Türkiye’de ana gündem maddesi, yeni İmralı sürecidir. Bu sıcak gündemin ana içeriğinin tartışılması, şimdilik Paris cinayetleriyle süreli bir inkıtaa uğramış olsa bile bu süreç, önümüzdeki zaman diliminin en çok konuşulanı olacaktır.
İmralı süreci yeni bir heyecan jelatinine sarılıp kamuoyunun duygusallığına emanet edilerek ne kadar süreceği, bundan sonra da yaşanacak ve sürece belki virgül, belki de nokta koyacak provokasyonlara bağlı olacaktır.
Bunları söylerken, silah ve her türlü şiddet araçlarının devreden çıkarılmasına dönük kamuoyuyla ortak arzumuzdan vazgeçtiğimiz anlamı çıkarılmasın. Ama bu sürecin de tıpkı Oslo süreci gibi belli bir aşamadan sonra kesintiye uğramayacağı konusunda çok fazla bir iyimserlik beklentisi taşımamak gerektiğini de belirtmiş olalım.
İmralı’da süren görüşme trafiğinin sadece “iyi niyet” temennileri ve her iki tarafın kendi bileşenlerine verdikleri politik malzemelerle/teminatlarla neticeleneceğini bekleyemeyiz. Kaldı ki görüşmelerde “müzakere konusu” edilen/edilecek konular hakkında kamuoyu bilgilendirilmediği gibi, dillendirilen konular da yine kamuoyunu resmen enayi yerine koymakla eş değer bir tutum şeklindedir.
Bunun yanında, Türkiye ile PKK arasında Kürt sorunundan kaynaklanarak süregelen silahlı çatışma süreci tabii ki son zamanların bölgeye dayattığı yeni stratejik şekillenmenin ürünü değildir. Ancak “Çözüm” adı altında Oslo ile başlayıp “İmralı” ile devam eden görüşme trafiğinin, yeni bölgesel şekillenmeden beri olduğunu da söyleyemeyiz.
Adına ister “barış” deyin, isterse “çözüm!” Barış veya çözümün gerçekleşmesi, her şeyden önce tarafların özgün iradeleriyle oluşacak samimiyet testinden tam not alarak geçmeleriyle alakalı bir durumdur.
Oysa vaziyet, iki tarafın da masaya oturmada samimiyet taşıdıklarını gösterecek emarelerden yoksun gibi duruyor. Bunun da nedeni, görüşme seanslarına başlanmasında iki tarafın özgün iradeleri yerine bölgeye yeni bir siyasal şekillenme dayatmasında bulunan küresel hegamonyanın iradesinin etkili olmasıdır.
Türk devlet geleneği, “Teröristle pazarlık yapılmaz” kuralına dün olduğu gibi bugün de bağlıdır. PKK ise, zaman zaman masa için can atsa da, öne sürdüğü totaliter özerklik şartıyla aslında bu kuralı takviye etmektedir. Yine Güney Kürdistan’ın bile Türkiye’ye entegrasyonunun konuşulduğu bir konjonktürde Türk iradesinin kendi sınırları içerisinde görüşme/anlaşma usulüyle niteliği ne olursa olsun özerk bir statüye razı olması, olsa olsa Kıyametin büyük alametleri arasında sayılacaktır.
İşte bu tablo, aynı masada bir araya gelseler bile süren/sürecek muhabbetin bir “Geyik muhabbetinden” farkı olmayacağını göstermektedir. Çünkü tarafları bir araya getirmeye zorlayan irade, kendi özgün iradeleri değil, uluslar arası ve bölgesel koşulların mucitlerinin iradesi olduğu gün gibi aşikardır.
Hükümet kanadının açıklamaları, meseleyi yalın bir hale getirmektedir. Buna göre PKK’ye silah bıraktırılacak, önemli unsurları Avrupa’ya gönderilecek ve bu sorun böylece bitmiş olacaktır. Ki Türkçe’de bunun adı tasfiyedir. Ayrıca bunu, “Yandı bitti kül oldu” şeklinde de formüle edebilirsiniz.
PKK’den ise bu konuda farklı sesler çıkmasına karşın süreçte PKK adına belirleyici konuma sahip Kandil şeflerinin açıklamaları, Türk devletinin tek amacının tasfiye olduğu, aslında çözüme dönük hiçbir projesinin olmadığı, oyalama taktikleriyle hareket ettiği yönündedir.
