İmam Malik

“Hicretin büyük sevabı olmasaydı Ensar’dan olmak isterdim” demişti, gözlerimizin nuru (sav). Zaten hep “Peygamber’in Medinesi” olarak anılmış bu şehir; onun (sav) bereketini hep hissetmiş.

“Hicretin büyük sevabı olmasaydı Ensar’dan olmak isterdim” demişti, gözlerimizin nuru (sav). Zaten hep “Peygamber’in Medinesi” olarak anılmış bu şehir; onun (sav) bereketini hep hissetmiş. Hâlâ sıcaklığı hissedilir, yaşananların; “Talaa’l bedru aleyna” mısraları yankılanır Seniyyet-ü’l Veda Tepesi’nden. Sultan-ı Levlak’ın mübarek naşı var zira orada. Ve bu bereket ilelebet hissedilecektir kuşkusuz. “En kutlu iki şehirden biri” olmayı da ahire kadar sürdürecektir.

Yesrib’i ‘Medine’ olarak değiştiren Fahr-ı Kâinat (sav)’ın Refik-i A’la’ya yürümesinden sonra Hz. Bilal gibi sahabeler, belki onun olmadığı bir şehirde dayanamayıp burayı terk etmiş iseler de ‘Medeniyetlerin Beşiği’ olan bu dar-ı hicret (hicret yurdu) hep seçkin-yüce şahsiyetlerin mekânı olagelmiştir. Nitekim ileri gelen birçok sahabe; Hulefa-i Raşidin döneminde de bu topraklarda yaşamayı sürdürmüştür. Bilhassa Hz. Ömer bu sahabelerden daha fazla istifade edebilmek amacıyla onları kendi yanında, Medine’de tutmuştur. Bu durum Emeviler dönemi boyunca ve Abbasilerin de ilk devirlerinde devam etmiştir. Diğer şehirlerdeki olumsuz gelişmeler sebebiyle bu şehre sığınan âlimler de eklenince, Medine; sahabe ve tabiinden birçok büyük zatın bir arada bulunduğu büyük bir ilim deryası oluvermiştir. İşte İmam Malik (ra) böyle bir ortamda doğup büyümüş, istikbalde göreceği büyük vazifeler için buradan azık almıştır.

Yemen asıllı bir ailenin çocuğu olarak H. 93 yılında Medine’de hayata gözlerini açar. İmam Malik’in babası Enes bin Malik, isim benzerliği nedeniyle kimileri tarafından “Peygamber Hadimi (hizmetçisi)” olan meşhur sahabi Enes b. Malik ile karıştırılır. İmam’ın dedesi Malik, ailenin çoğunun ilme ve özellikle de hadis ilmine ciddi olarak yönelmesini sağlamış ve bunun doğal sonucu olarak İmam da, ilme ve hadise yönelinmiş bir ortamda doğup büyümüş olmanın avantajıyla sadece bunlarla uğraşarak yetişme imkânı bulmuştur.

İlme yönelmeden önce Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiş olan İmam’ın bu devirde yaşça küçük olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim onu anlatan biri; “Malik’i Rabia’nın (Medineli meşhur fakih) ders halkasında gördüm. Kulağında hâlâ şenf (Erkek çocukların kulağına geçirilen ziynet eşyası) taşıyordu” demiştir. Hatta ailesinden ilim meclislerine katılma izni aldığında henüz küçük olduğundan, annesi onu giydirip sarığını bağlamış ve “Rabia’ya git. İlim ve edebini öğren” demiştir.

Hadis öğrenmeye başladığında (Yine aynı ilimle meşhur olan) kardeşi Nadr’a atfen “Nadr’ın kardeşi” diye çağrılan İmam’ın kısa zamanda ciddi şekilde ilerlemesi, durumu tersine çevirmiş; artık Nadr; “Malik’in kardeşi” olarak anılır olmuştur.

Bu şekilde birçok âlimin meclisinde oturup ilim öğrenmiş, kısa zamanda herkesin saygı duyduğu genç bir âlim oluvermiştir. Tüm büyük âlimler gibi o da kendisine bir üstad seçmiş, tabiinden olan kıraat ve hadis âlimi büyük zat Abdurrahman b. Hürmüz’e talebe olmaya karar vermiştir. İleride büyük bir fakih olacak İmam’ın, çokça kullandığı “Bilmiyorum” sözünü de İbn-i Hürmüz’den öğrendiği rivayet edilmiştir. Kendisi bu hususta şöyle demektedir:

“İbn-i Hürmüz’ün şöyle dediğini duydum: ‘Bir âlim kendi öğrencilerine ‘Bilmiyorum’ demeyi de miras bırakmalıdır. Ta ki bu kelime, ellerindeki bir sığınak olsun. Günün birinde kendilerine, bilmedikleri bir husus sorulduğunda ‘Bilmiyorum’ diyebilsinler.”

Babası Enes’in ok imalatçısı olduğuna dair rivayetler vardır. İmam ve kardeşleri ilimle uğraştıklarından dolayı başka bir işle meşgul olamamışlardır. İpek ticareti yapan kardeşine yardım ettiği haberi varsa da bunun ciddi bir uğraş olduğu söylenemez. Anlaşılan şu ki; İmam, ilim öğrenme aşamasında çok ciddi sıkıntılar çekmiş, hatta evinin bahçesini dahi satmıştır.

İlk hadis kitabı olma özelliğine sahip “Muvatta’nın”, İmam tarafından yazılmış olması, hadisteki derinliğini ve bu ilme verdiği önemi göstermeye, herhalde yeterlidir. İmam, ravileri iyi tahlil edip güvenilir olanlarını seçmiş, öyle ki; bu hususta kazanmış olduğu meleke sayesinde bu kişilerin akli ve fıkhi derecelerini hemen fark edebilecek seviyeye ulaşmıştır. Bu konudaki derin ferasetini ve işe verdiği ehemmiyeti şu sözlerde bulabiliyoruz:

“Bu ilim, din demektir. Onu kimden alacağınıza bakınız. (Peygamber Mescidi’ndeki sütunları göstererek) Ben şu sütunların altında ‘Resulullah (sav) şöyle buyurdu’ diyen yetmiş kişiye rastladım. Ama onlardan bir şey almadım. O adamlardan her biri Beyt-ül Mal’ı rahatlıkla emanet edebileceğiniz kimselerdi. Ancak onlar bu işin adamı değillerdi.”

İlmin kalbinin attığı yerde tam yüz âlimden ders alan ve öğrendiklerini araştırma ve tenkit süzgecinden geçirmiştir. İmam Malik b. Enes, ilim gıdasından yeterince beslendikten sonra ders verip hadis rivayet etmeye başlamış; öğrendiklerinin tümünü öğretmeyi, bildiği hadisleri insanlara nakletmeyi kendisine görev telakki etmiştir. Bunu yapmasında İslami hassasiyeti ve Peygamber (sav)’e varis oluşu ne kadar etken rol oynamışsa, buna ehil oluşu da aynı oranda etkili olmuştur. Zira kendi deyişiyle “İlim sahibi yetmiş kadar üstadın kendisini ehil görmesinden sonra” derse başlamıştır.

İbn-u Hürmüz, Ebu’z-Zinad, Rabia, Yahya b. Said el Ensari ve ilim deryası İbn-u Şihab gibi büyük zatlardan ders almış olan İmam, sürekli olarak tekrarladığı “En hayırlı iş, sünnet olanıdır. En kötü iş ise uydurulmuş bid’atlardır” beytinden anlaşılacağı üzere tam bir sünnet bağlısı olduğundandır ki, ders vermeye Peygamber (sav) Mescidi’nde başlamış ve ömrünün sonuna dek hayatı hep bu şekilde devam etmiştir.

Onunki, kelimenin tam anlamıyla ilme adanmış bir ömür… İlim yuvasında hayata açılan gözler, başka hiçbir şeyle uğraşmaksızın yine ilim yuvasında kapanmıştır. İlk hadis kitabının yazılması, yetiştirilen bunca talebe, sünnete gösterilen büyük ihtiram, o devirde çok yaygın olan akide ve fikirdeki bozukluklara karşı Kur’an ve hadis nassıyla ortaya konan temel prensipler… Bunlar ilme adanmış ömrün semerelerinden sadece birkaçı…

Tüm çağlara meydan okuyan bu yüce dinin yayılıp kıyamete değin gelecek bütün devirlere cevap verebilir bir şekilde yerleşmesine ömürlerini adayan Selef-i Salihin, bu muhteşem ve heybetli duruşuyla; aciz, muhtaç, eli-kolu bağlı, şaşkın, başsız, fitne ve hücumlara karşı silahsız bir vaziyette ortada kalmış bu yetim İslam ümmetinin yegâne sığınağı ve kalesidir. Bunlar düşünüldüğünde ilme adanmış ömürlerin ne manaya geldiği hakkıyla anlaşılacaktır.

Talebeyken dersine katılmak amacıyla Ebu’z-Zinad’a uğrayan, ancak dersi dinlemeden çıkıp giden, sonradan kendisiyle karşılaştığında bunun nedenini soran hocasına;

“Yer dardı, Peygamber (sav) hadisini ayakta dinlemek istemedim” cevabını veren İmam Malik, bu hassasiyetindendir ki, hadis dinlemeye gelenlerin karşısına çıkmadan önce banyoya girip yıkanır, güzel koku sürünerek yeni elbiseler giyip kalpağını takar, sarığını sarar, sonra da kürsüye oturup bir tütsü yakardı. Hadis dersi süresince bu tütsü yanıp etrafa güzel koku yayardı. İşte; İmam, ders amaçlı bile olsa, hadise bu denli önem verirdi.

