İMAM ŞAFİİ (H. 150-204)

Şafii Mezhebinin kurucusu olan İmam’ın asıl ismi Muhammed b. İdris’tir. Babası İdris’in dedesi olan Şafii’ye nispetinden “Şafii” diye anılmıştır.

Şafii Mezhebinin kurucusu olan İmam’ın asıl ismi Muhammed b. İdris’tir. Babası İdris’in dedesi olan Şafii’ye nispetinden “Şafii” diye anılmıştır. Nesebi, dokuzuncu baba olan Abdimenaf’ta Hz. Resulullah (as)’a ulaştığından “Kureyşi” olan İmam, (malumdur ki, Abdimenaf, Peygamberimizin (as) dedesi olan Abdülmuttalip’in dedesidir) güvenilir kaynaklara göre, H. 150’de Gazze’de hayata gözlerini açmış, ancak henüz beşikteyken babası İdris’i kaybetmiştir.

İmam’ın yetişmesinde büyük katkısı bulunan, Yemen’in ‘Ezdi’ kabilesine mensup annesi; ileri görüşlülüğüyle büyük alimlerin derslerine katılabilmesi amacıyla İmam’ı Mekke’ye göndermiştir.

Mekke’ye gidişini; “Annem, hukukumun kaybolmasından korkuyordu. Bana, ‘Akrabalarının yanına gidip onlar gibi olman daha iyidir, çünkü ben senin nesebinin kaybolmasından korkuyorum’ dedi. Bunun üzerine beni yolculuğa hazırladı. Ben de Mekke’ye geldim. O sırada yaklaşık on yaşındaydım. Bir akrabamın yanına sığınıp ilim tahsiline başladım,” sözleriyle anlatan İmam, maddi imkanlardan yoksun yetişmesine rağmen, hep büyük değerler peşinde koşmuş; bu durum amacını gerçekleştirmesine engel olmamıştır. Bilakis insanların ruh hallerini ve yaşadıkları sıkıntıları bizzat görüp yaşayarak hem güzel tahliller yapabilmiş, hem de kalıcı çözümler üretebilmiştir.

Zaten ‘toplumsal bir dava güden herkesin, bizzat toplumun içinden çıkıp çare olması’ yerleşik kaidelerin en mühimlerinden olagelmiştir. Bunu ihmal ettiğimizdendir ki, kanayan yaralara hakiki manada merhem olamıyoruz.

Henüz Gazze’deyken küçük yaşına rağmen Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiş bulunan İmam Şafii, Mekke’de ilk iş olarak hadis dersleri alıp ezberlemeye başlamış; bunu yaparken de bulduğu her şeyi, hatta çanak-çömlek kırıklarını dahi yazmada araç olarak kullanmıştır.

“Mekke’den çıktım ve çölde bulunan Hüzeyl Kabilesi’ne gittim. Bu kabilenin dil ve kültürünü öğrenmeye çalıştım. Hüzeyl Kabilesi, Arapların en fasih konuşan kabilesiydi. Onlarla beraber göç edip, onlarla beraber konardım. Mekke’ye döndüğümde, edebiyat ve kültürde ilerlemiştim” diyen İmam Muhammed b. İdris Eş-Şafii’nin mezkur sebeple çöl hayatı esnasında Arapçasını ne denli geliştirdiğini şiir rivayetlerini ilk defa nakleden en mühim uzmanlardan El-Asmai’nin şu sözünden anlıyoruz:

“Ben Hüzeyl Kabilesi şiirlerini Muhammed b. İdris adlı Kureyşli bir genç sayesinde düzelttim.”

Kısa zamanda  Mekke’deki tüm ilimleri tahsil eden İmam, henüz yirmisindeyken fetva verip hadis nakledecek seviyeye ulaştı. Genç Muhammed, büyük İmam Malik b. Enes’le tanışıp ondan faydalanmak amacıyla, elinde Mekke Valisinin Medine Valisine yazdığı ve ‘mezkur gencin İmam Malik’le görüştürülmesi’ isteğini içeren mektupla Medine’ye gelmiş, İmam Malik’in hiç kimseyi (valileri dahil) kabul etmediği bir sırada gelmesine rağmen, kendisini kabul edip hürmet göstermiş ve engin ferasetiyle kendisine şu meşhur sözü söylemiştir:

“Ey Muhammed! Allah’tan kork ve günahlardan sakın. Çünkü senin, ileride büyük bir konumun olacak. Allah senin kalbine bir ışık vermiştir. Onu günahlarla söndürme…”

Bundan sonra İmam Malik’in vefatına kadar dokuz sene boyunca kendisinin yanında kalmış ve ondan çokça istifade etmiştir.

Beyt-ül maldan aldığı parayla talebe yetiştirip tüm ihtiyaçlarını karşılayan İmam Malik’in vefatıyla maddi açıdan zor duruma düşen 29 yaşındaki Muhammed b. İdris eş-Şafii Mekke’ye geri dönüp bir süre annesinin yanında kalmıştır. Yemen’e geri dönmek istediğinde yol parası bile bulamayan İmam, o zor günleri şöyle anlatır:

“Annemin yanında yol harçlığımı karşılayacak para yoktu. Ben de bir evi rehin bırakarak onunla yol masrafımı karşıladım. Yemen’e geldiğimizde onu karşılamak için çalıştım.”

Bundan sonra yaklaşık beş sene Necran’da kadılık görevini üstlenen İmam Şafii, dalkavukluk ve menfaatçiliğe aldırmadan adaletle hüküm vermekten geri durmadığı bu dönemi: “Necran’a kadı olarak atandım. Orada Haris b. Abdilmedanoğulları ve Sakif Kabilesi azatlıları yaşıyordu. Onlar bir idareci geldiğinde ona dalkavukluk etmeyi adet haline getirmişlerdi. Bana da aynı şeyi yapmaya çalıştılar, ama benden yüz bulamadılar” sözüyle anlatırken, çağımızın en kötü hastalıklarından birine de değinmiş bulunmaktadır. Allah rızasını esas alanlar haricinde hiç kimsenin masun olamayacağı bu tür tehlikelerden korunmanın, ancak selefin hayatını esas almakla gerçekleşebileceği de mühim bir olgu olarak önümüzde durmaktadır.

Necran’a atanan zalim valinin zulmünden halkı koruyan ve bu hususta eleştiriden çekinmeden hareket eden İmam Şafii’nin bu hal ve tavırları söz konusu valinin menfaatine aykırı düştüğünden dolayı bu şahsın kendisini Rafızilikle suçlayıp töhmet altında bırakmak istemesine İmam şu meşhur beytiyle cevap vermiştir:

“Rafızilik Peygamber ailesini sevmekse, eğer

İnsan ve cinler şahid olsun ki, ben rafıziyim.”

Ancak boş durmayan vali, zamanın sultanına; “Alevilerden dokuz kişi harekete geçti. Ben bunların ayaklanmasından korkuyorum. Ayrıca burada Muttalib soyundan Eş-Şafii’nin torunlarından bir adam var ki, benden ne emir dinliyor, ne de yasak… Bir savaşçının, kılıcıyla yapamadığını, kendisi diliyle yapıyor…” diye yazdığı mektubu gönderince, bugün milyonlarca mü'minin ‘İmam’ olarak kabul edip benimsediği bu yüce şahsiyet zincire vurularak Bağdat’a götürülmüş; İmam Ebu Hanife’nin en mühim talebelerinden olup Hanefi mezhebinin en muteber üç ilim adamından biri olarak bilinen meşhur İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybani’nin, kendisi lehindeki şahitliğiyle serbest kalmıştır.

Mezkur vakıa İmam’ın kadılıktan kurtulup tekrar tümüyle ilme yönelmesine vesile olduğu gibi, Irak fıkıh ekolünün en güçlü temsilcilerinden İmam Muhammed’le beraber kalıp onun ilminden istifade etmesini de netice vermiştir. Nitekim o dönemde yerleşik iki ekolden biri, İmam Malik ve talebelerinin Medine ekolü iken, diğeri de İmam Ebu Hanife ve öğrencilerinin Irak ekolüydü. İbn-i Hacer el-Askalani bu hususta şunları söylemektedir:

“Medine’de fıkıh önderliği Malik b. Enes’in elindeydi. Şafii, ona giderek derslerine devam etti ve ondan ilim aldı. Irak’ta ise fıkıh önderliği Ebu Hanife’nin idi. Şafii oraya da giderek Ebu Hanife’nin talebesi Muhammed b. Hasan’dan bizzat dersler aldı. Sonuçta kendisinde, rey ehlinin (Irak ekolü) ilmiyle hadis ehlinin (Medine ekolü) ilmi birleşen Şafii, bu alanda sürdürdüğü çalışmalar sayesinde fıkıh usulünün temelini attı ve bu ilmin kaidelerini tespit etti. Ona katılan ve katılmayan herkes bu konuda ona boyun eğdi. Gittikçe ünlenerek itibarı yükseldi ve nihayet geriye büyük bir ilim bıraktı.”

İmam Şafii de aynı konuda; “Muhammed b. Hasan’dan bir deve yükü kadar ilim aldım ki, tüm bunları bizzat kendisinden işiterek aldım” demiştir. Kendisinde toplamış olduğu değişik görüşler ışığında karşılaştırmalar yapma ve buradan da kendi benimsediğini ortaya koyma noktasında çok faydalı geçen iki yıllık Bağdat süreci sonrasında Mekke’ye gelen ve de kendisine has mezhebini kurmak ve ‘fıkıh usulü’ diye yeni bir ilmi ortaya çıkarmakla sonuçlanan dokuz senelik bir dönem geçiren İmam, Mekke’de talebelerine bu yeni mezhebi ve yeni ilmi öğretmiş, bu yeniliklerden tüm İslam Aleminin istifade etmesi amacıyla da takvimlerin H. 195 yılını gösterdiği sırada, İslam Devleti’nin merkezi olan Bağdat’a geri dönmüştür. Yaklaşık iki sene süren bu yeni dönemde İmam birçok yeni talebeye ders vermiş, hatta İmam Ahmed b. Hanbel ve İshak b. Raheveyh gibi büyük zatlar gelip onun derslerine katılmışlardır. Meşhur “El-Ümm” ve “Er-Risale” isimli kitaplarını bu dönemde yazdırmış bulunan İmam Şafii,  bu kitaplar vesilesiyle ilmin tüm bölgelere yayılmasından sonra, yaklaşık bir seneliğine Mekke’ye giderek işlerini düzene koyup Beytullah’ı da ziyaret ederek Bağdat’a geri dönmüştür.

Ömrünün ahir yıllarına denk gelen bu dönemde İmam Şafii, yeni Halife Me’mun’un kadılık teklifini reddetmiş; Mu’tezililerin görüşünü benimsediği bilinen ve bu görüşlerini dayatmasına karşı duran İmam Ahmed b. Hanbel gibi büyük zatlara işkenceyi reva gören Abdullah el-Me’mun’un bulunduğu Bağdat’ı sadece bir sene kaldıktan sonra terk edip Mısır’a yerleşmiş ve yaşamının son beş senesine tevafuk eden bu Mısır devresinde “Kavl-i Cedid (yeni görüş)” diye bilinen son dönem görüşlerini açıklayıp mezhebine kendi dönemindeki son şeklini vermiştir.

Hicri 204 yılı Recep ayının son gecesinde Mısır’dayken vefat eden bu büyük zat, İmam Ebu Hanife ve İmam Malik kadar yaşamamış olmasına rağmen, nispeten kısa olan ömrüne çok şeyler sığdırmış, tüm hayatı ilim ile uğraşmakla geçmiştir.

Önceki iki imamın ekollerini öğrenip kıyaslayarak yeni bir metotla kendi görüşlerini ortaya çıkarmış ve fıkıh usulünü yerleştirecek büyük bir çığır açmış olan İmam Şafii’nin ulaşmış olduğu ilmi seviyesini şu sözlerden anlayabiliyoruz:

“Hz. Resulullah (as) şöyle buyurur: Allahu Teala her yüzyılın başında bu ümmetin din işlerini düzene sokacak birini gönderecektir. Ömer b. Abdilaziz geçen yüzyılın adamı idi. İkinci yüzyılda ise bu kişinin Şafii olacağını umuyorum.” (İmam Ahmed b. Hanbel)

“Fıkıh kapısı kapanmış durumdaydı. Allahu Teala onu Şafii’yle yeniden açtı.” (İmam Ahmed b. Hanbel)

“Şafii’den önce nasih-mensuh nedir, bilmezdik” (İshak b. Raheveyh)

“Şafii olmasaydı, bir kimseyi nasıl reddedeceğimi öğrenemezdim. Tüm öğrendiklerimi ondan öğrendim.” (Muhammed b. Abdillah b. El-Hakem)

“Şafii tefsire başladığında, Kur’an’ın inişine şahit olduğunu sanırdınız.” (Bir talebesi)

Güzel ve açık konuşma üstünlüğüne sahip olduğundan dolayı çağdaşlarından bazısınca “Alimlerin Hatibi” unvanı layık görülmüş olan İmam, Sünnet-i Seniyye’yi yaşama ve yayıp aktarmadaki hassasiyetinin şiddeti sebebiyle de “Sünnetin Savunucusu” olarak adlandırılmıştır.

“Kur’an ilmini öğrenenin kıymeti artar, hadis yazanın delil getirme kapasitesi yükselir. Fıkıhla uğraşanın şerefi artar. Lügat ilmiyle uğraşanın duyguları incelir. Matematikle uğraşanın görüşü kuvvetlenir. Ancak nefsini kötülüklerden korumayanın ilmi kendisine fayda vermez” sözüyle takvanın ehemmiyetini vurgulayan İmam Şafii, bunu yaşantısında da göstermiş ve Rabbinin bahşettiği ihlas ile birleştirerek eşsiz bir şahsiyet oluşturmuştur. Nitekim şu sözü, bunun en açık göstergelerindendir:

“İsterdim ki, insanlar bu ilmi öğrensinler fakat bana nispet etmesinler. Ben bu ilmin mükafatını Allah’tan alayım, ama insanlar bana teşekkür etmesinler.”

İmam Malik’in meşhur “Muvatta”sını bir okuyuşta ezberleyip olduğu gibi tekrarlayabilen bir hafızaya; hiçbir konunun altında kalmayan bir zekaya; meselelere bütün gizliliklerine kadar nüfuz eden bir düşünme gücüne; büyük bir açıklama ve üstün bir ifade kuvvetine ve o denli bir basiret ve ileri görüşlülüğe sahip olan bu yüce şahsiyetten alacağımız çok büyük dersler vardır. Allah ondan razı olsun. Amin!

İnzar Dergisi

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

İslam Ve Kuran Haberleri

2025 hac kayıtları 15 Kasım'a kadar yapılabilecek
"Gıdada haram ve helale dikkat edilmemesi toplumsal çöküntüye neden olur"
Kazasının olup olmadığıyla ilgili şüphesi bulunan kimsenin durumu
Kurban edilen hayvan kanının alna sürülmesi doğru mudur?
Namazda gözleri kapatmak mekruh mudur?