam, kırk günlüğüne Tur-i Sina’ya gittiğinde İsrailoğulları, Samiri’nin yaptığı buzağı heykeline tapmışlardır. Hz. Harun aleyhisselam, onları bundan engellemek için sözlü uyarılarda bulunduğu halde daha ileri bir adım atmamıştır. Hz. Musa aleyhisselam dönüp de ona şiddetli tepki gösterince, bu tavrını şöyle gerekçelendirmiştir:
“Harun, Ey Anamın oğlu! Saçımı sakalımı çekme. Şüphesiz ben, İsrailoğullarının arasına ayrılık soktun, sözüme uymadın demenden korktum, dedi.” (Taha 20/94)
Hz. Harun aleyhisselama, Hz. Musa aleyhisselam dönünceye kadar bu kötülüğe sabretmek, İsrailoğullarını, buzağıya tapanlarla karşı çıkanlar arasında bir savaşa sürüklemekten daha ehven gelmiş olmalıdır. Muhtemelen Hz. Musa (as) döner dönmez bu tavırlarından vazgeçeceklerini de biliyordu. Nitekim Hz. Harun’un gerekçesinden sonra Hz. Musa (as) onu kınamamış, bir anlamda mazeretini kabul etmiştir.
Sonuç olarak; Müslümanlar arasında görüş ayrılıklarının olması tabiidir. Bir başına fikri ihtilaflar kötü de değildir. Önemli olan ihtilafı iftiraka dönüştürmemektir. Çünkü ayrılıklar başladı mı, araya kin ve düşmanlık girer. Araya kin ve düşmanlık girince de bütün kötülüklerin kapısı açılır.
[1] 4. Cilt, sh: 185
Ahmed Münir