Bu durumda, görüşme sürecinin başlaması Türkiye açısından bir anlam ifade etse de, tasfiye düşüncesine yüzde yüz inanan PKK/Kandil şefleri açısından bu sürece katılım gösterilmesinin anlamı ne olabilir? Öyleyse sormazlar mı, Ey Duran, Hey Karasu!.. Tasfiye edilmenizi öngören bu masaya sizi/İmralı’yı sevk eden baskın irade kimin, hangi odağın/odakların iradesidir, diye.
Tarafların iradesinin dışında yine taraflarca yeniden startı verilen bu sürecin bölgesel şekillendirmeyi markaja alan hegamonik güçlerin zorlaması olduğu gerçeği tarafların da malumu iken, zoraki nikah masasına oturtulan çift misali bundan mutlu bir aile tablosu beklemek bu nedenle pek de mümkün görünmemektedir.
Küresel hegemonya, İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma İngiliz modeli eski dizaynı kaldırıp Amerika’nın 2020 model (BOP da diyebilirsiniz) planlamasına odaklanmış durumdadır. Yeni dizayn sürecinde başrol Amerika, Afrika ve Ortadoğu’da dizayn işlerini emanetçilerine bırakırken, geleceğin ucuz işgücü, yer altı kaynakları, enerji havzaları ve bunları kontrol altına alma planlamasıyla ilgilenmek üzere hedef koyduğu 2020 yılı için Asya/Pasifik kıyılarına yelken açmıştır. Afrika’daki ihaleyi Fransa-NATO öncülüğüne bırakmışken, Ortadoğu coğrafyasının ihalesinde rol verdiği bölgesel aktörler de bellidir. Suriye sahası, bu aktörlerin hem kimliğini, hem etkilerini, hem de çaplarını su yüzüne çıkarmıştır.
Kuşkusuz Ortadoğu’da Türkiye, en önemli vekil aktörlerdendir. Büyük bir dinamizm içerisinde bulunan Kürtler ise yeni dizayn politikalarının en önemli topluluklarından biri olarak telakki edilmektedirler. Kürt kartının Kürt halkının yararından ziyade dizayn politikalarında kullanılması görevi ise Türkiye’ye verilmiş durumdadır. Hem Kürt kartını iyi kullanma, hem de vekil rolünü iyi oynayabilmesi ise, ironik bir tabirle “önünün açılmasını ve elinin güçlendirilmesini” gerektirmektedir. Bu da şimdilik PKK’yi tasfiye etmek suretiyle içinde boğulduğu Kürt meselesinden sıyrılmasını gerekli kılmaktadır. Şiddete dayalı tasfiye beklentisi, küresel hegemonyadan kabul görmemekle kalmadı, nisbi bazı çözümlerle “diyalog” süreci adres gösterildi. Türkiye, şu anda bunun gereğini yaparken, aynı zamanda Ortadoğu’da vekalet rolü nedeniyle “Bal tutan parmağını yalar” kuralına binaen gerçekleşmesi halinde “barış süreci” sonunda yalayacağı balın tadını hayal etmektedir.
PKK ise, yeni dizayn sürecinde adres gösterilen “diyaloga/tasfiyeye” şeklen de olsa uymak zorunda bırakıldı. Aslında PKK, Suriye meselesi üzerinden daha da keskinleşen yeni dizayn politikalarında, malum küresel aktörler yerine Suriye sahasında dizayn politikalarını bloke etmeye çalışan karşıt blokla saf tuttu. Ancak ne sol jargona dayalı anti emperyalist söylemi, ne de içerisinde bulunduğu reel durum, küresel hegemonyanın zorladığı “uzlaşı”ya karşı durmaya imkan tanımamaktadır. PKK, söylem düzeyindeki anti emperyalist, anti kapitalist salvolarla sosyalist devrim hülyalarına kendini kaptırsa da, Türkiye ile silahlı mücadelesinde ihtiyaç duyduğu neredeyse tüm maddi, lojistik kaynağını emperyalist-kapitalist diye teoride mahkum ettiği küresel hegemonyanın ana merkezlerinden karşılamaktadır. Bu durum, PKK’yi fiili tasfiye ile “uzlaşı/yarı tasfiye” arasında tercih yapmaya zorlamaktadır.
Gönülsüz bir uzlaşı temennisinin her iki tarafa, özellikle de Kürt-Türk halkına ne kazandıracağını kestirmek pek mümkün gözükmese de, uzlaşıya zorlayan küresel hegemonyanın belki de her ikisini de aşan ve bölgenin kılcal damarlarını dahi etkileyecek/karıştıracak uzun erimli planlamalarının olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek.