(H.80−122, M.699−740)
“De ki: “Ben sizden buna (size olan tebliğ vazifeme) karşı akrabalıkta (al−i beytime) muhabbetten başka bir ecir istemiyorum.”[1] Ferman−ı ilahisiyle ve “Evladınızı üç hasletle terbiye edin: Peygamberinizin sevgisi, al−i beytinin sevgisi, Kur’an okuma.”[2] Emr−i nebevisiyle müşerref olmuş al−i beytin şanı ne yücedir!
Kâinatta mevcut bütün güzelliklerin vücuda gelmesine sebep Hz. Muhammed (sav)’in risalet vazifesine mukabil tek ecir olarak al−i beytine muhabbet talep etmesi al−i beyt için başka söz söylenmesine ihtiyaç bırakmamıştır.
Üstad Bediüzzaman bu hususta şunları söylemektedir:
“Resul−i Ekrem Alehisselatü Vesselam, gayb−aşina (gizlilikleri gören) nazarıyla görmüş ki, al−i beyti, Alem−i İslam içinde bir şecere−i nuraniye (nurlu bir ağaç) hükmüne geçecek ve Alem−i İslam’ın bütün tabakatında kemalat−ı insaniye (insanlığın kemale ermesi) dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet−i mutlaka ile al−i beytten çıkacak (…) Onun için: “De ki: “Ben sizden buna (size olan tebliğ vazifeme) karşı akrabalıkta (al−i beytime) muhabbetten başka bir ecir istemiyorum.” demesiyle emrolunarak, al−i beytine karşı ümmetin meveddetini (muhabbetini) istemiş.”[3]
Bizler de bu emri imtisal etme sorumluluğundan, namazdakiler dâhil, tüm salavatlarımıza “al−i beyti” de dahil ediyoruz.
Hakikaten ümmete rehberlik görevini ifada al−i beyt büyük uğraş vermiş, bu uğurda çok eziyetler çekmiştir. Asr−ı Saaddet’ten hemen sonra bu meşakkatli yükü tüm ağırlığıyla yüklenmeye başlayan al−i beyt, başta Hz. Hüseyin (ra) olmak üzere en nadide evlatlarını kahramanca feda etmiştir. İşte İmam Zeyd de bu kahramanlardan biri olarak bütün heybetiyle tarihteki yerini almıştır.
H. 80 yılında ‘Peygamber Medine’sinde hayata gözlerini açan Zeyd’in babası, Hz. Hüseyin ve ailesinin toplu şahadetinden sonra ehl−i beytin geriye kalan tek ferdi, “abidlerin süsü” manasındaki “Zeynelabidin” lakabıyla meşhur Ali b. Hüseyin’dir. Tarihin şahid olduğu en büyük zatlardan olan Zeynelabidin ile Hind’li cariyesinin oğlu olan Zeyd, baba tarafından, Peygamber (sav) ve ailesinin eşsiz karakterlerini; ana tarafından da derin düşüncelilik, uzak görüşlülük ve zahitlik gibi özellikleriyle bilinen Hint’lilerin güzel seciyelerini kazanmıştır.
Tüm İslami ilimlere kaynaklık etmiş Medine’de doğup büyüme avantajıyla henüz küçük yaşında ilimle tanışan Zeyd on dört sene beraber kalabildiği babasından aldığı derslerle ilminin temelini sağlamca oluşturmuş, babasının vefatından sonra da büyük ağabeyi Ebu Cafer Muhammed Bakır b. Zeynelabidin’in terbiyesi altına girip zamanın büyük ilim deryası olan bu yüce zattan dersler almıştır. Abisinin oğlu ve yaşıtı Cafer−i Sadık ile beraber Ehl−i Beytin seçkin âlimlerinin ilim ve karakterlerini kazanan Zeyd, başta Ebu Hanife olmak üzere birçok âlime üstadlık yapmış olan Muhammed Bakır ve Abdullah b. Hasan b. Hasan (Hz. Hasan’ın torunu)’dan aldığı derslerin yanı sıra, Mescid−i Nebevi’de ders meclisleri kuran tabiinin seçkin zatlarından da büyük oranda istifade etmiştir.
