İlahiyat programı tartışmaları

Dr. Abdulkadir TURAN

İlahiyatların İslami yönlerinin güçlendirilmesi olumlu bir adımdır. Ancak bu adımlar, ilahiyatların medreseleşeceği anlamına gelmez. İlahiyatlar, medreselerin yerini tutamaz. Tanzimat öncesi medreseler de bugün İslam dünyasındaki âlim ihtiyacını karşılayamaz

İmam Hatipte öğrenciyken askerlik dönüşü okulumuza atanan ilahiyat mezunu bir öğretmenimizi hatırlıyorum. Henüz asker tıraşı halindeyken fıkıh dersimize girmişti. Daha ilk derste sınıf ortamımızda çok ağır sayılabilecek hakaretler eşliğinde bize ders anlatma ve derse çalıştırma yöntemini anlatmıştı.

Henüz 28 Şubat’a on yıl kala İmam Hatip lisemizle ilgili tedbir işaretleri görünüyordu. Sanki gizli bir el okulumuzdaki öğrenci sayısını azaltmakla meşguldü. Yer sorunundan dolayı lise birinci sınıf öğrenci sayısı yüz ile sınırlı tutulmuş ve o yıl hatırlayabildiğim kadarıyla elli dört arkadaşımız sınıfta bırakılmıştı. Lise ikinci sınıfa kırk altı kişi olarak başlamıştık, iki sınıfa bölmüşlerdi ve her sınıfta sadece yirmi üç öğrenci vardı.

İnşaallah, yazıya konu olan hocamız, bu operasyonun bir parçası değildir. O gün için bunu bilecek durumda değildik. Ama aralarında Mardin İmam Hatip Lisesi’nin değerli mezunları Abdulhakim Sonkaya ve Mehmet Şerif Çelik gibi Hocaların bulunduğu sınıf arkadaşlarımız için hocanın tutumu çok inciticiydi.

Arkadaşlarımız, asker hitaplı fıkıh hocamızı derste ibretle dinlediler fakat ders arasında ona iki sorulu bir sürpriz hazırladılar. İkinci dersin başında bir arkadaşımız ayağa kalktı ve “Hocam, dersimiz fıkıh size bir soru sormak istiyorum: Bizim dağ köylerimizde çeşme yok, su ihtiyacı kuyulardan karşılanıyor. Bununla ilgili de fıkhi problemler oluşuyor. Diyelim ki biri, yol kenarında bir su kuyusu kazdı, kışın kuyunun etrafında oluşan buz yola kadar uzandı, yoldan geçen biri bu buzdan dolayı ayağı kayıp hayatını kaybetti, acaba kuyu sahibine diyet düşer mi?” dedi.

Hocamız, daha şaşkınlığını üzerinden atmadan başka bir arkadaşımız kalktı ve “Hocam, benim de bir sorum var: Buralarda av hayvanları için kapan kuruluyor. Diyelim ki bir av hayvanı kapana düştü, ancak kapanı kendisiyle birlikte sürükleyip uzaklaştı, başka biri onu bu halde yakaladı. Av hayvanı kapan sahibinin midir yoksa hayvanı yakalayana mı aittir?” diye sordu.

Hoca, sınıfa merakla baktı ve “Bilmiyorum arkadaşlar!” dedi. Bu iki sorunun cevabını bilmemesi problem değildi. Ancak soruların cevabından oluşan sohbet ortamında ortaya çıkan bir gerçek vardı: Sadece fıkıh alanında değil, bütün İslami ilimlerde öğrenciler öğretmenlerinden çok öndeydiler. Her birinin babaları veya başkalarının yanında aldıkları eğitim, hocamızın beş yıllık ilahiyat öğrenciliğinden çok daha sahih bilgi biriktirmişti. Hoca çaresizdi, “Bundan sonra ders sizindir arkadaşlar” deyip teslim oldu.

