İslamî siyasetin ana esaslarından biri halkla iç içelik, bir esası da tecdiddir. Bu iki esasa karşı iki tehdit ise elitleşme ve kurumsalcılıktır.
Allah’ın Peygamberi ve Onun halifeleri, daima halkla bir arada oldular. Mescit, onların birlikteliğini sağlayan en önemli ortak mekândı. Ama onlar, kendileri ile halk arasına sonradan hacip denen ve kelime anlamı “örten, üzerini kapatan” özel kalem müdürleri çalıştırmadılar. Bununla birlikte her fırsatta toplumun içine karıştılar, sorunları yerinde gördüler.
Nûreddin Zengî Hazretlerinin Dârü’l-Adl ile bir binaya kavuşturduğu adalet meclisleri de Hülafa-i Raşidin devrinden kalmadır. Onlar, haftanın belli günlerinde mescidde oturur, halkın emirlerle ilgili şikâyetlerini bizzat dinler ve adaletsizlikleri giderirlerdi.
Ne yazık ki henüz erken dönemlerden itibaren Müslümanlar, yöneticilik zafiyetlerinden olan elitleşmeye karşı mücadele etmek durumunda kaldılar. Bu mücadeleye rağmen, Müslüman yöneticiler, elit bir sınıfa bürünüp toplumdan kopabildiler.
Kurumsalcılığın hikâyesi ise farklıdır. Kurumsallaşmak, ilerlemek için zorunludur. Ama Müslümanlar, kurumsalcılığı gerektiği kadar benimsemekte güçlük çektiler. Hz. Ömer’in kurumsallaşma yönündeki çabaları tecdidden yoksun kalınca sonraki idareciler, devleti yönetme konusunda güçlüklerle karşılaştılar.
Sonraki İslam idarecileri, tecdide gitmek yerine bu açığı büyük ölçüde Bizans ve Sasani geleneklerinden yararlanarak giderdiler.
Müslümanlar, modern kurumsallaşmayı ise ancak 20. yüzyılda tam keşfedebildiler ama bu kez aşırı bir kurumsalcılık gibi bir sorunla yüz yüze kaldılar. Daha önce yeterli kurumlara sahip değilken, bu kez gereksiz kurum açma ve kurumlara kapanma gibi bir sorun yaşamaya başladılar.
Geldiğimiz noktada elitleşme ve kurumsalcılık, İslamî referanstan ister söz etsin ister söz etmesin, son dönemde İslamî bir dönüşüm yapmak isteyen bütün Müslüman ülkelerin ana iki sorununa dönüşmüştür.
Pakistan, Malezya, İran, Türkiye, Endonezya, Nijerya, Bosna… İslam alemi baştan başa bu iki sorunla boğuşuyor. Halka dayanarak iktidara gelen yöneticiler, zamanla toplumla aralarında duvar ördükleri gibi aşırı bir kurumsalcılıkla sistemlerini hantallaştırma sorunu da yaşıyorlar.
Türkiye’de bu iki sorunun iki simgesi, halka uzak konutlara yerleşen idareciler ve son olarak CİMER adını alan talep ve şikâyet sistemidir.
AK Parti, iktidarının ilk günlerinde milletvekili lojmanlarını kapatarak elitleşmeye karşı savaş açtı, vekil, halkla içe içe yaşayacak, dedi. Geldiğimiz noktada bütün memurlar, değişik sebeplerle devasa lojman kentlerine çekildiler, halktan koptular. Daha da kötüsü, halkla iç içe olması gereken belediye başkanları, ikametgâhlarını halk arasında gösterirken uzaklardaki lüks konutlarda yaşadılar.
Şahsen oturduğum ilçenin on beş yıl görev yapan eski belediye başkanı, hemen karşımızdaki binada oturuyor görünüyordu ama onunla sadece sandıktan sandığa karşılaşıyorduk. Çünkü gerçek konutu başka bir yerde, söylentilere göre Boğaz kıyısındaydı.
CİMER ise başta BİMER olarak kurulduğunda sorunların çözüm mekanizmalarından biriydi. Ama zamanla, sokağınızdaki çöp için bile bir duyarlılığınız söz konusu ise o merkezi sisteme girmek durumunda kaldınız. Zira yöneticiler, o merkezi şikâyet sisteminden komut almadan, onunla bir tür tehdit edilmeden iş yapmamaya başladılar. Sistem aşındıktan sonra ise başvuruda bulunanlarla alay etmeye başladılar; siz, CİMER’e söylersiniz, CİMER bize söyler, CİMER biziz kardeşim, diye halka çıkıştılar, halkın son şikâyet makamını da tükettiler.
Küçük bir sorun için ta Cumhurbaşkanı makamına şikâyette bulunmak her onurlu insanın zoruna gidiyordu, onların bu tavrı meseleyi daha da vahimleştirdi.
Elitleşme kibre, sorunları görmemeye, şayialara yol açar; kurumsalcılık ise halkın en çok rahatsız olduğu hantallaşmaya sebep olur.
Ki bu söz konusu olduğunda İslam’dan söz ederek siyaset yapmanın meşruiyeti ortadan kalkar, bunu da halk eninde sonunda aleyhte değerlendirir.