İman insanın manevi yönüne müteveccih bir sıfatı, adalet ise Onun maddi yani dünyevi yönüne müteveccih bir sıfatıdır. Bu iki olgu alanları farklı olduğu halde, o kadar birbirine yakındırlar ki, birbirlerinin lazım ve melzumu gibidirler. Biri olmadan diğeri işlevsiz kalır. İman olmadan insan ne kadar vicdanlı olursa olsun hakkıyla adil olamaz. Çünkü vidan kişilere göre değişebilir, iki kişinin vicdanı aynı değildir. Birinin vicdanına göre adalet olan bir hüküm bir başkasına göre zulüm olabilir.
İnsanların adalete ilişkin yaklaşımı ya dini ya da vicdanidir. Bazı insanlar mümin olmadıkları halde (Enuş-i revan gibi) adil olabilirler, bu onlara has ve nadiren olabilir. Bazı insanlar da mümin göründüğü halde (Heccac-i zalim gibi) zalim olabilirler. Bu onların imanlarının gerçek bir iman olmadığının alametidir. Bir insanda bu ikisi de yoksa (Firavun gibi) mutlak zalimdir.
Vicdani adalet, kişiden kişiye yani kişinin vicdanına göre değişebilir. Dini adalet ise değişmez. Çünkü onun kaidelerini kendisi (kendi vicdanı) değil, ilahi kanununlar belirler. Vicdani adaletin müeyyideleri sadece dünyevidir; dini adaletin vadettiği cezalar ise hem dünyevi hem de uhrevidir. Tabii ki, bunun caydırıcılık gücü daha fazladır.
Allah’a, ahiret gününe inanan bir insan, Allah’ın indirdiği ile hükmetmek zorundadır. Onu aşamaz, onu keyfi bir şekilde uygulayamaz, aştığı zaman zulmetmiş olur. Nitekim Allah’u Teala, adaletle alakalı koyduğu kurallara müminlerin sıkı sıkıya bağlı kalmalarını, taraflar arasında hiçbir fark gözetmeksizin Allah için şahitlik yapanlar olmalarını emretmektedir:
“Ey iman edenler, kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde bile olsa, adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik edenler olunuz. Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten daha yakındır. O halde nefsinizin arzusuna uyarak doğruluktan sapmayınız. Eğer kaypaklık eder ya da şahitlik yapmaktan kaçınırsanız, kuşkusuz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa: 135)
İşte adaleti sıkı sıkıya muhafaza etmeyle alakalı yapılan ilahi çağrı! Sadece iman edenlere yapılan özel bir çağrı! Bu çağrıyla onlara bir sıfat biçilmektedir. Bu sıfat, onların eşsiz ve kendilerinden hiçbir zaman ayrılmaması gereken bir sıfattır. İlk Müslümanlar, bu sıfatla değişik bir oluşum yaşadılar. Bununla yeniden doğdular. Ruhları, düşünceleri, ilke ve hedefleri yeni baştan doğdu.
İman vasfını aldıktan sonra insanlığı yönetme ve insanlar arasında adaletle hükmetme vasfı. Bu vasıfla yapılan çağrının bambaşka bir değeri ve özel bir anlamı vardır: “Ey iman edenler…” Bu sıfatla vasıflanmaları nedeniyle bu büyük emaneti yüklenmiş oldular. Kuşkusuz bu büyük emaneti yerine getirmeleri için hazırlanıp eğitilmelerinin nedeni de bu sıfatla vasıflanmalarıdır:
Bu emanet, iman bilinciyle adaleti yerine getirme emanetidir. Bu bilinçle yüklenen emanet, her durum ve koşulda, mutlak anlamda adaleti ayakta tutma emanetidir. Yeryüzünde azgınlık ve zulmü engelleyen bu adalettir. İnsanlar arasında adil olmayı garantileyen, Müslüman olsun gayri Müslim olsun her hak sahibine hakkını veren adalet…
Bu adalette Allah katında mümin ile mümin olmayan eşittir. Akraba olsun, yabancı olsun, herkes birdir. Arkadaş, düşman fark etmez. Zengin, fakir aynıdır. Burada adam kayırmacılığa, duygusallığa asla yer yoktur. İslam tarihinde yaşanmış olan şu çarpıcı olay, gerçekten ilahi adaletin İslam toplumunda ne derece bir titizlikle uygulandığı gerçeğini gözler önüne sermektedir:
Bir gün Hz. Ali keremellahu vechehu, kaybolmuş zırhını, Kûfe çarşısında bir Yahudi’nin elinde görür. “Bu zırh benimdir” der, “Yahudi hayır benimdir” derken ikisi de Kadı Şüreyh’in yanına mahkemeye giderler. Biri İslam ümmetinin halifesi, diğeri zimmi bir Yahudi… Davalı Yahudi, Kadı Şüreyh’in karşısında yerde oturur, davacı olan Hz. Ali ise yanında yüksekçe bir yere oturur. Kadı Şüreyh, ya Emirelmüminin, sen de davanın bir tarafı olarak yerde ve karşımda otur” der ve sorar: Yahudi der ki, “Bu zırh benimdir ve şu an benim elimdedir.” Hz. Ali, “Bu zırh benimdir, ben bu zırhı kimseye hediye etmedim ve kimseye de satmadım, şimdi bunun elinde gördüm” dedi. Kadı: peki şahidin var mı? Dedi. Hz. Ali, evet şahidin kölem Kamber ve oğlum Hasan’dır” dedi. Kadı senin ev halkından olan bunların şahitliği senin için geçerli değildir; ben de bilirim ki, bu zırh senindir, ama şahit olmadan sana veremem” der ve zırhı Yahudi’ye verir. Yahudi: “hayır bu zırh benim değil, Ali’nindir. Ben bunu Sıffin’de orduyu takip ederken Ali’nin bineğinden düştüğünü gördüm ve aldım. Şimdi kesin olarak iman ettim ki, bu din hak dindir” der ve Müslüman olur. (El İsfahani Hilyetulevliya: 5/256-258)
İman adalet ilişkilerinden biri de Peygamberimiz sallellahu aleyhi vesellemin herhangi bir mesele hakkında hüküm verdiği zaman müminlerin lehine olsun, aleyhine olsun, gönül hoşluğu ile karşılamaları ve içlerine sindirip tam bir teslimiyetle teslim olmalarıdır. Gönül dünyalarında bunu gerçekleşmedikçe iman etmiş olamazlar:
“Hayır, Rabbine kasem olsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Senin hakemliğine başvurmadıkça, sonra da vereceğin karara, gönüllerinde hiçbir burukluk duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olamazlar.” (Nisa: 65)
Bu ayet-i kerimede verilen emir, sadece Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellemin hayat süresi ile sınırlı olmayıp kıyamete kadar geçerlidir. Hz. Peygamberin Allah’ın rehberliğiyle öğrettiği hayat tarzı, O’nun uyguladığı adalet sistemi ve öğrettiği düzenlemeler, müminler için kıyamete dek tek nihai otorite olarak yürürlükte kalmaya devam edecektir.
Bu durumda bir kimsenin gerçek Müslüman olup olmadığını işte bu otoriteyi, bu otoritenin getirdiği şeriatı ve hukuk sistemini kabul edip etmemesi belirler. Bununla alakalı Peygamberimiz sallellahu aleyhi vesellem de bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Sizden biriniz, şehevi arzularına, benim getirdiğim Hak yol önünde boyun eğdirmedikçe mümin olduğunu iddia edemez.” (Vehbe Zuhayli, Tefsirül-Münir: 3/74)
Ayette müminlerin Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellemin getirdiği hayat tarzına ihlasla ve içten gelen bir bağlılıkla bağlanmaları ve Onun vermiş olduğu kararları önünde kendi arzu ve çıkarlarını feda etmeleri gerektiği vurgulanmaktadır.
Allah’u Teâla, kendi peygamberi için rububiyetine yemin ederek buyuruyor ki: Senin hakemliğine baş vurmaktan yüz çevirenler şu üç şartı yerine getirmeden gerçek bir iman ile inanmış olmazlar:
1- Üzerinde ihtilâfa düştükleri meseleler ve davalarda Resulüllah’ı hakem tanımaları. Bir kimse bütün işlerde Onu hakem kılmadıkça iman etmiş olmaz.
2- Resulüllah sallellahu aleyhi vesellemin, verdiği hükümden hiçbir sıkıntı duymamaları, Onun vermiş olduğu karar ve hükümleri tam bir rıza, mutlak bir kabul ile karşılamaları.
3- O’nun verdiği hükme hem zahirde hem de batında (gönülde) tam bir bağlılık, külli bir teslimiyet göstermeleri, hiçbir engelleme, karşı koyma ve çekişmede bulunmamaları.
Evet, burada kendimizi bir kere daha iman şartı ve İslam’ın tanımı ile karşı karşıya buluyoruz. Bu şartı ve bu tanımı bizzat Allah-u Teala, ortaya koymuş ve onu yüce zatı üzerine yemin ederek perçinlemiştir. Artık imanın şartı ve İslam’ın tanımı konusunda hiç kimsenin söyleyebileceği bir söz ve hiç kimsenin getirebileceği bir yorum kalmamıştır. Ortada Allah’ın açık sözü “Nas” varsa hiç kimsenin söz söyleme hakkı yoktur.
Allah’ın bu sözü İslam’ın genel karakterli hükümlerinden birisidir ki, yeminle perçinlemiştir. Bu söz hiçbir kayıtla sınırlı değildir. Peygamberimizi hakem tutma zorunluluğu, sadece Onun sağlığındaki dönemle sınırlı tutma diye bir kuruntuya kapılma ya da bu kuruntuyu başkalarının zihinlerine aşılamak saf zihinleri karıştırmaktan başka bir şey değildir.
Söz konusu Peygamberimiz sallellahu aleyhi vesellemin şeriatını, uyguladığı adalet sistemini hakem tutma meselesidir. Yoksa öyle olsaydı Onun ölümünden sonra Allah’ın Kitabına ve Resulüllah’ın sünnetine hiç yer kalmazdı.
Hz. Peygamber sallellahu aleyhi vesellemin vefatından sonra zekâtı men edenlere karşı, Hz. Ebu Bekir bu gerekçe ile onlara karşı savaş ilan etti. Hatta bundan çok daha azını yapanlara, yani Peygamberimiz ölünce zekât verme zorunluluğu konusunda Allah’a ve Peygambere itaat etmekten vazgeçmeye kalkışanlara karşı savaştı ve boyun eğdirip itaat altına aldı.
Sonuç olarak İslam hukukunun temel kaynağı Allah’ın kitabı ve Resulüllah sallellahu aleyhi vesellemin sünnetidir. Bu iki kaynakla kuralları belirlenmiş olan şeriatın hükümleri tartışmasız olarak tüm Müslümanlar için bağlayıcı ve imanlarının gereğidir. Yukarıdaki Hz. Ebubekir’in (ra), uygulamasında görüldüğü gibi buna inanmayanlar İslam dairesinin dışına çıkmış olarak telaki edilecek, kanları dahi heder edilecektir.
İşte iman adalet ilişkinin en canlı örneği! Buna göre herhangi bir kimse Müslüman ve mümin olduğunu iddia etmeden önce kendisi nerede, İslam nerededir ve yine kendisi nerede, iman nerededir, iyi bakmalı ve kararını kendisi vermelidir. Allah cümlemize hüsnü hatimeyi nasip ve müyesser eylesin.
Mehmet Şenlik