Kısa zamanda büyük bir ilmi birikim kazanan Zeyd, o dönemde al−i beytin yaptığının aksine, Medine’de kalmayıp diğer İslam diyarlarına da ilmi seferler düzenlemiştir. Kuşkusuz bu durum ilme verdiği ehemmiyetten ve Peygamber (sav) ’in asli varisi olmanın yüklediği sorumluluktan ileri gelmiştir.
Hâlbuki Peygamber (sav) ailesi Hz. Hüseyin ve ehlinin mazlumane katlinden sonra Hac vakti dışında Medine’den çıkmamış, ilim ve ibadetle uğraşmayı yeğlemişti. Sadece hadis ve ilim öğrenmek için gelenlere ders verip siyasete girişmiyorlardı. Ama takdir−i ilahi, ileride ifa edeceği vazife için Hz. Zeyd’e Medine dışına çıkmayı sevdirmiş; onu, söz konusu vazifeye hazır hale getirmiştir.
İmam Zeyd başta Basra olmak üzere İslam beldelerine yolculuğa başlamış, birçok bölgeyi gezip âlimlerden dersler aldıktan sonra Irak ve Hicaz bölgelerindeki âlimlerle müzakerelerde bulunmuş, sonrasında tekrar Medine’ye dönüp ömrünün çoğunu Medine’de geçirmiştir. Medine’deyken her taraftan insanlar gelip ondan dersler almıştır. İmam bu dönemde dersler haricindeki zamanını tümüyle Kur’an’a ve ibadete vermiştir.
Al−i Beytin diğer mensuplarının aksine, İmam Zeyd’in beldeleri dolaşması Ehl−i Beyt taraftarlarıyla görüşmesini de sağlamış ancak bu durum Hişam b. Abdülmelik’in idaresi altındaki Emevi Devleti’nin evhamlanmasına yol açmıştır. Zira onlar gasbederek aldıkları hilafete, asıl Ehl−i Beyt’in layık olduğunu bildiklerinden, sürekli iktidarı kaybetme histerisiyle yaşamışlardır. İmam Hüseyin ve ehlinin şahadetleri ile sonuçlanan olaylar, Ehl−i Beyt’e karşı ihanet ve hakaretle muamelede bulunmalarına rağmen halkın onlara gösterdiği yoğun teveccüh, Abbasoğullarının Emevi Devleti’ni yıkma hesapları gibi nedenlerle daha bir korkuya kapılan Hişam b. Abdülmelik’in talimatıyla bu dönemde Ehl−i Beyt’e karşı uygulanan kötü muamele ve hakaretler artırılmıştır.
Bu sebeple İmam Zeyd’in tüm seferleri ve hareketleri ciddi gözetim altına alınmış, kendisi çok sıkıntılara maruz bırakılmıştır. Bu yetmiyormuş gibi Medine valisi bizzat Hişam tarafından al−i beyt arasında fitne ve ayrılık çıkarıp kötü muameleye maruz bırakmayla görevlendirilmiş, Vali bu hususta elinden geleni yapmış, ancak Peygamber (sav) evlatlarının feraseti buna meydan vermemiştir.
İmam Zeyd’in Irak’a seferler yaptığı dönemde vali olan şahsın İmam’a ve diğer Ehl−i Beyt mensuplarına onbin dirhem parayı hediye verdiği gerekçe gösterilerek Ehl−i Beyt mensupları Irak’a sorgulanmak için getirilmiş, mesnetsiz ithamlarla karalanmaya çalışılıp eziyet çektirilmiş, planlar tutmayınca da salıverilmişlerdir.
Benzeri hadiselerin yoğunlaşıp dayanılmaz hale gelmesi üzerine bizzat Hişam’la görüşüp bu husustaki şikayetleri dile getirmek için Şam’a giden İmam Zeyd’e Hişam çok kötü hakaretlerde bulunmuş, o mübarek insanı kovmuştur.
Hulefa−yı Raşidin döneminin bitmesiyle beraber başlayan ve Ehl−i Beyt’in en fazla sıkıntı ve zorluk çektiği devredir, bu yıllar. Allah ve Resulü (sav) nezdinde bu denli kıymettar ve muhterem olan bu insanlara reva görülenler bir tarafa, İslami hükümleri çiğneyen, bid’ati yayan ve emr−i bil ma’ruf ve nehy−i ani’l münker’e kulak tıkayan bu adamlar artık çekilmez hale gelmiştir.
Kufe ve çevresindeki halkın yoğun ısrar ve hazırlıklarına rağmen her defasında savaşmayı reddetmiş bulunan İmam Zeyd, Ehl−i Beyt’in ileri gelenlerince yapılan ‘bu halka güvenilemeyeceği, aynı talebi cedleri Ali, Hasan ve Hüseyin’e de yaptıkları halde sonradan onları terkettikleri’ şeklindeki uyarıların kararını değiştirmeyeceğini söyleyip nihai savaş kararını verdiğinde kırkbin kişiden savaş hususunda biat almış, ancak düşman karşı hazırlığa girdiği sıralarda tarih tekerrür etmiş, çok az kişi müstesna Irak halkı biatını bozmuştur. Hesaplanandan bir ay önce savaşmak zorunda kalan İmam Zeyd “Ya Mansur!” Parolasını haykırdığında kırkbinden sadece ikiyüzonsekizi “Lebbeyk” demiştir. Yetmişten fazla kayıp veren Emevi askerleri onu ancak okla şehid edebilmiş, cesedini parçalamış, bununla da yetinmeyip onu asmış ve sonra da yakmışlardır.
“İmam Zeyd’in öldürülmesi, tüm Emevi Devletinin sonunu getirmiştir. Çünkü bu muttaki ve iyilik dolu imamın şahadetinden on yıl kadar sonra, Doğu’da Emevi Devleti tarihe karışmıştır. Allah Teala’nın hikmetidir, daha sonra Emevi sultanlarının mezarları da deşilmiş ve cesetleri çıkarılarak tıpkı İmam Zeyd’in cesedi gibi tek tek yakılmıştır.”[4]
Genç yaşında çağının tüm ilimleriyle donanan, hakkında İmam Ebu Hanife’nin “… çağında ondan daha alim, daha fakih, daha hazırcevap birine rastlamadım” dediği ve bütün ilimlerde hüccet haline gelen İmam’ın en belirgin özelliği takva ve ihlâsıdır. Çağdaşlarından biri onu tanıtırken “kuşkusuz Zeyd b. Ali sağını solundan ayırt ettiğinden beri Allah’ın hiçbir haramını çiğnememiştir. O, yanında Allah anıldığında baygınlık geçiren bir gençtir. Onu her sorduğumda bana ‘Kur’an okuduğu’ söylenmiştir” demiştir. Çok affedici ve müsamahakâr olan İmam son derece cesurdu. Nefsine hâkim olup gerekmedikçe öfkelenmeyen ve “Sabret ki, fayda göresin. Takvalı ol ki, emin olasın.” Sözünü mührüne kazıtacak derecede sabra ehemmiyet veren İmam “Her kim Allah’a itaat ederse, Allah’ın yarattıkları da kendisine itaat eder” diyerek itaatin pratiğini göstermiştir. Benzersiz bir zekâ ve düşünme yeteneğine, olayları tahlilde müthiş bir dehaya, çok yüksek bir hitabet ve belagate ve Ehl−i Beyt−i Nebeviyi temsil eden bir heybete sahip olan İmam’ın kuşkusuz en çok arzu ettiği husus Sünnet’in ihyasıydı. Nitekim kendisine biat edenlere “Ben sizi Allah’ın kitabına, O’nun Nebisinin sünnetine, bu sünneti yeniden diriltmeye ve bid’atları yok etmeye çağırıyorum” demiştir. Tüm ümmetin topluca ittifak edip sünneti ihya etmesine verdiği önemi gösteren şu sözüyle bitirmek yerinde olacaktır: “Allah’a yemin ederim ki Allah Teala’nın Muhammed (sav) ümmetini birleştirmesine karşılık Süreyya Yıldızı’na asılıp oradan yere veya düşeceğim mekâna düşerek paramparça olmayı isterdim.”
Allah−u Teala O’ndan razı olsun.
İnzar Dergisi
[1] Şuara: 23
[2] Muhtaru’l Ehadis: 48
[3] Lem’alar, 4. Lem’a
[4] Mezhepler tarihi, 629