Başlık olmayı hak eden bu iki kelimelik ibare, bir Çin atasözü aslında...
Çinliler birine beddua edecekleri vakit, “İlginç zamanlarda yaşayasın!” derlermiş. Tabi bu söz akıl, izan ve ferasetin, olayları anlamakta aciz kaldığı durumları anlatmakta kullanılır olmuş.
Bir süredir, özellikle dış politikada bu söze haklılık kazandıracak bir sürece tanıklık ediyoruz.
Birkaç hafta önce ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, israil Cumhurbaşkanı Peres’le katıldığı bir programda, Suriye güçlerinin Halep çevresinde yığınak yaptığını bunun, stratejik ve ulusal çıkarları açısından Türkiye için bir kırmızıçizgi olabileceğini belirtti.
Takip eden süreçte ise, Rusya’nın Suriye’ye askeri helikopter gönderdiğinden tutun da, Türkiye’nin Suriye’ye haddini bildirmesi gerektiğini belirten açıklamalarına varana kadar, Türkiye’yi Suriye’ye karşı kışkırtacak her söylemi kullandı Anglo Sakson, Beyaz Bayan Clinton.
Kendinden daha küçük çocukları kavgaya tutuşturmak için basit ve çocukça tahriklere başvuran “mahalle abisi” rolündeki ABD ve israil, amiyane tabirle bu gaza gelen Türkiye’nin Suriye karşısındaki mevcut pozisyonundan oldukça memnun görünmektedir.
Hele hele halkları Müslüman olan iki ülkeyi savaşın eşiğine getiren “uçak meselesi”, mezkûr şeytani güçlerin ağzını kulaklarına değdirmiştir eminim.
Neden memnun olmasınlar ki?
Bu kaotik ortamda bizzat kendi istihbarat örgütleri ya da kontrolleri altındaki kukla örgütler aracılığıyla her türlü cinayeti işleyebilecek ve Suriye tarafından Türkiye’ye taciz anlamına gelebilecek komplo ve kumpaslara imza atabileceklerdir.
Tam da bu noktada süreci dikkatle takip eden feraset ve basiret sahiplerinin, “Batı-Suriye Sorunu”nun nasıl bir ustalıkla(daha doğrusu şeytanlıkla) “Türkiye-Suriye Sorunu” haline getirildiğini ıskalamamaları gerekir.
Ayrıca Suriye meselesinde sorulması gereken şu doğru soruları da soğukkanlılıkla kendimize sormak zorundayız:
ABD ve Batı, gerçekten Suriye’de kanları akan mazlum Müslüman halkı düşündüğü için mi bu meseleyle bu kadar alakadardır?
Yoksa Müslüman dünyanın hiçbir derdine derman olmayacağı kesin olan başka gizli ajandaları mı vardır?
Geçen hafta içinde Paris’te, Tunus ve İstanbul’dan sonra üçüncüsü düzenlenen “Suriye’nin Dostları” toplantısına katılan ülkelerden kaç tanesi hakikat anlamında Suriye’nin dostudur?
O toplantılara katılan kaç temsilcinin yüreği, hunharca katledilen çocuklara yanmaktadır?
İslam dünyasını maddi ve manevi anlamda tarumar eden projelerin hepsinin altında imzası bulunan bu katiller sürüsünün içinde Müslüman temsilcilerin bulunması ve onlarla aynı tezleri dillendirmesi ne anlam ifade etmektedir?
Türkiye de dâhil olmak üzere Âlem-i İslam’ın kanında, canında, namusunda ve yeraltı-yerüstü kaynaklarında necis elleri bulunan bu yeryüzü şeytanlarını tanımak için bir deneme-yanılmaya daha ihtiyaç var mı?
Üstelik “Ey müminler, sakın müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyiniz! Yoksa Allah’a, aleyhinize işleyecek açık bir delil mi vermek istiyorsunuz?(Nisa-144)” ayet-i kerimesi ile “Mü’min, aynı delikten iki kere ısırılmaz” hadis-i şerifi ve bu manayı havi onlarca “nass”ın amir hükümleri orta yerde bir hakikat olarak durduğu halde...
İlginç zamanlarda yaşıyoruz gerçekten...
Müslüman bir ülkeye askeri müdahalede bulunmak üzere başka bir Müslüman ülkenin, kâfir ülkelerden yardım talebinde bulunması “zillet” değil de nedir?
Başka bir izahı var mı bunun? Anlayan varsa beri gelsin..!
Irak tecrübesi tüm canlılığıyla ortada dururken...
“Britanya’nın dostu da yoktur, düşmanı da; sadece çıkarları vardır.” şeklinde ifadesini bulan Batı’nın pragmatist felsefesi bilindiği halde...
Sayın Başbakan’ın “Bakkal dükkânı değil, devlet yönetiyoruz” sözüyle ne anlatmaya çalıştığını bilerek diyorum ki:
Ne adına ya da hangi çıkar ve maslahata binaen olursa olsun, Beşşar Esed’in acımasız bir katil olup halkına zulmettiği doğrusu üzerinden doksan dokuz yanlışa da alet olduğunu düşündüğüm hükümetin,”Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar”ın komplimanlarına “tav” olmasını, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etme makamını deruhte etmiş, salih amel işleme kararlılığındaki bir mü’min olarak içime sindiremiyor, hazmedemiyorum.
Dert budur ve bu olmalıdır.
Yoksa hükümeti köşeye sıkıştırmak için, “hükümetin her icraatına karşı olma” şeklindeki Türk usulü pespaye muhalefet anlayışıyla hareket etmekten Allah’a sığınırım...