“İlim öğrencisine düşen; vakar, ciddiyet ve sorumluluk sahibi olmak, selefin izinden yürümektir. İlim ehline düşen; özellikle ilimle uğraşırken mizah yapmamaktır” diyen İmam’ın, ilmin izzetini muhafaza amacıyla hep vakarlı olduğunu, boş konuşmaktan kaçındığını gösteren birçok örnek mevcut olduğu gibi ders dışında ise mütevazı olduğunu ve öğrencilerine arkadaşça muamele ettiğini gördüğümüz türlü vakıalara da şahit oluyoruz. Nitekim bir talebesi şunları söylemektedir:

“İmam Malik bizlerle birlikte bizden biri gibi oturur ve bizimle beraber konuşmaya dalardı. Konuşma süresince bizden daha mütevazı davranırdı. Ancak Peygamber (sav) hadisini anlatmaya başladığında birbirimizi hiç tanımıyormuşuz gibi ondan çekinirdik.”

Kendisinden fetva isteyen herkese; “Şimdi git, ben araştırırım” derdi. Kendisine bunun nedeni sorulunca da; “Çetin bir günde bu meselelerden dolayı hesaba çekilmekten korkuyorum” diyecek derecede bir takvaya sahipti. İmam, aynı sebeple nasslar haricindeki konular hakkında da helal-haram tabirini kullanmak yerine; “Bunu hoş görmüyorum ve bunu da iyi buluyorum” derdi.

İlmi dahi olsa mücadele edip tartışmaktan kaçınan ve bu konuda “Mücadele (Tartışma) kalbi katılaştırır ve kin tohumlarını eker” ve “Aramıza daha iyi mücadele eden birisi her katıldığında biz, Cebrail’in indirdiğinden biraz daha uzaklaştık” derdi. Birbirimizle çekişme hastalığından bir türlü vazgeçmeyen bizlere bu tavırlarıyla ders veren İmam Malik, müslümanları fitnecilerin ortaya attığı meselelerin konuşulmasını dahi caiz görmez ve bundan şiddetle nehyederdi.

Yaşantısı süresince heybeti ayrı bir konum arz etmiştir. Allah’ın bahşettiği ruh gücüyle insanlar üzerinde hâkimiyet kurup nefislere tesir eden İmam’ın bu özelliği sebebiyle Medine valisinden tutun, ta halife çocuklarına, hatta halifeye kadar herkes onun huzurunda susar, ondan çekinirdi. Peygamber varisi olma şuuruyla hareket etmekten asla geri kalmayan İmam, halifenin yasağına rağmen Ehl-i Beyt’ten Nefs’üz-Zekiyye’nin kıyamına delil olarak kullanılan “Zor altında kalanın yemini geçersizdir” hadisini söylemek hususunda taviz vermediğinden dolayı kırbaçlanıp kolları omuzlarından çıkıncaya kadar işkenceye reva görülmüş ancak sonucu ne olursa olsun, Peygamber (sav)’e ait tek bir kelimeyi bile söylemekten taviz vermeyeceğini göstererek sünnete olan bağlılığını göstermiştir.

Geniş ufuklu bir anlayış ve kıvrak bir zekâya sahip olan İmam’ın ilmi derin, ahlâkı yüce, basireti had safhada idi. Heybeti düşürücü çok konuşmaktan uzak durmak ise en önemli özellikleri arasındadır. Özellikle gıybet ve riyakârlıktan, yardakçılıktan nefret etmiş, her yer ve zamanda doğru sözlü olmaktan geri durmamıştır.

Kendisi hakkında; “Hadis söz konusu olunca Malik uçan bir yıldızdır” diyen İmam Şafii’ye senelerce ders verip yetişmesinde çok büyük katkıda bulunmuştur. İmam; “Malik ilim küpüdür” diyen hocası Ez-Zühri’den dinlediği otuz bir adet hadisi yazmadan olduğu gibi tekrar edecek kapasitedeki hafızası ile çağının ilk muhaddisi sayılmıştır.

Sayılan özelliklere amel-i salihin ruhu olan İhlâs da eklenince insanların nefislerine nüfuz edip şifa verecek ilacı sunan ve bu vesile ile sünnete sarılıp kurtulmalarını sağlayan bir şahsiyet olarak Peygamber (sav)’in varisliğini hakkıyla ifa etmiştir.

Yüzüğünün taşına yazılı bulunan ve temel düstur edindiği şu ayet tüm hayatını özetlemeye yeterli olacaktır: “Hasbunallahu ve ni’mel vekil”[1]

İnzar Dergisi
----------------------------------------------

[1] Allah bize yeter, O ne güzel vekildir. (Al-i İmran 173)

Kaynak: Mezhepler Tarihi, M.Ebu Zehra

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

İslam Ve Kuran Haberleri

2025 hac kayıtları 15 Kasım'a kadar yapılabilecek
"Gıdada haram ve helale dikkat edilmemesi toplumsal çöküntüye neden olur"
Kazasının olup olmadığıyla ilgili şüphesi bulunan kimsenin durumu
Kurban edilen hayvan kanının alna sürülmesi doğru mudur?
Namazda gözleri kapatmak mekruh mudur?