İmam Hatip Lisesi öğretmeni, ilçe-il müftüsü ya da ilahiyat profesörü… Herkes biliyor ki Türkiye’de az-çok faydalı olan bir din alimi, bilgi ve terbiyesini ilahiyata değil bir medrese eğitimine, bir tasavvuf dergahına ya da İslami bir fikir akımına borçludur.

İlahiyatlar, tek başına alim yetiştirmedi ilahiyat programları İslam alimi yetiştirecek bir yeterlilikte olmadı. Ki ilahiyatların hedefi de bu değildi.

İlahiyatlar, “Bilen-Amel eden-Öğreten” sıfatıyla donanmış İslam alimleri yetiştirmek için kurulmadı. İslam alimi, belki bilgisinden çok hayatıyla öne çıkan kişidir. Pek çok alimimiz hitabet kabiliyetinden yoksundur ama onlar, hayat tarzlarıyla bulundukları mekânlarda çevrelerini aydınlatmış ve İslami bir hareketliliğe vesile olmuşlardır. Köy ve kasabalarda çoğu zaman medresedeki ders dışında alimler bilgilerini duyurma ihtiyacı bile duymamışlar, kürsülerden hatta kimileri minberlerden bile uzak kalmışlar ama halk, onların salih amellerinden ders almış, kendilerini onların terbiyesine bırakmıştır. Kişisel hayatı gözlemenin daha zor olduğu şehir merkezlerinde bilgisini vaazla duyurmak, kürsü ve minberlerden yararlanmak elbette ki bir gerekliliktir.

Ancak alimlerin hedefi hiçbir zaman kuru bir din bilgisi aktarmak olmamıştır. Onlar ilimlerini halkı ıslah için sunmuşlar, halk da onların sözlerinin eri kişiler olduklarını bilmiş, Mehmet Zahid Kotku Hazretleri ve daha nice alim misali o vaizlerin etrafında toplanmış. Bu toplanış bu memleketin İslami dönüşümüne büyük bir katkı sağlamıştır.

Her eğitim, kendi amacı doğrultusunda şekillenir; uzun ıslahatlardan geçse de kendi kuruluş amacından izler taşır. İlahiyatlar, bu gerçeğin dışında değildir.

Demirel’in 12 Eylül öncesi bakanlarından biri, “Benim için Diyanet İşleri Başkanı ile

Topu Kadastro Genel Müdürü arasında hiçbir fark yoktur” demişti. İlahiyatlar da bu zihniyetin sahipleri tarafından Batı’da “teolog”, Türkiye’de “din bilgini-din uzmanı-din araştırmacısı” denen kişiler yetiştirmek için kuruldu. O zihniyetin sahipleri için “teolog” ile “biyolog” arasında çok fark yoktur. Biri dini araştırır ve araştırmasını devletin hizmetine sunar, diğeri canlı varlıkları araştırır, araştırmasını devletin hizmetine sunar. Biyolog için bitkinin ihtiyacı ne kadar önemliyse bu zihniyetle yetişecek bir ilahiyatçı için de toplumun ihtiyacı o kadar önemlidir. İkisinin de hizmeti, araştırma yaptıkları alana değil, kendilerini araştırmakla görevlendiren kuruma(devlete) bakar.

İlahiyatlar, 2. Dünya Savaşı’nın ardından oluşan yeni dünyada devletin dini daha donanımlı bir şekilde kontrol etmesi için kuruldu. Konuyla ilgili değerli araştırmaları bulunan Prof. İsmail Kara şu tespiti yapıyor: “2. Dünya Savaşı sonrası şartlarda katı laiklik politikalarının tadil ve tashihe tabi tutulduğu zor bir dönemeçte 1949 yılında kurulan ilk ilahiyat fakültesi (Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) gerçekten İslami ilimlerin okutulduğu/öğretildiği/çalışıldığı bir fakülte gibi düşünülmemiş ve kurulmamıştır. O kadar ki ders programında temel İslami ilimler yoktur, ilk hocaları da çok büyük oranda ilahiyatçı değildir, çoğu Arapça bile bilmez.”

Ankara İlahiyat Fakültesi, kuruluş yıllarında çok garip bir tutumla İmam Hatip Lisesi mezunlarını kabul etmiyor, öğrencilerini düz lise mezunlarından seçiyor.

Menderes hükümeti 1959’da Ankara İlahiyat’a karşı Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı dört yıllık Yüksek İslam Enstitüleri açtı. Sadece İslami ilimlerin okutulduğu bu okulların öğrenci kaydı imam hatip lisesi mezunları ile sınırlı tutuldu.

Yüksek İslam Enstitüleri’nin durumundan rahatsız olan 12 Eylül yönetimi o yıllarda sayıları yediyi bulan bu enstitüleri kapattı, onların yerine Ankara İlahiyat’ın programının uygulandığı ilahiyat fakültelerini açtı. Böylece Ankara İlahiyat’ın zihinyeti, bütün ilahiyatların zihniyeti haline geldi.

DIŞARIYA YÖNELMEK SORUNU ÇÖZMEDİ

İlahiyat Fakülteleri eğitim açısından verimsiz, kontenjan açısından da sınırlı olunca 1980’den sonra çok sayıda öğrenci dışarıdaki üniversitelere yöneldi.

Başka şehirler görmek, farklı koşullarda yetişmiş hocalardan ders almak İslami ilimler eğitimi için olumludur. Ancak sağlam bir zemin olmayınca Kahire, Riyad, İslamabad gibi şehirlere giden öğrenciler, “kendilerine yabancılaştılar.” Çoğu, Türkiye’deki ilahiyat mezunlarından ilim bakımından önde olduğu halde kendilerini Türkiye koşullarında ifade etme güçlüğü yaşadılar; İmam Hatip Liselerinin öğretmen odalarında bir küskün gibi, bir yabancı gibi oturdular, Arapçaya sadece sınavlar için çalışmış meslek dersleri öğretmenleri kadar bile öğrencileri sürükleyemediler, yönlendirmediler. Diyanet’te kadro bulanlar, Yüksek İslam Enstitüsü mezunu vaizlerin yanında adeta kekeme gibi durdular, belki kürsülerde çok önemli bilgiler verdiler ama o bilgileri halkın anlayacağı bir dille ifade edemediler. Cami cematinin ilgisini canlı tutacak bir hitap yeteneğinden yoksun kaldılar. Pek çok yörede, İslami bilgisi ilmihal kitaplarını geçmeyen tasavvuf dergâhı mensupları onlardan daha çok esnaf üzerinde etkili oldu, esnafı çok daha iyi yönlendirdi.

Bazıları ise gittikleri şehirlerde büsbütün milliyetçi eğilimlerle şekillenmiş kimi akımları, Allah’ın Resulü’nün günümüze taşınmış sünneti saydı. Hiçbir yörenin milliyetçiliği, başka bir yörede etkili olmadığından onların bu düşünceleri de kendi yörelerine uymadı, kendi yörelerinde gereksiz ve tahrip edici çatışmalara yol açtı. İslami hizmetler onların getirdiği düşünceler yüzünden toplumla yabancılaşma problemi yaşadı, bu problem içerisinde kitlelere açılma imkanından yoksun kaldı.

ZİHNİYET DE DEĞİŞMELİ

Son iki yüzyılda İslama büyük hizmetler yapanlar, İslam’ın dışındaki dinleri ve artık bir din haline gelen ideolojileri bilmeyen alimler değildi. Aksine İslam’a büyük hizmetler yapanlar, dünya gerçeklerini bilenlerdi.

Geniş bir fıkıh bilgisine sahip oldukları halde yeni dünya hakkındaki bilgileri, Üstad Bediüzzaman’dan ve başkaları tarafından aktarıların birkaç cümleyi geçmeyen yöre alimlerimizin ızdırabı herkesin malumudur.

İlahiyatla ilgili son tartışmalarda Ankara İlahiyattan gelen “alim” değil, “teolog” (din uzmanı) olma probleminin kaynağı ilahiyatlardaki felsefe grubu dersleri olarak yansıtılıyor.

İlahiyat fakültelerinde felsefe grubu içinde yer alan Dinler Tarihi, Din Sosyolojisi, Din Psikolojisi gibi derslerin ağırlığı yüzde 25-27 olarak biliniyor. Kaldı ki bu derslerin zararlı olduğunu söylemek mümkün değildir. Aksine amacına uygun okutulmak koşuluyla bu dersler zararlıdır. Çağın alimi, sadece Budizmi ve Güney Amerika dinlerini değil, Marksizmi de liberalizmi de en azından genç bir Marksist kadar bilmek durumundadır. Problem bu din ve ideolojileri bilmek değil, onları İslami eğtim içinde bir araca dönüştürememekten kaynaklanıyor.

İlahiyat fakülteleri; İslami medreselerin devamı değildir, Tanzimattan sonra başlayan medreseye karşı mektebin ürünüdür. İlahiyatlar, mektep yeniliği içinde oluşmuş, o doğrultuda şekillenmiştir.

Yeni dönemde ilahiyatlarla ilgili bir yenilik tasarlanıyor. Bir iddiaya gore ilahiyatlar, felsefe derslerinden arındırılarak medreseleştiriliyor.

Tanzimattan son döneme kadar modernleşme projesi doğrultusunda yıkılan hiçbir kurumun yeri doldurulamadı; o kurumların yerine toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak kurumlar açılmadı.

Bu topraklar İslam’la yoğrulmuş. Burada İslam lehine yapılacak her pansuman olumlu sonuçlar verir, terimlerden endişe duymanın bir anlamı yok. Her ıslahat, İslami dönüşüme ancak hizmet eder. Ancak pansuman (ıslahat), İslam’a inananlar tarafından yapılıyorsa büyük dönüşüme vesile olacak şekilde programlanmalıdır. Böyle bir programlama her ıslahatı, ne kadar zayıf olursa olsun büyük dönüşümün bir basamağı haline getirir. İlahiyatların İslami yönlerinin güçendirilmesi olumlu bir adımdır. Ancak mevcut koşullarda ilahiyatlar medreselere dönüşemez. Medreselerin Tanzimat öncesi kimliğinde yeniden canlandırılması da bugünün İslami ihtiyaçlarını karşılamaz. Tanzimat öncesi medreseler bırakın bugünün, iki yüzyıl öncesinin bile ihtiyaçlarını karşılasaydı İslam dünyası bu duruma düşmezdi.

Müslümanlar, kendi İslami koşullarında kendi alimlerini yetiştirme hakkına sahiptirler; kendi çocuklarını kendi inançları doğrultusunda yetiştirme hakları da herhalde inkar edilemez. Medreseler, bugünün dünyasına hitap edebilecek alimler yetiştirecek şekilde yeniden açılmalı. Geleneğin üzerine oturacak bir medrese eğitimi, çağın gerektirdiği bilgilere kapalı olmamalı.

İlahiyatlardaki değişim ise anayasanın ve kanunların ruhuna sinen eğitimin temel amaçlarında yapılan değişimin bir aşaması olarak düşünülmelidir. Bu, eğitimde bütünüyle bir zihniyet dönüşümüdür. Bu zihniyet dönüşümü, anayasa ve kanunların yanında eğitimle ilgili her etkinlikte fiili bir karşılık bulmadan eğitim kurumlarının ihtiyacını karşılayacak ve toplumu büyük bir geleceğe hazırlayacak bir verimliliğe ulaşması beklenemez.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.