İnsanın varlıktaki anlam arayışı, toplumsal ilişkileri ve tabiatı gereği medeni yaşama arzusu onu sahih bir değerler sistemine göre yaşamaya zorluyor. İster sahtesi veya tersine çevrilmiş formu ister sahih olanı olsun, insan sahici ve sahih değerlerin kaynağı olan dinden bağımsız yaşayamaz. Son üç yüz yıldır “dinden kopuk” bir uygarlık için olağanüstü çabalar harcandı, ama sıradan insan varlıktaki dengesini Tanrı’ya olan inancıyla korumaya devam ediyor. Sahih dinle düzenlenmemiş inanç –ki inancı düzenleyecek olan dinin vahy ile bir elçi tarafından insanlara tebliğ edilmiş gerekir-, “iman” seviyesine çıkamadığı için, Zat ve isimler arasındaki bağın mahiyetini bilemeyen modern insan, Tanrı’yı kendi öznel tasavvurunda kimi zaman sığınak kimi zaman belirsiz bir metafizik kudret, kimi zaman da işine çokça karışan bir despot olarak görüyor. Bu Tanrı anlayışı, süren kaygıyı/ korkuyu ve derin çatışmayı sona erdirmiyor, aksine insanı ölçeğini büyüterek önce kendi iç dünyasında (insan ve nefsi), sonra “öteki”yle (insan ve diğerleri), ardından insan ve tabiatla çatışmaya sevkediyor. “Allah’ı unutmuş insan” marifetin üç boyutunu da (Marifetünnefs, Marifetülhalk ve Marifetüllah) sonunda Allah’la çatışıyor.
Kaygı ve korkuyu sahih” iman”; çatışmayı “İslam”la aşmak mümkün. Cibril hadisinde (Müslim, İman, 1) üçüncü sırada zikredilen “ihsan” söz konusu iki beşeri durumda takip edilecek deruni-enfüsi yol-yöntem ve bu yolculuğun olmazsa olmazı sanat ve estetiktir. Postmodern kaosta aranan kıbleyi bulma kılavuzu, gösteren Kur’an’dır. Bir başka açıdan iman kelamın, İslam fıkhın, ihsan tasavvufun sahası olarak düşünülebilir. Ama her üçünü Ed Din manasındaki İslam şemsiyesi altında tevhid etmek mümkün. Bu manada tasavvufun irfan ve hikmet boyutu kelama, iç dünyamızda takip edeceğimiz kurallar ve yöntemler bütünü fıkha gönderme olabilir. Buna göre tasavvuf “dinin ihsan boyutu” olarak öne çıkmaktadır.
Belirtmek gerekir ki, tek başına zihinsel faaliyet yetmediği gibi zihinsel sağlam bir altyapıdan yoksun fıkhi ameller bütünü de yeterli değildir; dolayısıyla zihni faaliyet ve pratik hayat biçimlerinin derin ve sahih bir ruhi zenginlik ve zevkle bütünleşmesi lazım. İslam tevhid dinidir, bu özelliği onu zihin, ruh ve eylem arasında eşgüdüm sağlamaya götürür. Haram yiyici bir emek hırsızının mülk ve servet üzerinde denetimsiz tasarruf hakkına sahip olduğunu iddia ediyorsa, tasavvufun sahih zevk ve nimetinden istifade edemez. Bu yüzden refah toplumlarının tasavvufa yönelmelerini, düşünce perspektiflerini ve hayat tarzlarını değiştirmeyi göze almadıkları müddetçe hakikatin ve yüksek manevi hayata dönüşün sahih işaretleri saymak yanıltıcıdır. Zenginlerin ruhsal terapileri seviyesine indirgenmiş bir tasavvuf, İslam’ın ruhi ve enfüsi hakikatlerini birer ölü kültür durumuna düşmüş kadim geleneklerle özdeşleştirir, küresel kapitalizmin esasında bu türden rehabilitasyonlara şiddetle ihtiyacı vardı.
İnsan yolunu şaşırmış bulunmaktadır, bunun bilinen tanımı “dalalet”tir. Hidayet doğru yola girmek olduğuna göre, tasavvuf kelam ve fıkıhla eş zamanlı hareket etmek ve lafız ile apaçık hükümlerin önemine vurgu yapan Selefilik’le (Selef-i salihinin din anlayışı, hassasiyeti ve titizliliği) diyaloga girerek postmodern kaosta şaşırmış insana kıbleyi gösterebilir.
Hakikat şu ki, fizik ya da madde olarak varolan şey, kendi başına gerçekliği olan, kendi kendine varolan, objektif, tam özerk bir gerçeklikler bütünü değildir.
Biz “halk âleminin (Alemü’l-halk) sakinleriyiz ve bu âlemin ontolojik cevheri ile bizim fizyolojik ve biyolojik cevherimizin mahiyeti birdir. Ama manevi kökümüzün, a’yan-ı sabitemizin daha ötede ve daha aşkın varlık mertebelerinde bir özü, menşei ve ahdi var. Emir âlemi, doğrudan ve aracısız (bilavasıta) yaratıldı ve bize aynı şekilde bilavasıta olarak üflenen ruh, bu fizik âlemin bir parçası olan dünyevî tabiatımızda içkin olarak yerini aldı. Genlerimizin her biri, tıpkı atomlar gibi kendilerinde içkin olan “İlahî öz”e dönük bir varoluş içindedirler ve eğer genlerin içini boşaltır, profanlaştırır ve suistimal edersek, bundan bizim ebedi felaketimiz doğar. Çünkü İbn-i Arabî’nin Fütuhat’ta ifade ettiği gibi “Âlem, insan ile kemâle ermiştir; insan, âlem ile kemâle ermiş değildir.” Bundan şu temel hakikatin anlaşılması gerekir: Eğer insan bozulursa kâinat da bozulur. Hz. Ali’nin deyimiyle insan, “Bütün kâinatın içinde dürüldüğü Zübde-i âlem”dir.
Dünyabülteni